Ziynet Odası 
 Odam Olsun 
 Türklider Odaları 
 Sizin Odalarınız 
 Sohbet Odası 
 TV Odası 
 E-Kitap Odası 
 BŞenver 
 Gazete Odası 
 iPad 
 Hakkımızda 
 Şifremi Unuttum 

 

Figen Mete Gözüyle 


     

 



Tüm Yazıları

       ShareThis
GÜLÜMSETEN (ALINTI) YAZILAR...
26.09.2008
Figen METE
Okunma Sayısı : 18089
Oy Sayısı : 16
Değerlendirme : 4,94
Popülarite : 5,95
Verdiğiniz Puan :
 

 

 



KADINLAR BU DÜNYADAN YOK OLSAYDI :) 


Dünyaya uzaydan bakıldığında futbol topu gibi
görünürdü

Hiç telefon eden kalmadığı için telefonlar
iptal edilir kimsede farkına varmazdı

Hiçbi erkek yüzükten kokmazdı

Dünya ter kokardı

Dünya sigara dumanıyla kaplanırdı

Dünya bu göbekli yaratıkları taşımadığı için
şekil değiştirirdi

Erkekler Darwin'in evrim teorisinin tersini
gerçekleştirip maymunlara dönüşürlerdi.

Bira fiyatları altından pahalı olurdu.

Hijyenik kadın bağı ile cam silinirdi

Her maçtan sonra birileri havaya ateş edeceği
için dünya nüfusu hızla tükenirdi..



Anne kime denir, Baba kimdir...


* Aynı anda kendi çantasını, çocuğunun çantasını, çocuğunun oyuncak kutusunu, market torbasını, çocuğunun ayakkabısını ve hatta çocuğunu taşıyan; bir yandan da ev anahtarını bulmaya çalışan kişiye ANNE;
-bilgisayar çantasını karısına vererek sadece oğlunu kucaklayana da BABA denir.


* 5 dakikada duş alıp 10 dakika içinde hem kendisini hem de çocuğunu hazırlayana ANNE;
-o 15 dakika boyunca gömleğine uygun kazak aramakla uğraştıktan sonra kapının önünde çantasını toparlayan karısına 'daha hazırlanmadın mı?' diye sorana BABA denir.


* Uykusuzluktan süründüğü halde uyumamakta direnen çocuğuna söylenen kişiye ANNE;
-'uykusu yok belli, olsa gider yatar zaten' diyene de BABA denir.

* 1 saatte üç çeşit yemek, üstüne de salata hazırlayıp bir yandan da çocuğunu yedirene ANNE;
-iki tane amerikan servis koyarak 'sofrayı hazırladım' diyene de BABA denir.

* Gecede beş kere kalktığı halde şikayet etmeye hakkı olmayana ANNE;
-'dün gece uykum bölündü oğlanın ağlamalarından' diye şikayet edene de BABA denir.

* Çocuğu hastalandığında sabaha kadar başında bekleyene ANNE;
-işten evi arayarak karısına 'ilaçlarını verdin mi?' diye sorana BABA denir.

* Pazar sabahı havanın güzel olduğunu görüp çocuklarını parka götürmeyi planlayana ANNE;
-'bu havada spor yapmalı, siz parka gidin ben koşacağım' diyerek kendini sokağa atana BABA denir.

Tüm bunları açık açık yazana ANNE;
-'hiç de değil, market torbalarını sana taşıtmıyorum' diyerek duruma son noktayı koyana da BABA denir.
.............veee

Bu diyalogların sonunda birbirine hala gülümseyenlere da AŞIK denir.




kadınlara saç baş yoldurtan erkek profilleri :))))))) Kadınlara saç baş yoldurtan erkek profili ortaya çıktı. İngiliz The Times gazetesi, bir okuyucu anketi yaparak kadınların, erkeklerin en sevilmeyen özelliklerini sıraladı. İşte hemen hemen her erkekte bulunan ve kadınları çileden çıkaran huyları:

1. Tüm ev işlerinin kadınlara ait olduğunu düşünürler.

2. Yaptıkları en ufak bir iş için şükran beklerler.

3. Nostril sendromları: Kendi vücutlarından gelen hiçbir kötü kokuyu almazlar, ama kadınlardaki en ufak kokuyu anında hissederler.

4. Kadın sadece doğası gereği bir şeylerden dert yanarken, erkek hemen çözümünü bulur! Kimi zaman kadının sadece şikâyet etmek istediğini anlamazlar.

5. Bir sonraki haftanın sonrasına dair plan yapma yetenekleri yoktur.

6. Önemli tarihleri sürekli unuturlar.

7. Hayatlarındaki kadının arkadaşlarının eşleri ve onların çocuklarının isimlerini hep yanlış hatırlarlar.

8. Tam yatağa gidecekken, televizyon ya da bilgisayarda oyalanacak bir şeyler bulurlar.

9. Bazı ünlü kadın yıldızların güzelliğinin yüzde 100 doğal olduğuna canıgönülden inanırlar.

10. Burunlarını temizlerken bile yüksek ses çıkarırlar.

11. Kendileri için olmadığı sürece alışverişe tahammülleri yoktur.

12. Tuvalette saatler geçirirler.

13. Trafik kurallarının başkaları için yaratıldığını düşünürler.

14. Topluluk içinde rahatça geğirirler ve bununla gurur duyarlar.

15. Yatağı asla toplamazlar.

16. Annelerine aşırı bağlıdırlar. 



 aşkı kabusa dönüştüren erkek tipleri :))) No 1: Kıro

Nerede rastlarsın?
Plajda havuzda lüks otellerde gece kulüplerinde otobüste vapurda... Kısacası heryerde! Özellikle de İstanbul sokaklarında!
Nasıl tanırsın?
Onu tanımak için fazla çaba harcamana gerek kalmaz giyimi ve davranışlarıyla hemen kendini belli eder. Genellikle beyaz çorapları boynundaki altın zinciri ve elindeki tespih onu ele verir. Ama artık modern görünüşlü kırolar da var. Yine de onları farketmek çok kolay! Neden çıkılmaz?
Çünkü girdiğin her ortamda seni rezil eder. Onunla konuşacak fazla ortak konu bulamazsın. Aynı zamanda maçodur seni sahiplenir ve her hareketinden haberdar olmak ister.

No 2: Maço

Nerede rastlarsın?
Nereden çıkacakları hiç belli olmaz. Ne de olsa her erkeğin içinde biraz var!
Nasıl tanırsın?
Bazıları kendini hemen belli eder bazıları ise gizli maçodur. Genellikle erkek arkadaşlarıyla takılırlar. Futbol maçlarını kaçırmazlar. Klasik giyinirler.
Neden çıkılmaz?
Giyimine hareketlerine makyajına arkadaş ilişkilerine kısaca herşeyine karışır. Sana kısıtlamalar getirir ve sürekli kendisine hizmet etmeni bekler. İlk günlerde bu hareketlerine göz yumabilirsin ama kısa bir süre sonra seni rahatsız etmeye başlar. Ayrıca seni eve kapatıp kendisi çapkınlık yapar!

No 3: İnek

Nerede rastlarsın?
Okulda dershanede kütüphanede panellerde ve seminerlerde.
Nasıl tanırsın?
Genellikle okumaktan gözleri bozulmuştur ve gözlük takarlar. Modayı takip etmezler. Süveterler gömlekler kumaş pantolanlar giyerler. Sürekli birşeyler okurlar.
Neden çıkılmaz?
Çünkü onunla sadece kitaplardan ve derslerden konuşabilirsin. Sosyal yönleri zayıftır partiler konserler hiç onlara göre değildir.

No 4: Çapkın

Nerede rastlarsın?
Çapkınlık yapılabilecek her yerde; havuz başında barlarda ve gece kulüplerinde spor salonlarında.
Nasıl tanırsın?
Bakışları ve muzip gülüşleri onları ele verir. Genellikle yakışıklı ve havalı olurlar. Kendilerinden emin gözükürler burunları havadadır.
Neden çıkılmaz?
Yakışıklılığına kapılmamak gerek! Çünkü seni çok üzer! Etraftan gelen ``Seninkini gördüm yanında bir kız vardı'' gibi söylentiler seni bunalıma sürükleyebilir.

No 5: İmaj adamı

Nerede rastlarsın?
Nerede kalabalık varsa orada! Bir akşam popüler bir mekanda bir akşam marjinal bir eğlence kulübünde...
Nasıl tanırsın?
İlk görüşte onu tanımak biraz zordur. Modayı takip etmeye çalışırlar ama pek başarılı oldukları söylenemez. Her konuda söyleyecek bir lafları vardır ama genellikle boş konuşurlar ve yüzeyseldirler.
Neden çıkılmaz?
Onlarla uğraşmak zordur. Kişilikleri oturmamıştır kompleksleri vardır. Bunu size yansıtır kendinizi kötü ve yetersiz hissetmenize neden olur. 

 

'Bu da geçer Ya hu'

Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır.
Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yiyecek ve kalacak bir yer verecek biri olup olmadığını sorar.
*
*Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu ve
Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini söylerler.

Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir'in bölgenin en zengin kişilerinden biri olduğunu anlar.

Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında başka bir çiftlik sahibidir.
Derviş, Şakir'in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir,
yer, içer, dinlenir.

Şakir de ailesi de hem misavirperver hem gönlü geniş insanlardır. Yola koyulma zamanı gelip, derviş Şakir'e teşekkür ederken,
'Böyle zengin olduğun için hep şükret' der.
Şakir ise şöyle yanıt verir:
'Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer...'

Derviş Şakir'in çiftliğinden ayrıldıktan sonra, bu söz üzerine uzun uzun
düşünür. Birkaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer.
Şakir'i
hatırlar, uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylülerle sohbet ederken Şakir'den söz eder.
'O Şakir mi? ' der köylüler, 'O iyice fakirledi, şimdi Haddad'ın yanında
çalışıyor.'

Derviş hemen Haddad'ın çiftliğine gider, Şakir'i bulur.
Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır.
Üç yıl önceki bir sel felaketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır.

