Ziynet Odası       Odam Olsun       Türklider Odaları       Sizin Odalarınız       Sohbet Odası       TV Odası       E-Kitap Odası       BŞenver       Gazete Odası       iPad       Hakkımızda       Şifremi Unuttum   

 

Yılmaz Ulusoy Gözüyle 



Tüm Yazıları
       ShareThis

 

MİLLİ VE MANEVİ DEĞERLER
20.07.2007
Okunma Sayısı : 4833
Oy Sayısı : 2
Değerlendirme : 5
Popülarite : 1,51
Verdiğiniz Puan :
 

 

MİLLİ VE MANEVİ  DEĞERLER
Yılmaz Ulusoy

Tabii ki her çalışma kutsal değildir. Nice çok çalışkan insan vardır ki, maddi anlamda kendisine ve çevresine kazandırdığı halde manevi ve ebedi anlamda kaybeder, kaybettirir. Bu ilkeciliğin en güzel ifadesini Atatürk'te bulabiliriz.: 'Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize tahsilin hududu ne olursa olsun, en  evvel, her şeyden evvel Türkiye'nin istiklaline, kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmektedir.'

Eğer mesele sadece çalışmak olsaydı, gecesini gündüzüne katarak ve yakalanıp hapis yatma riskini göze alarak uğraşan uyuşturucu üreticisi ve pazarlayıcılarını da kutsamamız gerekirdi. Namuslu çalışmak, üretirken milli ve manevi değerlerin kaybına yol açmamak, emeğimizi ibadet yapan temeldir.

Bu gözle incelediğimiz zaman son elli yılda çok şey kazandığımızı zannederken, büyük manevi kayıplara uğradığımızı görürüz. En büyük hazinemizi oluşturan milli ve manevi değerlerimiz açısından yaşadığımız çözülmeler elem verici. Şüphesiz bir lokma bir hırka devri elbette gerilerde kaldı. Ama şunu biliyoruz ki, o günkü insanımız bugünkünden daha huzurlu be daha mutlu olabiliyordu. Şimdi Türkiye 70 milyon nüfusuyla üretmeden tüketen bir ülke konumunda.

Ahlaki değerlerimiz, önce aileden başlayarak ağır bir tahribata uğradı. Para için her yolu mubah görme alışkanlığı, her geçen gün daha da yaygınlaşmaya başladı. İnsanımız helali, haramı bir birinden ayırma açısından büyük gerileme yaşıyor. Fukaralığa yenilmedik ama fukaralıkla baş etmemizi sağlayan tevekkül, dayanışma ve direnç, kültürümüzü tahrip etmek isteyen 'yükselen değerler' furyasına mağlup oldu. Şüphesiz bu hale bir günde gelmedik. Her şey gözümüzün önünde oldu.  Bu sürece toplumun bütün kesimleri katkıda bulundu. Milli ve manevi değerlerin tahribi karşısında çaresiz seyirci çoğunluğunu oluşturduk.

Böylece, ne pahasına olursa olsun para kazanma ve daha çok servet edinme hırsı bütün kötülük ve kirliliklerin anası haline geldi, hatta neredeyse meşrulaştı. Çalışmadan, emek sarf etmeden hak etmeden hayat kalitesini yükseltme, saygınlık kazanma isteği bulaşıcı bir hastalık gibi, en hayati kurumlara kadar yayıldı.

'Şeref kaybedilirse geriye ne kalır? Diye soran Publius Syrus'u yalanlamak, hatta çağdışılığını tescil etmek ister gibi, namuzsuzca edinilmiş servetlerin üstüne konanları yücelttik. Miguel de Cervantes gibi, 'Şerefim hayatımdan daha değerlidir' diyebilecek karekterdeki nice insanın çocuklarını, tam tersi bir anlayışın esiri haline getiren sürece karşı koymadık.