Toprakta işlenemez hale geldiği için tek çare olarak, selden zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad'ın yanında çalışmak kalmıştır.
Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad'ın hizmetindedir.
Şakir bu kez dervişi son derece mütevazi olan evinde misafir eder.
Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır. Derviş vedalaşırken Şakir'e olup
bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğu söyler ve Şakir'den şu cevabı alır: 'Üzülme.. Bu da geçer...'
Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer.
Şaşkınlık içerisinde olan biteni öğrenir. Haddad bir kaç yıl önce ölmüş,
ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkarı ve eski dostu Şakir'e bırakmıştır.

Şakir, Haddad'ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığır ile yine yörenin en zengin insanıdır.

Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine
cevabı alır:
'Bu da geçer...'

Bir zaman sonra derviş yine Şakir'i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir'in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır:
'Bu da geçer...'

Derviş 'Ölümün nesi geçecek' diye düşünür ve gider.

Ertesi yıl Şakir'in mezarını ziyaret etmek için geri döner ama ortada ne tepe ne de mezar vardır. büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir'den geriye bir iz dahi kalmamıştır.

O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını
ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu
olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini
hatırlatsın.

Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Sultanın adamları da bilge dervişi bulup yardım isterler. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz, çünkü son derece sade bir yüzüktür.

Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir
mutluluk ışığı yayılır. Yüzüğün üzerinde 'Bu da geçer' yazmaktadır.
*
**
* ' Bu da geçer Ya hu' sözünün hikayesi Bizans dönemine kadar uzanır.
Bizanslılar başlarına iyi ya da kötü bir şey geldiği zaman ' K'afto ta
perasi ' demektedirler. Söz Selçuklular döneminde İran'a kadar ulaşır ve
Farsça haline dönüşür: 'İn niz beguzered' olur. Osmanlı döneminde tekkelerde
benimsenir ve sonuna ' Ya Allah' manasına gelen ' Ya hu' eklenir.*

'Bu da geçer Ya hu' 



ne güzel yazı bu bakar mısınız? Geniş Tabanlı Eğitim Şart:

Birgün ormandaki hayvanlar bir araya gelip 'Eğitim şart' dediler ve okul açmaya karar verdiler.

Bir tavşan, bir kuş, bir sincap, bir balık ve yılanbalığı yönetim kurulunu oluşturdu...

Tavşan, müfredatta koşmanın bulunmasını istedi. Kuş uçmanın dahil olmasını, balık yüzmenin dahil olmasını istedi ve sincap da ağaca tırmanmanın ve toprak kazmanın mutlaka zorunlu dersler arasında olması gerektiğini söyledi.

Bütün bunları bir araya getirip bir müfredat yaptılar ve bütün hayvanların bu dersleri görmesini istediler.

Tavşan:
Koşu dersinden A alıyor olmasına rağmen, ağaca tırmanmak onun için çok ciddi bir sorundu. Sürekli kafa üstü düşüyordu. Bir süre sonra beyni hasar gördü ve eskisi gibi koşamadı. Artık koşuda A almak yerine, C alıyordu ve tabii, ağaca tırmanmada ise her zaman zayıf alıyordu.

Kuş:
Uçmada çok başarılıydı, ama sıra toprak kazmaya geldiği zaman, o kadar başarılı değildi. Sürekli gagasını ve kanatlarını kırıyordu. Bir süre sonra toprak kazma notu hala F olmasına rağmen, uçma notu C'ye düşmüştü. O da ağaca tırmanmada çok zorlanıyordu.

Balık:
Yüzmede mükemmeldi ama ne ağaca tırmanabiliyor ne de koşabiliyordu. Ne zaman bunları yapmaya kalkışsa ölecek gibi oluyordu. Sonunda yüzgeçleri zarar gördü ve artık yüzmeyi bile yarım yamalak yapar oldu.

Sonuçta sınıf birincisi olan hayvan her şeyi yarım yapabilen, geri zekalı yılan balığı oldu....

Ancak eğitimciler çok mutluydu, çünkü herkes bütün dersleri görüyordu ve bunun adına Ülkemizde halen yürürlükte olan 'Geniş tabanlı eğitim sistemi' dediler.'

..Alıntı.. 



  ben bu hocayı çok sevdim :) Malatya'lı imam

Celal Tilgen, Malatya'daki Şeker Camii'nin İmamı Şeker Hoca. Ama bu lakabı sadece camiye borçlu değil..
Vaazlarını laptopla veriyor, vaaz arası reklam alıyor.
Vaazını 'Malatyaspor Galatasaray'ı yensin, amin 'diye bitiren
Ama kimseden tepki almayan bir din adamı
Şeker Hoca bir alem hoca:
- 'Peygamberimiz yaşasaydı cipe binerdi, zaten devenin de iyisine binmiş! ' diyor.
Teravih namazında eli boş gelen kadınlara:
-Televizyon PROGRAMLARINA börek çörek yapıp gidersiniz, buraya eliniz boş geliyorsunuz! 'Diye takılıyor.

Şeker hoca Basın Yayın Halkla İlişkiler mezunu.
Yaşını sorduğumuzda
-'52 modelim! ' diyor.

Işte sorular ve cevaplar:
- Cemaatiniz camiden taşıyormuş. Nedir bunun esbab-ı mucibesi?
- 'Zebanilerden, cehennemde Kaynayan kazanlardan, cehennem ateşinde yananlardan bahsetmem. Cami korkutma yeri değil, sevdirme yeridir. Adam camiye zaten dert, ızdırap içinde geliyor. Bir de cehennemden mi bahsedeceğiz? '

- Camide promosyon uygulamanız varmış?
- 'Gelenleri caminin monoton havasından kurtarmak lazım. Camiye gelen çocuklara camiyi sevdirmek gerekir. Onlara sorular soruyorum, bilseler de bilmeseler de şehirler arası bilet, çeyrek, cumhuriyet altını veriyorum.

-Camilerde niye devamlı ayakkabılar çalınır?
-'Bizde ayakkabılar kaskoludur. Ayakkabısı çalınana ayakkabı alıyorum.

- Hep böyle grand tuvalet mi giyersiniz?
-'İslam dini cübbe, Şarık, takke ve tesbihten ibaret değildir. Peygamberimiz sıcak iklimde yaşadığı için entari giymişti. Kutuplarda yaşasa öyle mi giyecekti? '

- Hurafeler ve Batıl inançlara niçin bu kadar Itibar ediliyor?
- 'Şiddetle karsiyim. Gidiyorlar türbelere, çaputlar bağlıyorlar, 'Al sana göbek, ver bana bebek! ' bunlarla uğraşıyorlar. Malatya'da Keşaf Baba Türbesi var. Bir baktım kadınlar türbenin etrafında neredeyse içki Kokteyli yapıyorlar. YAKINI içki içen eline viski, şarap, rakı ne varsa mezara getirmiş. Şimdi bu adam kalksa bunları kovalasa haklı değil mi? Bunlar dini, takvim yapraklarında, cami diplerinde öğrendikleri için oluyor.

-Cuma NAMAZININ farzını kıldırıp Cemaati gönderdiğiniz oluyormuş, niye?
-'Bu Memleketin 330 milyar dolar borcu var. Namazın farzını Kıldırdıktan sonra; 'Haydi şimdi gidin çalışın, memleket düzlüğe çıksın! ' diyorum.
Şeker Hoca devam ediyor:
-'Şeker Camii'ne yalınayak gelinmesini yasakladım. Ayağında mantar, egzama, başka bir hastalık olabilir. İnsanlar o ayakla Basilan yere secde ediyorlar. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı'na Galos giydirelim dedim cemaate. Henüz alamadım ama 1000 tane alıp koyacağım camiye.

***
-'Bir gün sabah namazı için camiye gelmiştim. Üstünde hırka olan birini gördüm ama çok karanlıktı, tanıyamadım. Kimisiniz? ' dedim, 'Turgut Özal'ım' dedi. O sırada Başbakandı. Korumalarını atlatıp gelmiş. Annesi Hafize Hanım'la tanıştırıp aile imamları olmamı, dini konularda onları yönlendirmemi ve yılda 5 kere hatim indirmemi istedi.
'Babam için 5 kere hatim indirmiyorum, ancak bir kere yapabilirim! 'Dedim. '
-Peki öldükten sonra mezarıma 5 yıl boyunca gelip dua okurmusun? dedi.
-'Ya Amerika'da, Arabistan'da ölürseniz, nasıl geleyim? ' dedim, onu da kabul etmedim.
Ama 4 yıl boyunca Özal AİLESİNİN aile imamlığını yaptım.
***
- 'Bir zaman cami yeni yapıldığı zamanlarda 4 avize gerekiyordu. Halde çalışan birine; 'Sen camiye avizeleri getir, ben senin reklamını yapayım! ' Dedim.
Cami doluyken cemaate; 'Namazın farzı kaç diye sorsam Aranızda bilen olur, bilmeyen olur.
Haydi ondan da vazgeçtim, abdestin farzını sorsam onu da bilen olur, bilmeyen olur..
Ama
Kaliteli, ucuz sebze ve meyvenin hal binası No: 47 Şahin Topaloğlu'nda satıldığını bilip oraya gidersiniz! ' dedim.
15 gün sonra avizeleri getirdi.
-'Hocam, gelen giden benim dükkanı soruyor, caminin başka ihtiyacı var mı? ' diye sordu. '

***
- 'Bir ara dünya kupası maçı vardı. Birkaç rütbeli kişi Teravih Namazını da, maçı da kaçırmak istemiyordu. 'Hocam ne yapacağız? ' diye sordular. 'Teravihe gelin, hızlı kıldırıp sizi maça yetiştiririm! 'Dedim. Birkaç rekatı hızlı hızlı kıldırdım. Sonra biraz rolantiye almışım. Maça geciktiler.
-'Hocam ne yaptın? İyi gidiyordun, sonra birden yavaşladın? ' dediler.
-'Yahu radara yakalandık! Görmediniz mi, cemaatin arasında Malatya Müftüsü vardı? ' dedim. 