Özellikle 1980'den sonra hızla yayılan, bir an önce 'köşeyi dönme' çılgınlığı sefil sonuçlar doğurdu. Bütün bir toplum olarak, bunu kınayıp durmamıza rağmen, kirliliğin gün geçtikçe büyümesi üzerinde düşünülmesi gereken bir durum. Ekranlar adeta bu süreci teşvik eden bir kampanya yürüttü. Beyaz cama  baktığınız zaman, Türkiye'de çılgınlar gibi eğlenen, göbek atan, tabak kıran bir toplum olduğunuzu düşünürsünüz. Sanki bu ülkenin yoksulu yok, bu ülkenin sağlık sorunu yok, eğitim sefaleti yok, alt yapı zavallılığı yok… Bu manzarayı seyreden insanlarda, 'Her halde bütün toplum köşeyi döndü, bir ben kaldım' duygusu oluşmaz mı? Ekranlar sabah akşam bu görüntülerle dolup taşarken, bir yandan da vurdu-kırdı olayları, 'üçüncü sayfa' vukuatları ballandırıla ballandırıla yansıtılıyordu.

Sanki bir güç, 'Hele bakın, çoğunluk böyle eğleniyor, bir avuç yoksul da hır gür çıkarıyor' havası uyandırmak istiyordu. Sanki kışkırtıcı bir oyundu bu. Hayır, bu çılgınlıktı. Gidişin nasıl bir çözülüş ve çöküş hazırladığını göremeyen sorumluların ateşe benzinle gidip eğlenceyi parlatma şaşkınlığına kurban gidiyorduk. Öyle bir hale geldi ki 'köşe dönmeci' zihniyete kızıp meşrulaştırılmasına veya gizlenmesine hizmet eden bu ifadeyi  sorumsuzca tekrarlayıp durdular.

'Köşe dönmek', nadiren büyük fırsatlarla helalinden de yaşanabilecek bir durumdur. Ama bizde ise, sadece dalavereli işleri ifade eden bu deyimi, yoğun bir biçimde kullanmak, kirli girişimciliğe görüntü esnekliği sağlıyordu.

Sonuçta ortalama vatandaş, bu deyimle andığı kişileri neredeyse başarı öykülerinin kahramanı gibi imrenerek izler oldu. Adam vergi kaçırdı, dostuna kazık attı, halkı dolandırdı, çalarak zengin oldu demek yerine adeta 'helal olsun, köşeyi döndü' demek adet haline geldi. Araştırmacı zihniyetle konunun sorgulanmasını bekledik. Nedir köşe dönmecilik? Köşeyi dönenler bunu hangi yöntemlerle başarıyorlar? Nasıl işler bitiriyorlar da, sıradan insanların karnını zor doyurduğu bu ülke şartlarında kısa zamanda büyük servetlerin sahibi olabiliyorlar?
Köşeleri çoktan  'Kırk Haramilerin ' tuttuğu bir düzende bu köşeleri dönmek o kadar kolay mı? Bu konuların üstüne gitmeyi bırakın, kurcalamadık bile.

Dolaylı ve dolaysız biçimde yücelttik. Böylece göz göre göre parayı insanların gözünde en büyük değer haline getirdik.

Otuz yıl öncesine kadar insanlarımızın çoğunluğunda 'çocuğuma haram lokma yedirmem' zihniyeti hakimdi. 1980'le açılan 'köşe dönme' yelkenlerini televizyonların da şişirmesiyle çürümeye başladık.

Süreç bizi 'üzümü ye, bağını sorma' anlayışına getirdi. En kötü devrim budur. Çalıp çırpıp zenginleşenlere, ' Akıllı adam, işini biliyor' diyerek gıptayla bakılmaya başlandı. Öyle ki, hırsızlık ve namuzsuzluk değil de, yoksulluk utanılacak bir şey haline geldi. Aile bireyleri, dostlar, arkadaşlar arasındaki dayanışmanın, yardımlaşmanın yerini karşılıklı çıkarlar aldı. Dar günlerde birbirinin yardımına koşmasıyla dünyada özgün bir yeri olan bu milletin çocukları, tanıdıklarına acil ihtiyaçı için borç verirken bile dövizi  veya altını tercih etmeye başladı. Atalarımıza 'dost kazığı acı olur' dedirten istisnai vakalar, günlük olaylar zinciri haline geldi. İnsanlar arkadaşını, dostunu, komşusunu, hatta anne ve babasını veya kardeşini kandırmayı doğal bulmaya başladı.

Süreç, ,insanlar arasındaki güven duygularını yuttu. Gündelik hayatta en sık duyduğumuz cümlelerden biridir: 'Bu devirde anne ve babana bile güvenme."

En kötüsü buydu. Yolsuzluğun, çürümenin, bencilliğin vardığı son nokta bu güncel 'hata sözü'nde tarifini buluyordu.: 'annene ve babana güvenme' ne demekti? İnsan annesine ve babasına güvenmezse kime güvenebilir? Hiç kimseye! İnsanın insana güvenmediği yerde toplum hayatını sürdürebilmenin imkanı var mıdır?

Fedakarlık nedir bilmeyenlerin oluşturduğu bir toplumda kişiye yaptığı her şey yük gibi geliyor. Böyle ortamlarda insan beklediği sonucu alamayınca, ruh sağlığını bozacak derinlikte hayal kırıklıkları yaşar. Sabır göstermeyi, tekrar denemeyi ve tekrar emek vermeyi göze alamayan muhtemel bir suçluya dönüşür. Önüne fırsat çıktığında da 'köşe dönmek' için yapmayacağı şey yoktur. İşte bu yüzden eğitimden başlayarak A'dan Z'ye seferberlik ilan etmeliyiz. Bu da zihniyet devrimi gerektiriyor. O zihniyet devrimi ise, öncelikle kirliliği sınırlı sayıda 'köşe dönmeci'nin suçu olarak görmemeyi gerektirir.

Çok kişi şaibelidir. O kadar çok ki, hepsinin teker teker ayıklanıp temizlenmesi imkansız hale gelmiştir. Bunun için 'köşe dönmeci' yapıyı sistemden defetmek hedef  seçilmelidir ki, kirli zihniyeti geriletmeye başlayalım. Biz iç ve dış borç altında inleyen, kendi ayakları üzerinde duramayan bir ülkeyiz. Her girişimi bu gerçekten hareketle başlatmalıyız. Bu ülkeyi borçsuz, çok üreten , akıllı tüketen bir ülke haline getirmek için, eğitim seferberliğine bütün araçları katabilmeliyiz.

Sadece okullardan değil, aileden televizyonlara kadar bütün kurumların yeni bir nesil yetiştirmek için seferber olmalarını sağlamadan bir yere varamayız. Geçmişimizden gelen değerlere sahip çıkmalı ve birbirimize sarılmalıyız. Herkesin bildiği, benim de çok sık tekrarladığım gibi Türkiye coğrafya itibariyle zor bir bölgededir. Dolayısıyla yüzyıllar boyu içten ve dıştan parçalamak isteyenlerin tehdidi altınadır. Bu şartlar altında milli ve manevi değerlerden daha önemli bir dayanağımızın olması düşünülemez. Birkaç asır önce fiziki olarak Türklerle baş edemeyeceklerini anlayan sömürgeci güçler, tek yolun bütünlüğümüzü bozmaktan geçtiğine hükmederek planlarını yaptılar.

Bizi çok iyi incelemişlerdi. Türk'ün kuvvetini tasavvuftan, gelenek ve göreneklerden, insanlık anlayışından kaynaklandığını tespit etmişlerdi. Cephelerde saldırmaktan önce, içimizde fesat tohumları ekerek harekete geçtiler. Bir sömürgeci şöyle diyordu: 'belki torunlarımız da tasarladığımız hedefin gerçekleştiğini göremeyecekler ama biz daha sonrası için çalışıyoruz.