 
 


bu eserleri,hanımlar yaptırmış biliyor muydunuz? İyi ki hanım sultanlar bu eserleri yaptırmış

Eşleri fetihle, oğulları eğitim ve kent yönetimiyle meşgul olurken valide sultanlar da maaşlarını hayırda kullanmış. Onların hayırları olan camiler, hastaneler, okullar hâlâ kullanılıyor.

İstanbul başta olmak üzere birçok kentte Osmanlı'yı hatırlatan yapıların büyük kısmını padişah hanımları ve anneleri yaptırmış. Amasya, Konya, Manisa, Trabzon, Bursa ve Edirne gibi kentler adeta hanım sultanların hayırlarıyla gelişmiş, büyümüş. Mesela Osmanlı için su medeniyeti denir. Su mimarisinin gelişmesinde Mihrişah Valide Sultan'ın katkısı çok büyük. Sultanlar kimsesizlere, fakirlere, çaresizlere sahip çıkarak adeta sosyal hayatı da şekillendirmişler. Son dönem saray hanımlarından II. Mahmut'un kızı Adile Sultan tam 27 vakıf kurmuş. Çaresiz kadınlar için sığınma evi açmış. Adile Sultan döneminde diğer saray hanımlarının kurduğu hayır vakıflarının sayısı 45. İstanbul'un simgelerinden Mısır Çarşısı da bir kadın sultanın hayrı. Yenicami'nin masraflarını karşılasın diye Hatice Turhan Sultan tarafından yaptırılmış. Kösem Sultan ve Hürrem Sultan gibi bazı isimlerin devlet yönetiminde aktif yer almaya çalışmalarını tarih kitaplarında okusak da çoğu padişah annesi ve eşinin ömürlerini ve servetlerini hayır işlerine vakfettikleri yaptırdıkları eserlerden ortaya çıkıyor. Yakın bir zaman önce yayınlanan ve Can Alpgüvenç'in derlediği 'Hayırda Yarışan Hanım Sultanlar' (Kaynak Yayınları) kitabı onların hayat hikayelerini ve yaptırdığı eserleri anlatıyor. Alpgüvenç, hayırda yarışan kadınlar arasında, ismi ilk zikredilmesi gereken kişinin Selçuk Hatun olduğunu yazıyor. Selçuk Hatun Edirne'ye, Bursa'ya ve İstanbul'a kendi adıyla üç ayrı cami, Bursa'ya bir mektep, Balıkesir'e de tekke yaptırmış.

Su mimarisini geliştirdi
Mihrişah Valide Sultan: III. Mustafa'nın eşi olan Mihrişah Sultan, III. Selim'in de annesi. Eyüp ve civarında birçok hayratı var: Okul, değerli yazmalardan oluşan kütüphane, çeşme ve sebiller... Halıcıoğlu, Levent ve Hasköy'e birer cami yaptıran Sultan, Kasımpaşa Mevlevihanesi'ni de tamir ettirmiş. Yaptırdığı mektep 1995 yılından beri 'Eyüp Sultan Gençlik İzci Grubu Lokali' olarak kullanılıyor. Kütüphanesindeki elyazmaları 1957 yılında Süleymaniye Kütüphanesi'ne nakledildi. Kasımpaşa, Üsküdar, Eminönü, Yeniköy, Hasköy ve Halıcıköy'deki çeşmeleri hâlâ duruyor.

İstanbul Kız Lisesi'ni o yaptırdı
Bezmiâlem Valide Sultan: II. Mahmud'un eşi, Abdülmecid'in de annesi. Fatih Camii'nde siyah camekân içinde asılı duran sekiz köşeli sırma işlemeli çuha, onun el emeği. Kimsesiz kızları tebdili kıyafetle sokağa çıkar, bizzat kendisi tespit eder, evlendirirmiş. Vakıf Gureba Hastanesi de onun hayrı. İlk sivil lise Darül Maarif (şimdi adı İstanbul Kız Lisesi) onun hayrı. Asıl adı Bezmialem Valide Sultan olan ama Dolmabahçe Camii olarak anılan camiyi de o yaptırmış. Karaköy-Eminönü arasında 18 yıl hizmet veren ama artık olmayan köprünün yapımına da Bezmialem Sultan önayak olmuş.

Kaloriferli ilk hastane
Pertevniyal Valide Sultan: Çerkez asıllı Pertevniyal Valide Sultan, Abdülaziz'in annesi. Mal varlığını Aksaray'daki Valide Sultan Camii'ni, onun yanındaki sebili ve sübyan mektebini yaptırmak için harcamış. Büyük Aksaray yangınında mektep binası kül olunca yerine devlet betonarme bir okul yaptırmış. Bakanlar Kurulu kararıyla bu okula Pertevniyal Lisesi adı verildi. Sultan, Medine'ye de bir kadınlar hastanesi kurdurmuş. Burası kaloriferli bir bina ve bu bölge için bir ilk... Beşiktaş'taki Yahya Efendi Türbesi'ni de tamir ettiren Sultanın Karagümrük'te, Eyüp'te, Şehremini'de çeşmeleri var.? ? ? ? :

Yavuz'un eşinden Manisa'ya mahalle
Hafsa Valide Sultan: Kanuni Sultan Süleyman'ın annesi, Yavuz Sultan Selim'in eşi. Oğluyla uzun yıllar Manisa'da yaşayan sultan buraya Sultaniye Camii ve külliyesini yaptırmış. Camiye cemaat toplamak için de çevresinde 20 evlik yer satın almış ve ev yaptırmak isteyenlerden vergi alınmamasını şart koşmuş. Bu sebeple mahallenin adı 'Sultaniye'. Manisa'ya bir de evsizlerin ve yolcuların kalması için hankâh inşa ettirmiş. İlk şeyhi Merkez Efendi. (Mesir macunun mucidi) Şimdilerde Manisa'da Sağlık Müzesi olarak işlev gören Darüşşifa, Hafsa Sultan'ın külliyesi için yapılmış bir hastane.

Kanunî'nin gelini Üsküdar'ı imar etmiş
Nurbanu Valide Sultan: II. Selim'in eşi Nurbanu Sultan, III. Murat'ın annesi. Üsküdar meydandaki Atik Valide Camii ve külliyesini Nurbanu sultan yaptırmış. Külliyenin ihtiyaçları için Üsküdar, Çemberlitaş ve Yenikapı'daki hâlâ işleyen meşhur hamamların gelirlerini bağışlamış. Atik Valide Külliyesi'nin bir kısım binaları 2003 yılında Marmara Üniversitesi'ne verildi. Üniversite burayı Güzel Sanatlar Fakültesi olarak kullanıyor. Sultanın yaptırdığı Atik Valide Sultan Sübyan Mektebi'ni şimdi Toptaşı Cezaevi'ni koruyan jandarma bölüğü kullanıyor. Darüşşifa (hastanesi) ise, 19. yy'ın sonlarına doğru akıl hastanesi, 1927 yılında tütün atölyesi, 1976 yılında ise bir kısmı Üsküdar İmam Hatip Lisesi, bir kısmı da Toptaşı Cezaevi olmuş.

Hatice Turhan Sultan:
Sultan İbrahim'in eşi, IV. Mehmet'in annesi. Eminönü'ndeki Yenicami yapılmaya başladıktan bir yıl sonra Sultan III. Mehmet'in ölmesi üzerine yarım kalmış. İnşaat halinde 59 yıl duran camiyi tamamlamak Hatice Turhan Sultan'a nasip olmuş. Caminin yanına giderlerini karşılaması için Mısır Çarşısı'nı yaptırmış. Namaz vakitlerinin tayin edildiği muvakkithane, çeşme ve sübyan mektebini de unutmamış. Sübyan mektebinin kalıntıları üzerinde şimdi İş Bankası var.

Gülnuş Valide Sultan:
IV. Mehmet'in eşi. Balkan coğrafyasında onun adını taşıyan çok cami var. İstanbul'da, Sakız Adası'nda ve Mekke'de de inşa ettirdiği hayır eserleri bulunuyor. Gülnuş Valide'nin iki oğlu da padişahlık yapmış. Küçük oğlu III. Ahmet'in annesinin hayrına Üsküdar'da yaptırdığı külliyede, padişahın ona atfettiği bir hat var. Bu celali hatta 'Cennet annelerin ayağının altındadır' hadisi yazıyor. 



Ne kusursuz insan ara, ne de insanda kusur.. Günün birinde yolu bir dergâha düsen kendi halinde bir adam, dergâhta, bir Mevlevi ile bir Bektaşi''nin sohbet ettiklerini görünce yanlarına yaklaşır. Kendini tanıtır ve dergâhı merak ettiğini, nasıl zikir edildiğini izlemek için geldiğini söyler.
Erenler başlar adama çeşitli nasihatlerde bulunmaya, her biri kendi yolunu mümkün olan en tatlı dille anlatmaya çalışır.

Adam bir yandan onları dinlerken, bir yandan da gözleri onların giysilerine takılır.

Mevlevi'nin giydiği kıyafette kollar o kadar geniş ve uzundur ki hem içine üç kişinin birden kolu sığabilir, hem de uzun olduğu için yalnızca kolları değil, elleri de kapatmaktadır.

Bektaşi'nin kıyafetinde ise tam tersi bir durum vardır.

Elbisenin kolu daracıktır, neredeyse tene yapışmıştır; üstelik kısa olduğu için, eller ta bileklere kadar açıktır.

Bu duruma hayret eden adam, sebebini öğrenmek ister.

Büyük merakla, önce Mevlevi'ye sorar:

'Pirim, kıyafetinizin kolları neden o kadar geniş ve uzun; bunun özel bir sebebi var mı? '

Mevlevi hiç beklemediği bu soru karşısında oldukça şaşırır.

İki kolunu da biraz yukarıya kaldırır, sonra ellerini birleştirerek kollarını daire sekline getirir ve şöyle der:

'Evet, özel bir sebebi vardır. Çünkü biz insanların günahlarını, ayıplarını, kusurlarını örteriz. Başkaları görmesin diye üzerini kapatırız.'

Yanıttan oldukça hoşnut olan adam ayni merakla bu kez Bektaşi''ye döner:

'Peki ya siz, pirim? Sizin kıyafetinizin kolları neden bu kadar dar ve kısa?