Manevralarını uzun zaman  sezemedik. Sezdiğimiz zaman çözümünü geliştiremedik. Acıyı canımızda hissetmeye başladığımız zaman da iş işten geçmiş oldu, imparatorluk gitti. Muazzam bir coğrafyayı kaybetmekle kalmadık, içimizdeki fitne tohumlarının her an yeşerebileceği şartlar devraldık. Yine de onlar nihai hedeflerine ulaşamadılar. Onun için iki yüz elli yıllık bu oyun devam ediyor. Dünyadan Türklük silinene kadar da kampanya sürecek! Avrupa'nın kaynağı'da, pazarı'da yok. Kaynak da Pazar da Türk ve Müslüman ülkeler. Türkler bir uyanıp silkinse, kendisi için yeniden diriliş planları yaparak çağdaş bir dev olma yoluna girebilecek, o zaman da Avrupa bizden yardım diklenecek.

Hedefleri olan toplumlar, yüreklerini, beyinlerini ve bedenlerini o uğurda seferber ettikleri zaman başarılı olabilirler. Biz bu başarıyı tarih boyunca tekrarlayabilmiş bir miller olduğumuz için, yeniden şahlanabileceğimizi bilen sömürgeci güçler yatalak halde kalmamızdan başka bir hesap gütmüyorlar. Kurutuluş Savaşı'nda Türk insanının bir ülküsü vardı. Acil olan vatanımızı işgalcilerden kurtarmaktı. Ama ne milletimizin, ne de önderimizin bütün ülküsü, bağımsızlığımızı ve özgürlüğümüzü yeniden kazanmakla sınırlıydı. Biz, çağdaş uygarlık seviyesine değil, onun da üzerine talip olmuştuk. Kurtuluş sonrasında ilk dönem bu heyecanı Atatürk'ün önderliğinde diri tutup gereğine soyunduk.

Ne var ki onun ardından mevcut duruma razı olmuş gibi ülkümüzün büyüklüğüne zıt teslimiyetlere girdik. Oysa fiziki savaşı kazanmak için şartların hiç de elverişli olmadığı bir zamanda dirilişin ilk hamlesini başarıyla tamamlayabilmiştik. Denizi geçmiştik ama derede yüzmeyi öğrenemedik. Tıpkı insanlar gibi bazen toplumların da hedeflerini kaybettikleri dönemler olur. Türkiye Atatürk'ten sonra bunu yaşadı. Gizli çöküşün başlangıcı budur.

Bugün en büyük ve tehlikeli sorunumuz hedefsizliktir. Milli Mücadele'den bu yana, milleti bütün kadrolarıyla heyecana getirip çoşkuyla, çalıştıracak ortak bir hedefimiz kalmadı. 'Küçük Amerika' olacağız dedik. 'Avrupalı olacağız' dedik. Oysa bu yönelimler milli bir hedef olmazdı. Devlet belli bir dönem için bu tür ekonomik diplomatik ve siyasi tercihler yapabilirdi ama milli hedef çok daha derin ve geniş bir ülkü olmalıydı.

Küçük Amerika ve Avrupa olmak, kendi başına ne olacağımız sorusunun cevabını vermeye yetmiyordu. Sadece 'Küçük Amerika' olmak tek başına her şey ise, tutup sözü edilen ülkenin o eyaleti haline geliriz, mesele çözülür. Bu mudur adına 'milli hedef' diyeceğimiz ülkü? Gelişmiş Batı ülkeleri, bizim hastalık derecesinde özendiğimiz ABD ve Avrupa Birliği, pek çok açıdan muazzam başarılarına rağmen kendi toplumlarını mutlu edebilmişler midir? Hele kendi toplumlarından başkalarına bir şeyler verebilmişler midir?