Siz insanların günahları ve ayıplarını örtmez misiniz? '

Bektaşi kendi kollarına bakar, birkaç saniyelik bir dalgınlıktan sonra gülümser ve adama bakarak şöyle der:

'Biz mi? Bizim geniş kıyafetlere ihtiyacımız yoktur.

Çünkü biz insanların günahlarını ve kusurlarını görmeyiz.'

ÖZETLE:

Ne kusursuz insan ara, ne de insanda kusur.

Birincisini zaten bulamazsın, ikincisinde ise, bulduğun her kusur, öğrendiğin her ayıp sahibini değil, seni çirkinleştirir. Her ikisi de seni mutsuz eder. Birincisini bulamadığın için, ikincisini ise bulduğun için mutsuz olursun...

Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler. [Mevlâna] 



 bu yazıya alkış istiyomm...Türk Olmak.. ya da olmamak.... Türk olmayı istemediğiniz olursa bunu okuyun ve kendinizi şanlı hissedin türk olduğunuz için işte diğer ülkeler

Afrika;
ingiliz sömürgesi sizi üzer
açlıktan ölürsünüz

İngiltere;
dünyanın sömürgecisi olduğunuz için üzülürsünüz
klasik hayat sizi sıkar

Rusya;
bir kızla çıkarsanız %78i hayat kadını çıkar (afedersiniz)
çok üşürsünüz

Filistin;
Tepenize bomba yağar hayatta kalmak çok zor olur

Mısır;
Sokaklar çok kirlidir(düşünülmeyecek kadar kirli)
çok sıcaktır

İsrail;
Ülkenizin cani olsuğunu bilip utanç duyarsınız

Yunanistan;
TÜRKİYEnin herşeyini çalarak yaşarsınız
youtubetaki türklerden çok fazla küfür yemişsinizdir(bende youtubea üye olsam bende küfür ederdim)

Amerika;
Şehirlerinde suç kumar her kötü şey olduğu için korkarak yayan yürürsünüz

ama TÜRK olarak bu neden ler sayesinde şanslısınız;
2400 yıllık bir tarihiniz vardır
M.K ATATÜRK gibi bir lidere sahipsinizdir
Çok misafirperversinizdir
Dünyanın en asil devletinde yaşarsınız
Ayrıca en vatanseveri namuslusu gururlusu asaletsi
Pek belli etmesede Dünya'nın en akıllı yerinde yaşıyorsunuz
Bir dükkana gittiniz paranız yetmedi tüccarlar iyi kalpli oldğuğ için sonra getirirsinniz der.
Yabancı ülkeden biri TÜRKlerle alay ederse ona çok rahat cevap verip lafı koyarsınız

(alıntı) 



çok şaşırmak isterseniz bunu bi okuyun derim :) Unun bile patlayıcı özelliği varsa

...Daha çok kişinin canı yanıcak

Tarihte kayda geçen ilk un patlaması 1785 yılında İtalya'da Turiri'de bir ekmek fırınında, bir lambanın un tozunu tutuşturması sonucu oldu. Ölüme ve fazla zarara yol açmayan bu patlamadan sonra konu unutuldu gitti.

Modern günlerimizin başlangıcında, insanlık tarihinin ana gıdası ekmeğimizin en önemli girdisi olan unun çok ciddi bir şekilde yanarak patlayabileceğini kime söyleseniz herhalde şaka kabul eder gülerdi. 1981'de ABD'de büyük bir hububat silosu infilak edip, 9 kişi ölüp, 30 kişi de yaralanınca gülmeler durdu. 1988'de hububat bulunan yerlere belirli bir emniyet standardı getiren kuralların uygulanmasına başlanılmasına rağmen 90'lı yıllarda sadece ABD'de undan kaynaklanan ortalama yılda 13 patlama oldu.

Peki nasıl oluyor da un bu kadar tehlikeli bir şekilde patlayabiliyor? Sebebi basit. Çünkü o bir karbonhidrat. Havada toz olarak asılı duran karbonhidratın miktarı, bir metreküpte 50 gramı aşınca herhangi bir şekilde tutuşturulduğunda patlar. Un tozları o kadar küçüktür ki, anında yanar ve bu yangın diğerlerine zincirleme yayılır. Bu da toz bulutunda, ortama da bağlı olarak, patlayıcı bir güç oluşturur. Benzer durum şeker, puding ve hatta çok ince testere talaşlarında bile oluşabilir.

Bir yangının çıkması için üç şeyin bir arada olması gerekir. Hava (içindeki oksijen) , yanıcı madde (burada un oluyor) ve tutuşturucu. Silolarda insanların çalıştıkları yerlerde tutuşmak için gereken metreküpte en az 50 gram un tozu miktarına pek ulaşılamaz. Tabii burada unutulmaması gereken patlamaya sebep verenin yanıcı maddenin havada asılı duran toz miktarı olduğudur, yoksa yere serilen unda böyle bir tehlike yoktur.

Silolarda tutuşmaya sebep olan şeyler, bilinçsizce yapılan bir kaynak, bir kesme işlemi, sigara, asansörler ve konveyörlerin mekanizmalarından çıkan kıvılcımlar olabilir. Şüphesiz ortamın da çok önemi vardır. Patlamanın yarattığı büyük basınç boşalacak yer bulamazsa binayı bile yıkabilir. Açık havada ise patlama olmaz ama yine de tehlikeli bir alevlenme olur.

Hanımlar, endişelenmeyin, kurabiye veya börek yapmak için aldığınız bir kilo undan 50 gramı havaya uçmaz. Bu olay için tonlarca un gerekir. Hamur yoğurmak için balkona çıkmanıza hiç gerek yok!

Alıntıdır! ! 



 bunlara da gülünmez ama :))) Tarihe geçen en ilginç ölümler

Hiç sakalına basıp ölen birini duydunuz mu? Ya da boynuna taktığı eşarptan boğulan birini... Neatorama adlı haber sitesi tarihin en ilginç ölümlerini seçti. İşte en acayip ölümler:

Çılgın terzi
Moda tasarımcılarıyla ünlü Paris'te 1911'de şehrin en ünlü terzilerinden Franz Reichelt fonksiyonel bir kıyafet hazırladı. Reichelt geniş bir mantoyu andıran tasarımının paraşüt olarak da kullanılacağına inandı. Bunu ispat etmek için Eyfel Kulesi'nden atlayan terzi yanılgısını canıyla ödedi.

Rasputin Efsanesi
Rus mistik Grigori Rasputin'nin (1869-1916) çarlığa yakın olması düşmanları harekete geçirdi. Rasputin'e önce siyanür içirildi. Ancak fare zehrinin öldürmemesi üzerine silahla vuruldu. Kaçmaya başlayan Rasputin'in başına demir levyeyle vurdular. Buzla kaplı nehre atılarak boğulan Rasputin'in donmuş cesedi iki gün sonra sudan çıkarıldı.

Beyzbol topu
Cleveland Indians'ın efsanevi oyuncusu Ray Chapman oyun sırasında başına vuran ve kafatasını parçalayan beyzbol topuyla yaşamını yitirdi.

Timsah Avcısı Avlandı
AvustralyalI vahşi doğa uzmanı Steve Irwin 'Timsah Avcısı' olarak anılıyordu. Irwin, Great Barrier Reef'de belgesel film çalışması sırasında dikenli bir vatozun göğsüne iğnesini fırlatması sonucunda öldü.

Sakalı sonu oldu
Dünyanın en uzun sakallı adamı olarak bilinen Avusturyalı Hans Steininger bir gün tutkuyla uzattığı sakalının ölümüne neden olacağını aklına bile getirmedi. 1567'de bir metre 40 santimetre uzunluğundaki sakalına takılınca dengesini kaybetti. Boynu kırılan Steininger anında yaşamını yitirdi.

Rol değil gerçek
Amerikalı komedyen Dick Shawn kahkaha dolu şovu sırasında meslektaşlarını eleştiriyordu. 'İşim için hiçbir zaman yerlere kapanmam' derken sahnenin zeminine düşen Shawn'ı hayranları çılgınca alkışladı. Shawn 10 dakika boyunca aralıksız süren alkışlardan sonra kalkmayınca yanına gelen güvenlik görevlileri öldüğünü fark etti.

Tatlı tatlı göçtü
İsveç Kralı Adolf Frederick tatlıya düşkünlüğüyle tanınıyordu. 'Ölümüm savaş arenasında değil yemek masasında olsun' sözüyle ünlü olan İsveç kralının istediği oldu. Hazımsızlık sorunu olan kral 1771'de 61 yaşındayken havyar, havuç çorbası, ringa balığı, karidesli börek, 10 kadeh şampanya ve 14 porsiyon tatlısını bitirdikten beş dakika sonra dünyaya veda etti. 