Çok iyi biliyoruz ki, sadece almışlardır. Çok iyi biliyoruz ki verdikleri bir ise aldıkları ondur. Bugün pek çok açıdan hakikaten ileride olan Amerika ve Avrupa ülkelerinde insanların, özellikle de gençlerin büyük bir çoğunluğu her türlü ahlaki ve fiziki çöküşün girdabında değil mi?  Bu ülkelerde cinayet ve intiharlar her geçen gün daha da artmıyor mu? Onlar kadar zengin ve güçlü olup, onlar gibi manevi çöküşe sürüklenmek, varmamız gereken ülkü müdür? Biz batıya özenirken ve neredeyse eksiksiz bütün kötü hasletlerini alırken, Finlandiya bizim tarihimizi, bizim kültürümüze, manevi değerlerimize, insanlık anlayışımıza özeniyor.

Hem Asyalıyı, hem Avrupalı, hem de Ortadoğulu… Bu tarihi gerçek bizim hem sorunlarımızın çekirdeği, hem de parlak bir geleceğe aday oluşumuzun dayanağıdır. Geçmişte başardıklarımızı tekrar yaşamamız için özde herhangi bir eksikliğimiz yok.Cevher genlerimizde. Tarih boyunca kaç imparatorluk kurduğumuzu bir an gözümüzün önüne getirirsek, sömürgeci güçlerin bizi neden yatalak tutmak istediklerini daha iyi algılarız.

Hunlar, Göktürkler, Babürler, Harzemşahlar, Altınordu, Büyük Selçuklu, Osmanlı…

Dünyada büyük milletler sayılıdır. Bunların hangisinin böyle birikimi vardır? Hintliler büyük bir uygarlığın varisidir ama kendi yarımadasının dışında hangi esamisi okunmuştur.? Çin büyük bir uygarlığın üstünde, büyük bir millettir ama Orta  Asya'nın doğusundan ötede ne yapmıştır? Almanlar mı bizimle mukayese edebilir? Bir tek imparatorluğu iki evrede yaşayan Ruslar mı? Türk milletinin yeryüzüne imzasını atmada kendisine rakip görebileceği bir başka kavim yok. İngiliz milleti, dün Büyük Britanya ve bugün de ABD'yle, iki imparatorluk deneyiyle kendini de, bizi de çok iyi tanımaktadır.

Türklerin her an neler yapabileceğini bilen sömürgeci güçler bir tek sahnesini bile unutmadan bizim geleceğimizden tarihin içinde, önümüzü kesmek için hala seferberlikteler. Biz geçmişe gerçekleştirdiğimiz yayılımı sadece kılıçla değil, çağın tekniğinde en ileri olmakla, kültürümüzle, manevi değerlerimizle ve insanlığımızla başardık.

Temizliğin t'sinden bile haberi olmayan, yobaz, kara cahil Avrupa'ya kimya'yı da, matematiğide, tıbbı da, gökbilimini de biz öğrettik. Tarihimizden gelen bir gönül zenginliğimiz var. Milli ülkü niteliğinde bir hedefimiz olmadığı için insanımızın birliğini de yitirdik. Sadece kişi, küme, cemaat ve bölge çıkarları peşinde koşan dağınık ve kopuk bir insan topluluğuna dönüştük. Üzerimize oynanan oyunların en ustaca olanı, içimize yerleştirilen aşağılık duygusuydu. Başkaları olmadan kendi kendimize hiçbir şey yapamayacağımızı düşünmeye alıştırıldık. Mayayı onlar çaldı, bu zehirli içkiyi kendi yöneticilerimizin ve aydınlarımızın eliyle milletimize alıştırdık. Onlar yürüdü, biz geriledik.

Elbette yeni şeyler söylemediğimi farkındayım. Türkiye'nin tartışılmadık sorunu kalmadı ama hiçbirini de halledemedikçe Artık mesele yöntemde düğümleniyor. Bugün Türkiye'nin bütünlüğü, bölünmezliği tehlikededir. En iyimser olanların bile kafasında bir kuşku var. Ama böyle bir temel sorunu bile sadece konuşuyoruz. Toplum ve kurumların ittifak yaptığı bir çözüm henüz söz konusu değil. Tartışır gibi yapıyor ama tartışmıyoruz, geçiştiriyoruz.

Her insan gibi, toplumlar da kendisi dışında hedefleri olan bir canlıdır. İnsan ancak ağır hastaysa hedefsiz kalır. Bir toplum sonradan amaçları, milli ülkü duygusuyla çoşku kaynağı olarak benimsemeyeceğine göre ne yapacaktır?  Ağır hasta olduğunu kabul ederek hedefsiz mi kalacaktır? Hayır, hastayız ama kalkacağız. Biz ne için ayağa kalkmamız gerektiğini söyleyecek, toplumca uzlaşılmış bir tasarılar bütünü lazım!

O milli ülküdür. Milli ülküsü olmayan toplumlarda bireylerin sadece kişisel çıkar ve hedef peşinde koşması kaçınılmazdır. Köşe dönmecilik hastalığını yenmek için de biricik ilaç, 'milli ülkü'nün inandırıcı bir tasarı olarak halka sunulmasıdır.

Ne yazık ki hala geçici adımlarla 'milli ülkü' işlemi yapmakla en büyük hayatı işlemeye devam ediyoruz. Oysa her millet, milli ülküsünü daha kundaktaki bebeklerinden başlayarak yeni nesillerin benliklerine kazımaya çalışır. Biz de bunu geçmişe ninnilerimizle temellendirirdik.

Milli ve manevi değerler çocuğa anne sütüyle beraber verilmeye başlanırdı. Çünkü bizim annemiz bilgeydi. Bizim kadınımız milli ülkünün ilk öğretmeni olurdu.

Ya şimdi? Nasıl anneler yetiştiriyoruz? Kadınımızı nasıl eğitiyoruz? Ona ne kadar değer veriyoruz? İş orada başlıyor…

.


.
.

Yılmaz Ulusoy Gözüyle Kimdir Başarıları Linkler Kendi Sesiyle Fotograf Albüm Kitap Tavsiyeleri TV Tüm Yazıları Yılmaz Ulusoy Odası Lider Arama

.
.

Kötü         Çok İyi  Oyla  
  Geri  |  Arkadaşıma Gönder  |  Yazıcı Dostu
 
Tüm yazıları
ShareThis

    Hayat Verenler : Microsoft    HP Türkiye    PBS Bilişim    SAY Ajans    SFS - MAN    Superonline       

Türk Liderler:

Abbas Güçlü, Adil Karaağaç, Ali Ağaoğlu, <Ali Kibar, Adnan Nas, Adnan Polat, Adnan Şenses, Ahmet Başar, Ahmet Esen, Alber Bilen ,Ahmet Cemal Kura, Ali Abalıoğlu, Ali Naci Karacan, Ali Sabancı, Ali Koç, Ali Saydam, Ali Talip Özdemir, Ali Üstay, Arman Manukyan, Arzuhan Yalçındağ, Asaf Güneri, Atila Şenol, Attila Özdemiroğlu, Avni Çelik, Ayduk Koray, Aydın Ayaydın, Aydın Boysan, Ayhan Bermek, AyşeKulin, Ayten Gökçer, Başaran Ulusoy, BedrettinDalan, Bedri Baykam, Berhan Şimşek, BetülMardin, Bülend Özaydınlı, Bülent Akarcalı, Bülent Eczacıbaşı, Bülent Şenver, CağvitÇağlar, Can Ataklı, Can Dikmen, Can Has, Can Kıraç, Canan Edipoğlu, Celalettin Vardarsuyu, Cengiz Kaptanoğlu, Cevdetİnci, Çoşkun Ural, Cüneyt Asan, Cünety Ülsever, Çağlayan Arkan, Çetin Gezgincan, DenizAdanalı, Deniz Kurtsan, Didem Demirkent, Dilek Sabancı, Dr. Oktay Duran, Ege Cansel, Em. Org. Çevik Bir, Emre Berkin, Engin Akçakoca, Enver Ören, Erdal Aksoy, Erdoğan Demirören, ErhanKurdoğlu, Erkan Mumcu, Erkut Yücaoğlu, Ergun Özakat, Ergun Özen, Erol Üçer, Ersin Arıoğlu, Ersin Faralyalı, Ersin Özince, Ethem Sancak, Fatih Altaylı, Fatih Terim, Ferit Şahenk, Ferruh Tanay,Feyhan Kalpaklıoğlu, Feyyaz Berker, Fuat Miras, Fuat Süren, Füsun Önal, Göksel Kortay, Güler Sabancı, Güngör Kaymak, Hakan Ateş, Halit Soydan, Halit Kıvanç, Haluk Okutur, Haluk Şahin, Hamdi Akın, Hasan Güleşçi, HayrettinKaraca, Hazım Kantarcı, Hilmi Özkök, Hüsamettin Kavi, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Hüsnü Özyeğin, Işın Çelebi, İbrahim Arıkan, İbrahim Betil, İbrahim Bodur, İbrahim Cevahir, İbrahim Kefeli, İdris Yamantürk, İhsan Kalkavan, İshak Alaton, İsmet Acar, İzzet Garih, İzzet Günay, İzzet Özilhan, JakKamhi, Kazım Taşkent, Kemal Köprülü, Kemal Şahin, Leyla Alaton Günyeli, LeylaUmar, Lucien Arkas, Mahfi Eğilmez, MehmetAli Birand, Mehmet Ali Yalçındağ, Mehmet Başer, Mehmet Günyeli, Mehmet Huntürk, Mehmet Keçeciler, Mehmet Kutman, Mehmet Şuhubi, Melih Aşık, Meltem Kurtsan, Mesut Erez, Metin Kalkavan, Metin Kaşo, Muharrem Kayhan, Muhtar Kent, Murat Akdoğan, Murat Dedeman, MuratVargı, Mustafa Koç, Mustafa Özyürek, Mustafa Sarıgül, Mustafa Süzer, Mümtaz Soysal, Nafi Güral, Nail Keçili, Nasuh Mahruki, Nebil Özgentürk, Neşe Erberk, Nevval Sevindi, Nezih Demirkent, Nihat Boytüzün, Nihat Gökyiğit, Nihat Sırdar, Niyazi Önen, Nur Ger, Nurettin Çarmıklı, Nuri Çolakoğlu, Nüzhet Kandemir, Oğuz Gürsel, Oktay Duran, Oktay Ekşi, Oktay Varlıer, Osman Birsel, Osman Şevket Çarmıklı, Ozan Diren, Özen Göksel, ÖzdemirErdoğan, Özhan Erem, Pervin Kaşo, R.BülentTarhan, Raffi Portakal, Rahmi Koç, Rauf Denktaş, Refik Baydur, Rıfat Hisarcıklıoğlu, SakıpSabancı, Samsa Karamehmet, Savaş Ünal, SedatAloğlu, Sefa Sirmen, Selçuk Alagöz, SelçukYaşar, Selim Seval, Semih Saygıner, SerdarBilgili, Sevan Bıçakçı, Sevgi Gönül, Sezen Cumhur Önal, SinanAygün, Suna Kıraç, Süha Derbent, Süleyman Demirel, ŞadanKalkavan, Şadi Gücüm, Şahin Tulga, Şakir Eczacıbaşı, Şarık Tara, Şerif Kaynar, ŞevketSabancı, Tan Sağtürk, Taner Ayhan, Tanıl Küçük, Tanju Argun, Tansu Yeğen, TavacıRecep Usta, Tayfun Okter, Tevfik Altınok, Tezcan Yaramancı, Tinaz Titiz, Tuna Beklevic, Tuncay Özilhan, Türkan Saylan, Uğur Dündar, Uluç Gürkan, Umur Talu, Ümit Tokçan, Üzeyir Garih, Vehbi Koç, Vitali Hakko, Vural Öger, Yaşar Aşçıoğlu, Yaşar Nuri Öztürk, Yılmaz Ulusoy, Yusuf Köse, Zafer Çağlayan, Zeynel AbidinErdem

Tecrübeleriniz ve birikimleriniz toprak olmasın @ Copyright 2004 turklider.org