Atasözü ve deyimler nereden geliyor? ..eğlenceli bir yazı... Adam ol baban gibi, eşek olma

Vaktiyle Eğitim Bakanlığı da yapmış olan tarihçi Abdurrahman Şeref Bey, Galatasaray Lisesi' nde müdür iken, birgün Sultan Abdülhamid' in hizmetkarlarından bir paşanın oğluna kızar. Öğrencilerin arasında çocuğa;
"Adam ol" der, "baban gibi eşek olma! "
Çocuk bunu babasına anlatır.
Babası:
"Vay, demek ben bugüne bugün padişahımın mahiyetinde bir paşa olayım da, bana eşek desin. Bunu ona soracağım" der.
Ertesi gün okula gidip hocayı bularak;
"Beyefendi, sizin bana eşek demeye ne hakkınız var? Ben, padişahın mahiyetinde paşayım" deyince, Abdurrahman Şeref bey;
"Ne münasebet ben sizi tanımıyorum. Ne zaman eşek dedim", diye sorar.
Paşa;
"Geçen gün okulda oğluma "adam ol, baban gibi eşek olma" diye bağırmışsınız" der.
Bunun üzerine Abdurrahman Bey;
"Doğru, çocuğunuzu payladım. Çalışmıyordu. Sizi örnek göstererek, "adam ol baban gibi! eşek olma! diye söyledim" der.
Bu cevap üzerine paşa, hem özür diler, hem de teşekkür eder ve oradan ayrılır.
-
-
-
Kel başa şimşir tarak
Şimşir sözcüğü, kılıç anlamına gelir. Deyimde kullanılan şimşir sözünün aslı çok sert ve dayanıklı olduğundan, tarak, cetvel v.b. yapımında kullanılan 'şimşir' ağacından gelmektedir.
Eskiden zengin bir aile, kızlarını gelin ediyorlarmış. Oğlan evine, adet olduğu üzere, bohça bohça hediyeler gitmiş. Kayınvalide, iki görümce ve eltilere, yaş ve aile içindeki durumlarına göre; altın, gümüş kaplamalı, fil dişi ve şimşir taraklar, diğer armağanlarla birlikte verilmiş.
Küçük elti ağır ve ateşli bir hastalık geçirdiğinden saçları dökülmüş. Aile içindekilerden başka kimsenin, kadıncağızın kelliğinden haberi yokmuş.
Kendisine verile verile şimşir tarak verilmesi, küçük eltinin çok canını sıkmış. Kelliğini unutup, armağanları getiren kadına sızlanmış:
'Herkese altın, gümüş tarak, bana da şimşir öyle mi? Yemi gelin, daha bu eve adımını atmadan benimle uğraşmaya başladı...' Oğlan anası gelininin bu hareketinden utanmış ve üzüntü duymuş. O kızgınlıkla çıkışmış: 'Senin ki gibi kel başa, şimşir tarak çok bile' deyivermiş.
Bu atasözü, yoksul, ya da durumu kötü bir kişinin, vaziyetine uymayan, pahalı, gereksiz şeyler almaya kalkması gibi durumlarda kullanılır.
-
-
-
İlk göz ağrısı
Eskiden savaşlar şimdikinden çok olduğu için, Anadolu' nun hemen her köyünden, hemen her hanesinden şu yada bu cephede savaşan bir asker olurmuş.
Bu askerlerin geride kalan anaları, kardeşleri, hanımları, nişanlıları, yavukluları olurmuş elbette.
Bu biçareler, vatanını, milletini, dinini muhafaza için cephe cephe koşan yiğitleriyle elbet gurur duyarlarmış ama ağlamadan, göz yaşı dökmeden de gün geçirmezlermiş.
Bazen aşikar, bazen gizli gizli ağlayan genç kız ve gelinlerimizin göz pınarları kuruyup gözleri çapaklanmaya ve ağrımaya başlarmış.
Birbirleriyle konuşurken, o zamanın terbiyesi icabı:
'Senin yavuklun, senin kocan' diyemezler, utanırlarmış.
'Benim göz ağrımdan hiç mektup gelmiyor, seninkinden haber var mı? ' diye sorarlarmış.
Bu deyim, sevdiklerimiz içinde en birincisi anlamında kullanılır
-
-
-
Zurnada peşrev olmaz
Davul ile zurnayı musikiden saymayan ve küçük gören bir sonradan görme İstanbul' lu, Edirne' de bir düğüne davet edilmiş. Yemekten sonra açık havada yapılan oyun ve eğlenceler sırasında bu hatırlı davetliye, zurnazen başı yaklaşarak sormuş:
-Çalmamızı arzu ettiğiniz herhangi bir parça var mı?
Ukala adam, dudak bükmüş:
-Ayol, kala kala zurnaya mı kaldık. Bunun peşrevi olmaz. Ne nota bilirsiniz ki siz, ne de beste. Sizin çaldıklarınızı ben dinleyemem. İyisi mi, kendiniz çalın oynayın.
Zurnazen, bu hakaretleri pek içerlemiş. 'Görürsün sen efendi' diyerek, en kabiliyetli yamaklarını etrafına toplayıp başlamış çalmaya.
O çalar, etrafındakiler söylermiş. Ne Itri' si kalmış çalmadık, ne Dede Efendi' si. Sonradan görme bey, ağzı bir karış açık onları uzun uzun dinlemiş. Adamlar, bir besteden bir besteye, bir makamdan bir makama geçtikçe, o da renkten renge geçmiş.
Bu deyim, hikayedeki anlamının dışında, 'insanın kaderini zorlamamasını, ne çıkarsa bahtına razı olması gerektiğini anlatmak için kullanılır.
-
-
-
Buyrun cenaze namazına
IV. Murad zamanında tütün,içki,keyif verici madde yasağı koyar.ve yasağa uymayanları şiddetle cezalandırır.
bugünkü üsküdar civarında bir kahvehanede tütün vs. içildiğini istihbarat alır.
derviş kılığında tebdili kıyafet buraya gider.
selam verir.oturur.kahveci yanına gelip,
-baba erenler kahve içermi? diye sorar.
-padişah. evet.
-kahveci:tütün içermisin.der.
-padişah:hayır.der.
kahveci işkillenir.tütün içimiyorda ne işi var burda.zaten padişahın tebdili kıyafet dolaştığı haberleri var.eli titreye titreye kahveyi götürür.
-kahveci:baba erenler ismini bağışlarmı?
-padişaha:Murad.
-kahveci:peki isimde sultanda varmı?
-padişah:elbette var.
deyince kahvecinin bet beniz atar.zangır zangır titrer.ve.
-kahveci:öyleyse buyrun cenaze namazına der.olduğu yere yığılır.
IV. Murad bu lafa çok güler ve kahveciyi bir defalığına affeder.
-
-
-
Bana da mı lo lo lo?
Adamın birisi borcunu vaktinde ödeyemediği için tefeci tarafından mahkemeye verilmiş. Tanıdığı bir avukata derdini anlatmış. Avukat:
-'Ben seni kurtarırım, sen mahkemede hakim ne sorarsa dilsiz taklidi yaparak Lo Lo Lo dersin, sakın ağzını açıp konuşma' diye talimat vermiş.
Mahkeme günü hakimin bütün sorduklarına Lo Lo Lo demiş ve Avukat ta 'Benim müvekkilim dilsizdir, böyle bir borcu yoktur, haksız bir borç ile zavallıyı mağdur etmek istiyorlar', şeklinde müdafalarla adamı kurtarmış.
Ertesi gün vekalet ücretini almaya gelen Avukata, adam yine dilsiz taklidi yaparak 'Lo Lo Lo' deyince, avukat kızmış:
-'Yahu, bize de mi Lo Lo Lo, benim verdiğim silahla beni de mi öldüreceksin? ' demiş.
-
-
-
Hoşafın yağı kesildi
Yeniçeri ocaklarında efrada yemek dağıtılırken mutfak meydancısı elinde tuttuğu üzeri ayet ve dualar yazılı kallavi koca kepçe ile evvela yağlı yemekleri ve pilavı dağıtır, sonra da hoşaflara daldırırmış.
Hal böyle olunca, sofralara gelen hoşaf bakracının üstünde, bir parmak kalınlığında yağ tabakası yüzermiş. Bu durumu gören Yeniçeri ağalarından akıllı birisi meydancıya emir vererek 'Kepçeyi yağlı yemeklere batırmadan evvel temiz iken hoşafları dağıt, sonra yemek tevziatına geç...' demiş.
Demiş amma, bu sefer sofralara giden hoşaf bakraçlarının üzerinde yağ tabakasını göremeyen Yeniçeriler isyan bayrağını çekmişler:
- 'Hakkımızı yiyorlar, istihkakımızdan çalıyorlar, zira hoşafın yağını bile kestiler, yağlı hoşaf isterük...' diye bağırmışlar
-
-
-
Atma Recep hepimiz din kardeşiyiz
Balkan devletlerinin mühim bir kısmı ve bu meyanda Arnavutluk, Osmanlı İmparatorluğu haritasına dahil iken, bu ülkeleri idare etmek çok zordu. Bu devirlerde sık sık dağa çıkan Arnavut eşkıyalarını takip eden hükümet kuvvetleri Recep isminde bir sergerdenin avanesini kuşatıp sıkıştırıyorlar. Çıkar yol kalmadığını gören Arnavutlar ve başlarındaki Recep, saklandıkları yerden bağırıyorlar:
- 'More atmayın, biz de din kardeşiyiz, teslim olacağız.'
Teslim oluyorlar, az bir ceza ile kurtuluyorlar. Fakat palavracı Arnavut bu olayı şurada burada anlatırken:
- 'More vallahi geberttirecektim zaptiyeleri, çolukumuz çocukumuz var deyip ağladılar, acıdım da bıraktım' şeklinde palavra atınca etrafında toplanıp dinleyenler arasında olayın iç yüzünü bilen birisi:
- 'Atma Recep biz de din kardeşiyiz...' deyince Arnavut Recep şaşırır
-
-
-
Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak
Dimyat Mısır'da, Süveyş Kanalı ağzında ve Portsait yakınlarında bir iskeledir. Eskiden Mısır'ın meşhur pirinçleri, ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Türkiye gelirdi.
Dimyat'a pirinç almak için giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdenizde Arap Korsanları tarafından soyulmuş ve adamcağızın kemerindeki bütün altınlarını almışlar.
Binbir müşkilat içinde Türkiye'ye dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmek durumuna düşmüş. İstanbul'dan kalkmış, memleketi olan Karaman'a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdayları da bulgur tüccarlarına sattığından, kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar. 'Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak' sözünün aslı buradan kalmıştır
-
-
-
Atı alan Üsküdar'ı geçti.
Zamanında Bolu beyine baş kaldıran köroğlunun dillerde yağızmı yağız atı çalınır.bütün civarı arar tarar yok.bir kimse birde istanbuldaki pazarları dolaş der.istanbulda pazarları dolaşırken atına rastlar.
pazar sahibine şu ata bir bineyim hele der.pazarcıda buyur der.
eski sahibinin kokusunu alan at şahlanıp,dört nala ordan uzaklaşır.
dövünen pazarcıya ihtiyarın biri gelip,
ah evlat! atı alan üsküdarı geçti.o köroğluydu,atın gerçek sahibi...
-
-
-
Güme gitti
Yeniçeriler günümüz polisliğini yaptığı dönemlerde olaylara müdahele edip,göz altına alacakları adamları kodeslere götürür.
İçeri atarkende hooop...güümm derlermiş. Ahalide bir olay sırasında suçsuz yere içeri alınan insanlara 'Vay be! adam bağıra çağıra
-
-
-
İş inada bindi
Adamın biri hayatında hiç namaz kılmamış.
Bunu bilen bir arkadaşıda
-'yahu şu mübarek ramazan bari bir-iki rekat namaz kıl' demiş.
o da
-'tamam tamam kılarız iki rekat' deyip akşam teravih namazına gitmiş.
Teravih başlamış. Bir-iki-dört derken namaz devam ediyor. Bir camdan kafasını uzatıp cami önünde bekleyen oğluna,
-'evlat sen eve git bu iş inada bindi' demiş.
-
-
-
Bu boru değil?
Eskiden askeri okullarda nerdeyse bütün işler borunun verdiği sese göre yapılır.Öğrenciler bu boru sesine göre hareket ederlermiş.
Kalk borusu,yat borusu,karavana,paydos,derse gir,dersten çık,istirahat v.s, bir çok boru sesi.
Hikayenin geçtiği askeri lisede o gün,sınıf kıdemlisi öğrenci, sınıfa dalar.
-Çocuklar size havadisim var! Duydunuzmu? diyerek bağırır.
Diğer öğrenciler de –Duymadık! Ne ise borusu çalar biz de duyarız demişler.
Kıdemli öğerenci de
-Çocuklar! bu boru değil.Yarın yeni padişah tahta çıkıyor.Şenlikler var. Sınıf komutanın özel emri var. Bütün dersler paydos demiş.
Diğer öğrencilerde çok sevinirler bu işe.
O günden sonra o okul ve diğer okullarda öğrenciler aralarında konuşmaya başlamadan önce,
-Dinle! Bu boru değil.Anlatacaklarım çok önemli... diyerek lafa başlarlarmış
-
-
-
Yanlış hesap, Bağdat'tan döner
İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelir.Tüccarların siparişleri kumaş,kürk,baharat neyse dağıtılır.Daha sonra tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş.
Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hilleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır.
Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat –Hicaz ve Mısıra seferine çıkar.
Tüccarda, şimdi bu Mısırdan altı-yedi ayda zor döner.bende bu parayı işletirim. diye düşünür.
Kervancı yol uzun,zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar inceler.
Tüccarın yaptığı hileyi anlar.Kervan Bağdat'a girmek üzereyken,kervanı oğlu vv güvendiği bir kişiye emnet eder,
-Siz beni Bağdatta bekleyin. der.
İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbula dönmeye başlar.
Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan kurar.İstanbuldaki dostlarında plan için yardım ister.
Ertesi gün tüccarın dükkanına iki kadın gelir.
Tüccara,
-Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst,en güvenilir kişi sizmişsiniz.Biz Hicaza gideceğiz.Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz.derler.
Çantaları açıp tüccara gösterirler.Çantaların için inci.altın,pırlanta envayi çeşit müccevher.
-Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş olsun.bize bir dua okutur,belki bir hayrat yaptırırsın.derler.
Bunları duyan tüccar sevinçten uçar.Kadınları hürmet,ziyafet.
Bu sırada kervancı içeri girer,
Bunu gören tüccar,daha kervancı lafa başlamadan,
-Yahu hoşgeldin.bizim hesapta bir yanlışlık olmuş.paralarını ayırdım.Çocuklarada tenbihledim,eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin.Ben kul hakkı yemem kardeşim. der.
Parayı hemen verir.
Bu sırada kadınlar, –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik.Kısmetse seneye! .deyip dükkan
çıkarlar.
Oyuna geldiğini anlayan tüccar,kervancıının peşinden koşup,
-hani sen Mısır'a gidecektin.yaktın beni! diye bağırır.
Atına binen kervancı,
-yanlış hesap adamı Bağdattan döndürür der ve yoluna gider.
-
-
-
Çıkar ağzındaki baklayı
"Zamanında çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Sonunda kendine yakıştırılan küfürbazlık ününe dayanamaz duruma gelmiş. Soluğu bir bilgenin yanında almış, ondan akıl danışmış.
'Her kızdığım konu karşısında küfretmek huyumdan kurtulmak istiyorum' demiş. Adamın içtenliğini görünce bilge ona yardımcı olmaya karar vermiş. Bakkaldan bir avuç bakla tanesi getirtmiş ve bunları 'küfürbazlık'tan kurtulmak isteyen adamın avucunun içine koydu.
'Şimdi bu bakla tanelerini al, birini dilinin altına, ötekilerini cebine koy' demiş. 'Konuşmak istediğin zaman bakla diline takılacak, sen de küfürden kurtulma isteğini anımsayıp o anda söyleyeceğin küfürden vazgeçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir bakla çıkakrırsın, dilinin altına onu yerleştirirsin.'
"Adamcağız bilgenin dediğini yapmış. Bu ara da bilgenin yanından da ayrılmamaya çalışıyormuş. Yağmurlu bir günde birlikte bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılmış ve genç bir kız başını uzatmış, seslenmiş:
'Bilge efendi, biraz durur musun? ' demiş ve pencereyi kapatmış. Bilge söyleneni yapmış ama sicim gibi yağan yağmur altında iliklerine değin ıslanmış. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçmiş içinden fakat tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünmüş ve aynı isteğini yinelemiş:
'Bilge efendi, lütfen birkaç dakika daha bekler misiniz...'
"Bilge içinden öfkelenmiş ama kızın isteğini de yerine getirmiş. Fakat yanındaki 'eski' küfürbaz adam, kendini zor tutuyormuş. Bu arada yağmurun şiddeti gittikçe artıyor, bilge de, adam da, vıcık vıcık ıslanıyorlarmış.
Bir süre sonra pencere açılmış ve kız yine seslenmiş
'Gidebilirsiniz artık! ..' demiş.
Bilge bu durumu çok merak etmiş ve sormuş:
'İyi de evladım bir şey yoksa bu yağmurun altında bizi niçin beklettin? '
"Penceredeki kız, bu soruyu pek umursamamış:
'Efendim, sizi elbette bir nedeni olmadan bekletmiş değilim' demiş ve bekletme nedenini şöyle açıklamış:
'Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi sokaktan geçerken görünce hemen yumurtaları kuluçkaya koydu ve yumurtaları tavuğun altına yerleştirene değin sizin pencerenin önünden ayrılmamanızı istedi.'
"Saygısızlığın böylesi karşısında bilgenin de tepesinin tası atmış. Yanındaki 'eski' küfürbaza dönmüş ve şöyle demiş:
'Hak ettiler bu ana kız' demiş. 'Çıkar ağzından baklayı! ..''
-
-
-
Hakkında Hayırlısı Böyleymiş
Bu deyim daha çok değer verilmeyen birinin başına gelen felaketi –birazda alay ederek- hafife almak için kullanılıyor. Hikaye şöyle;
Bir zamanlar Üç kişilik bir hırsız gurubu varmış. Bunlar her gittiği yeri soyup soğana çevirmekte yurt çapında ustalaşmış, namı almış yürümüş kişilermiş. Aralarından biri şefmiş. Şef oldukça sert mizaçlı, acımasız biriymiş. Bir gece konağın birini soyuyorlarmış, çatıdan salona ip sallandırmışlar, biri topladığı eşyaları iple tırmanarak çatıdaki şefe veriyor, şef; bunları dışarıda gözcülük yapan diğer hırsıza ulaştırıyormuş. İçerdeki hırsız salonda som altından bir şamdan görmüş, iple çatıya çıkarken,
"şefim bu şamdan benim ona göre" demiş. Şef bu lafa bir hayli sinirlenip ipi kesmiş, adam kafa üstü yere çakılıp ölmüş. Konaktan yürütebildikleri ile birlikte öteki hırsızla hızla uzaklaşırlarken adam ölen arkadaşı ile ilgili bütün cesaretini toplayıp; "Zühtü de iyi adamdı be şefim" Şef sert bir bakış fırlattıktan sonra gür sesiyle bağırmış: " Sus ulan! Hakkında hayırlısı böyleymiş"
-
-
-
İnsanoğlu Kuş Misali
Zamanında Üsküdar'da bir "Miskinler Tekkesi" bulunurmuş. Adından da anlaşılacağı üzere buraya yurdun en tembel, en miskin insanları takılırmış. İşte burada iki miskin kendilerine iki sandalye bulup oturuyorlarmış. Gel zaman git zaman havalar gittikçe soğumaya başlamış. Tekkeninde penceresi açık ama kimsenin ayağa kalkıp pencereyi kapatmaya mecali yok.
Birinci miskin: Yahu havalar iyice soğudu, şu pencereyi kapatmak lazım.
İkinci miskin: Doğru söylüyorsun mirim, kapatmak lazım.
Aradan saatler geçer, haftalar geçer, hatta ay geçer, yine aynı diyalog aralarında sürer gider. Sonunda birinci miskin daha fazla dayanamaz bütün gücünü toplayıp karşı pencereye ulaşır, camı kapatır ve hemen oracıktaki bir iskemleye kendini bırakır. Sonra öteki miskin arkadaşına şunları der: "Ya mirim gördün mü, insanoğlu kuş misali. Dün neredeydim, bugün neredeyim"
-
-
-
Gemileri yakmak
Gemiyle işgale gittikleri bir yerde ordusu rakibin gücü karşısında korku duymaya başlayınca Sezar askerlerini yüksek bir tepeye çıkartır ve aşağıda kalan bir kaç askere gemileri ateşe vermeleri emrini verir. Geldikleri gemiler gözlerinin ününde çatır çatır yanan ordu şok geçirmiştir. sezar 'gördüğünüz gibi gemileri yaktık artık dönüş yok ya bu savaşı kazanırsınız ya da hepimiz burada ölürüz' şeklinde bir konuşma yapar. savaş sezarın ordularının ezici zaferiyle sonuçlanır.
-
-
-
Ateş pahası
Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla birlikte avlanmaya çıkmıştı. Bir ceylanın peşinden koşarlarken zamanın nasıl geçtiğinin ayırdına varamadılar. "Biz nerelere geldik böyle? " diyerek çevrelerine bakındıklarında hava kararmaya yüz tutmuştu. Gök kararmakla kalmamış, şiddetli bir rüzgar ve ardından da savruntulu bir yağmur bastırmıştı. Hünkar ve adamları, bu dağ başında bulabildikleri bir kulübeye kendilerini zor attılar. Sığındıkları kulübede, geçimini odunculuk yaparak sağlayan yoksul bir köylü yaşıyordu. Adamcağız bu Tanrı konuklarını içeri aldı, onlara elinden geldiğince yardımcı olmaya başladı. Padişah kendini özellikle tanıtmak istememişti; ama yoksul oduncu onun kim olduğunu anlamakta gecikmedi. O nedenle ocağa büyük büyük odunlar atıp kulübeyi iyice ısıttı.Bir de sıcacık çorba ikram etti. Dışarıda hem ıslanıp hem üşüyen padişah ve adamları bu durumdan pek memnun kalmışlardı. Geceyi orada rahatça geçirdiler. Hatta padişah bir ara çevresindekilere, "Doğrusu şu ateş bin altın eder" diye de söylendi. Ertesi gün yola çıkmadan önce padişah oduncuya önce memnuniyetini bildirdi: "Efendi! Bizi ihya ettin. Harlı ateşin sayesinde geceyi pek rahat geçirdik" dedi ve sordu: "Söyle bakalım borcumuz ne kadar? " Oduncu, kırk yılda bir eline geçen bu olanağı değerlendi ve parayı biraz yüksek söyledi: "Bin bir altın yeter, beyzadem" dedi. 'Çok fazla istemedin mi? 'diye soran padişaha. 'Yemek ve yatak bedeli bir altın,ateşin bin altın ettiğini de zaten siz söylediniz.'dedi. Padişah adamın kıvrak zekası karşısında gülümsedi ve bin altını ödedi. ATEŞ PAHASI sözü buradan gelir.
-
-
-
Saman Altından Su Yürütmek
Vaktiyle köyün birinde ahalinin tarlaları ve meyve sebze bahçelerini suladığı bir su kaynağı varmış. Bu kaynak köyün ortak malıymış. Civarda başkaca su kaynağı olmadığından bütün köylü arazisini bu kaynaktan nöbetleşe sıra ile sularmış.
Kimin ne vakit, ne kadar su kullanacağı belliymiş ve herkes kendi sırasını takip eder, komşularının hakkına da saygı gösterirmiş.
Ancak her köyde olduğu gibi bu köyde de açıkgöz bir adam varmış. Sebze bahçesi su kaynağının hemen yakınında bulunan bu adam,herkes gibi sırası geldiğinde gider, kaynaktan suyunu alırmış ama bununla yetinmeyip kaynak ile bahçesi arasına gizli bir su yolu kazmış.Kimseler farketmesin diye de su yolunun üzerini taşla tahtayla kapatıp üstüne de saman balyaları yığmış. Su, diğer vakitlerde bu saman altından aka aka açıkgözün tarlasına kadar gidermiş.
Yaz ortasında herkesin tarlası susuzluktan yanıp kavrulurken, onun ki fidanların boy üstüne boy attıkları, yemyeşil bir halde olurmuş.Üstelik bostanın ortasındaki sulama havuzu da, her zaman silme doluymuş.
Köylüler 'Bu işin içinde bir iş var' diyerek araştırmışlar ve kısa bir süre sonra da bu uyanığın saman altından su yürüttüğünü farketmişler.
Bu deyim 'gizlice iş görmek,kimselere farkettirmeden işler çevirmek'anlamında kullanılır.
-
-
-
Mürekkep yalamak
Eskiden mürekkeplerin içinde bezir isi denilen bir madde bulunur.Yazarken yapılan yanlışlıklar ancak yalamak yoluyla giderilirmiş.
Okuma-yazma bilen kişiler az olduğundan,bir,iki satır yazacak kişiler el üstünde tutulur.Mürekkep yalayanlar üstün sayılırmış.
-
-
-
Foyası meydana çıktı.
Kuyumcular yaptıları yüzük,kolye,küpe gibi ziynetlerde kullandıkları elmasların arka kısmına foya adlı maddeyi sürer,bir çeşit ayna gibi ışıkların yansıtılmasını sağlarlarmış. Zamanla foyalar çıkar,dökülür.Bu benzetme yapılarak sahte,yalan işlerin ortaya çıkması anlamında deyim olarak kullanılır
-
-
-
Bir çuval incir berbat oldu.
İncir işleme fabrikalarında incirler çürük,kurtlu,bozuk olanlar ayıklanır,sağlamlar boy boy ayrılırmış.
Bir torba yada çuvaldaki gözden kaçmış bozuk incirleden sağlam incirlere hastalık sirayet edermiş.
Küçük bir yanlışlığın güzelim işleri bozduğu bu olaydan ilham alınır olmuş.
-
-
-
Şirazesinden çıktı
Ciltli kitapların kapağa bağlanan iki uç tarafında ibrişimden örülmüş (ya da başka cins bir ip) ince bir şerit vardır. Buna şiraze denir.Sayfaları cilt olarak bağlı tutar.Şiraze bozulursa kitap dağılır.
-
-
-
Şapa oturduk!
Kızıldenizin eski bir adı Şap denizi imiş.Mercana benzeyen beyaz taşlar bu denizden getirilirmiş.Bu taşlar su altında hacimlerini büyüterek yayılır ve gemiler için tehlike oluşturur. Seyir haritalarında normal gösterilen yerlerde bu şap kayaları büyüdükleri için tehlikelere neden olurmuş. Eskiden haca gemiyle giden hacı adayları için en sık başa gelen en önemli tehlike buymuş.Hacı bekleyen ahali 'İnşallah bizimkiler şapa oturmaz' deyip dua ederlermiş.
-
-
-
Vermeyince mabud neylesin Sultan Mahmut
Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış.Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.
-Tıkandı baba, çay getir
-Tıkandı baba, oralet getir.
Bu durum Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş.
-Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?
-Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba
-Anlat baba anlat merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi.
Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;
-Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. 'Benimki de onlarınki kadar aksın' diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden 'Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın' dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben
yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve 'Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık, dedi. O gün bu gün adım 'Tıkandı baba' ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdide burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.'
Tıkandı baba'nın anlattıkları Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş.Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına;
-Hergün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz.
Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz.
Sultan Mahmut'un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba'ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis. 'Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim' diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken 'Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim' demiş ve işlek bir yol kenarına geçip
başlamış bağırmaya
-Taze baklava, güzel baklava!
Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı
anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde! ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın. Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi
-Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım, demiş.
Tıkandı baba da
-Peki, demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar gelmiş ve! Yahudi de her akşam Tıkandı baba'dan baklavaları satın almış.
Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut;
-Bizim Tıkandı baba'ya bir bakalım, deyip Tıkandı baba'nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın.
Sultan;
-Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi? mi, demiş
-Geldi sultanım
-Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?
-Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım.
-Sultan şöyle bir tebessüm etmiş.
-Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı, hadi benle gel, deyip almış ve devletin hazine odasına götürmüş.
-Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir, demiş. Tıkandı baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek.
Sultan demiş;
-Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar demiş ve askerlerden birini çağırmış
-Alın bu adamı Üsküdar'ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin demiş. Padişahın adamları 'peki' deyip adamı alıp Üsküdar'a götürmüşler.
-Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler. Baba,
-Niçin, demiş. Askerler
-Hele sen bir beğen bakalım demişler.Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline
-Ne olacak şimdi, demiş
-Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı.demiş. adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş;
'VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT'
-
-
-
Toprağı Bol Olmak
İlk çağ inançlarına göre, insanlar öldükleri vakit bittakım eşyaları ile birlikte gömülürlerdi. Tanrılarına sunmak ve öte dünyda kullanmak üzere mezarlara birlikte götürdükleri bu eşyalar genellikle kıymetli maden ve taşlardan mamul kap kacak ile takılardan oluşurdu. Türk Beyleri de İslamiyetten önceki zamanlarda korugan dedikleri mezarlarına altın, gümüş ve mücevherleriyle birlikte gömülürler, sonra da üzerine toprak yığdırtarak höyük yapılmasını vasiyet ederlerdi. Eski medeniyetlerin beşiği olan Ortadoğu ve Anadolu'da, pek çok ünlü hükümdarlara ait bu tür mezar ve höyükler hala bulunmaktadır.
Altın ve hazine her zaman insanoğlunun ihtiraslarını kamçılamış, nerede ve ne kadar kutsal olursa olsun elde edilmek için insanı kanunsuz yollara sevk etmiştir. Höyüklerdeki hazineler de zamanla yağmalayanmaya başlanınca ölenin ruhununmuazzep edildiği düşüncesiyle üzerine toprak yığılır ve gittikçe daha büyük höyükler yapılır olmuş. O kadar ki ölenin yakınları ve cenaze merasimine katılanların birer küfe toprak getirip mezarın üstüne atmaları gelenek halini almış. Öyle ya, mezarın üzerinde toprak ne kadar bol olursa, düşmanlar ve art niyetliler tarafından açılması ve hazinenin yağmalanması, o kadar engellenmiş olurdu. Bu durumda toprağı bol olan kişi de öte dünyada rahat edecek, en azından kulanmaya eşyası ve tanrılara sunmaya hediyesi bulunacaktır. Bugün dilimizde yaşayan 'toprağı bol olmak' deyimi, aslında ölen kişi hakkında iyi dilek ifade eder. Türklerin İslam dairesine girdikten sonra yavaş yavaş terk ettikleri höyük geleneği, 'toprağı bol olmak' deyiminin de gayrimüslimler hakkında kullanılmasına yol aç
mıştır
-
-
-
Altı kaval üstü şeşâne
Parçaları birbirine benzemeyen ve uygun olmayan, dolayısıyla bir işe yaramayan aparatlar hakkında veya giyim kuşam konusunda birbirine uymayan ve yakışmayan kıyafetler İçin altı kaval üstü şeşhâne deyimini kullanırız. Buradaki şeş-hâne kelimesinin İstanbul'da bir semt adı olan Şişhane ile herhangi bir alâkası yoktur ve Şişhane söylenişi yanlıştır. Çünki şeş-hâne diye namlusunda altı adet yiv bulunan tüfek ve toplara denir. Yivler mermiye bir ivme kazandırdığı için ateşli silahların gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Evvelce kaval gibi içi düz bir boru biçiminde imal edilen namlular, yiv ve set tertibatının icadıyla birlikte fazla kullanılmaz olmuş ve gerek topçuluk gerekse tüfek, tabanca vs. ateşli silahlarda yivli namlular tercih edilmiştir. Merminin kendi ekseni etrafında dönmesini ve dolayısıyla daha uzağa gitmesini sağlayan yivler bir namluda genellikle altı adet olup münhani (spiral) şeklinde namlu içini dolanırlar. Altı adet yiv demek, namlunun da altı bölüme (şeş hâne = altı dilim) ayrılması demektir ki halk dilinde şeşâne (şişane değil) şeklinde kullanılır.
Bu izahtan sonra üstü kaval, altı şeşhâne biçiminde bir silah olmayacağını söylemeyi zaid addediyoruz. Çünki kaval topların attığı gülle ile şeşhânelerden atılan mermi farklıdır. Keza kaval tüfekler ile fişek atılırken şişhane namlulu tabancalardan kurşun atılır. Bu durumda bîr silah namlusunun yarısına kadar kaval, sonra şişhane olması da mümkün değildir. Ancak yine de vaktiyle bir avcının, yivlerin icadından sonra çifte (çift namlulu) tüfeğinin kaval tipi namlularının üst kısımlarını teknolojiye uydurmak için şeşhâne yivli namlu ile takviye ettiğine dair bir hikâye anlatılır. Hattâ bu uydurma tüfek öyle acayip ve gülünç bir görünüm almış ki diğer avcılar uzunca müddet kendisiyle alay etmişler ve 'Altı kaval üstü şeşhâne / Bu ne biçim tüfek böyle' diyerek kafiyelendirmişler. O günden sonra halk arasında bu hadiseye telmihen birbirine zıt durumlar için altı kaval üstü şeşhâne demek yaygınlaşmış ve giderek deyimleşerek dilimize yerleşmiştir.
-
-
-
Asayiş berkemal
Sultan Abdülazizin son yıllarında Musul ve Bağdat gibi illerde toplum içi anarşik olaylar artar.Irak ve çevresinde yabancı devletlerinde etkisi ile iyice asayiş bozulur.
Durumları İstanbuldan gizlemeye çalışan devrin yetkilileri, Vilayet gazetesine her baskısında şu şekil manşet atarlardı:
'Saye-i asayiş –vaye-i padişahide,vilayetin her bir tarafında emn-ü asayiş berkemaldir..'
Padişahın şahane idaresi altında,vilayetimizin her tarafında asayiş ve huzur hakimdir. Yine büyük olaylardan sonra ertesi gün aynı manşet verilince, Bölgenin ünlü şairlerinden Kerküklü Şeyh Rıza Efendi dayanamayıp Aşapıdaki beyti yazıp gazeteye gönderir. 'Katl ü nehb-i eşkiyadan millet oldu payimal, Emn-ü asayiş yine,elhamdülillah berkemal! ! '
Eşkıyanın cinayet ve yağması yüzünden millet ayaklar altında kaldı ama, Allaha şükür asayiş yinede sağlanmış durumda.
-
-
-
Aklım kesiyor
Ünlü bir hekim olan İbni Sina aynı zamanda matematik konusunda deha seviyesindeymiş.
Babası onu çocukken matematik konusunda hassas eğitim veren bir okula gönderir.Ancak İbni Sina cebir,geometri bir türlü beceremez,okuldan kaçar.Babasından korktuğundan,eve dönmez bir kervana katılır.
Kervanbaşı en küçük yaştaki İbni Sinayı su alması için bir kuyuya gönderir.
Sapına ip bağlı kovayı kuyudan çekerken,ipin sürtündüğü taşı kestiğini görür.
Ve kendine sorar:bu ip taşı nasıl keser?
Biraz daha düşünür:ip çok uzun zamandır,bu taşa sürtünüyor.ve aynı yere sürekli sürtüne sürtüne demekki taşı kesebiliyor.
Madem ip bile taş kesiyor,benim aklım niye cebiri kesmesin? der.
Okuluna döner ve bildiğimiz tıp dehası İbni Sina olur.
-
-
-
Balık kavağa çıkınca
Eski İstanbul şimdiye göre tam anlamıyla balık ve balıkçı şehiriymiş.
Tutulan balıkların satılması Yemiş iskelesi ve Balık pazarından başlayan ve bu merkezlerin etrafında mahalle mahalle büyüyen pazarlarda yapılırmış.
Balığın çok fazla çıktığı günlerde ise,
Tophane'den Rumeli Kavağına ve Üsküdar'dan Anadolu Kavağına kadar her yere çeşitli vasıtalarla götürülüp satılırmış.
Fiyat kırmak isteyen yada çok düşük fiyata almak isteyen müşterilerinede balıkçılar,
-Oooo! O fiyatı ancak balığı kavağa çıkardığımızda satarız biz.derlermiş.
-
-
-
Yolunacak Kaz
Osmanlı hükümdarları içinde tebdil-i kıyafet eyleyip halkın arasına çıkanlar II.Isman, IV. Murat, III.Osman, III.Selim ve II.Mahmut ile sınırlıdır.Bunlardan sonuncusu, bir yaz gününde yanına iki mabeyincisini alarak yollara dökülür. Sirkeci'ye gelip bir sandala binerek Beylerbeyi'ne geçeceklerdir. Şanslarına, ihtiyar bir kayıkçı düşer. Amma ne kayıkçı! Yılların tecrübesi ile artık neredeyse İstanbul Boğazı'nda görünen yolcuları hallerine, tavırlarına ve kılık kıyafetlerine bakarak köylerini söyleyecek kadar tanımaktadır. Bittabi bu seferki yolcularının da kimliklerini hemen anlar. Ancak asla ses çıkarmaz ve işini yapar.
Beşiktaş önlerine gelindiğinde padişah kayıkçıya,
-Baba,der.32 ile nasılsın?
İhtiyar hiç tereddüt etmeden cevaplar:
-32'i 30'a vuruyorum, 15 çıkıyor.
Biraz sükuttan sonra padişah, yeniden kayıkçıya laf atar:
-İşitiliyor ki son zamanlarda şehirde hırsızlar ziyadeleşmiş; senin evine de giren oldu mu?
-Bunan iki ay evvel biri girdi.Son günlerde birisi daha dadandı ya! Bakalım ne olacak?
Padişah sükut eder.Kayıkçı işine devamdadır. Ancak mabeyinciler konuşulanlardan bir mana çıkarmak için kıvranıp durmaktadır. Bu durum, padişahın gözünden kaçmaz ve kayık, Beylerbeyi iskelesine yanaşmak üzereyken kayıkçıya sorar:
-Babalık, sana iki besili kaz göndersem, yolabilir misin?
-Hay hay efendi, ruhları duymaz, cascavlak ederim.
Padişah sandala bir kese akçe atar ve karaya çıkarlar. Gel gelelim mabeyinciler meraktadır. Nihayet ertesi gün, hünkar ile kayıkçı arasında geçen konuşmayı anlamak üzere doğruca Sirkeci sahiline. Öyle ya bir vesile ile padişah hazretleri bu konuyu açar da sözlerin manasını kendilerine soruverirse!
İhtiyarı, kayıkçılar kahvesinde bulurlar. Bir kenara çağırıp hususi görüşmek istediklerini söylerler. Dışarı çıkıp kayıkla biraz uzaklaşırlar. Adamlar hemen sadede gelerek:
-Baba dün Beylerbeyi'ne üç yolcu götürdün.
-Beli.
-Onlardan ikisi biz idik; seninle konuşan da hünkarımız hazretleriydi.
-Bir hatamız mı oldu ağalar?
-Hayır da biz konuştuklarınızı merak etmekteyiz.
-Canım mahrem şeyleri mi söyleteceksiniz bana?
-Haşa! Ancak...
İhtiyar nazlanırken ağalardan biri bir kese altın çıkarıp avucuna sıkıştırır. O zaman ihtiyar, kayığı yönünü Sirkeci'ye doğru çevirip anlatmaya başlar:
-Sultanımız buyurdular ki 32 ile nicesin? Yani geçimin nasıldır,demek istedi. Ben de ağzımda 32 dişim var; onu bir aya göre ayarlıyorum. Ay otuz, ben ise 15 gün ancak iş bulabiliyorum, dedim.
-Eeee?
İhtiyar yine nazlanır. Bu sefer diğer mabeyinci keseye kıyar. İhtiyar devam eder:
-Sultanımız son aylarda hırsızlar çoğaldı, sana da gelen oldu mu dedi. Yani 'kaşık hırsızlarını' kastederek 'Son günlerde evlenmeler arttı. Senin çocuklarından da evlenen oldu mu' demek istedi. Ben de 'Evet evime bir hırsız girdi, yani oğlumun biri evlendi; diğeri için de hazırlıklar var, bakalım, Allah Kerim dedim. Hünkarın hırsızdan kastı, kaşık hırsızı, yani gelin idi.
Mabeyinciler 'Meğer ne kadar basitmiş! 'manasında birbirlerine bakarken kayıkçı sandalı iskeleye yanaştırır.
- Ya üçüncü sual ne idi?
İhtiyar yavaşça sandaldan çıkıp misafirlerini etekleyerek şu cevabı verir:
-Aman efendim kerem buyurunuz. Padişah efendimiz buyurdular ki iki besili kaz... Allah ömrünüzü arttırsın, işte sizleri gönderdi.
O günden sonra bu hadise, halk arasında şüyu bulur ve kolay para kaptıranlar için 'yolunacak kaz' deyimi dilimize yerleşir
-
-
-
Bu işin altında bir Çapanoğlu var
Çapanoğlu Ahmet Paşa,Yozgat şehrinin kurucularındandır. 1764 Sivas valisi iken görevden alınır, bir süre sonrada öldürülür.Yerine büyükoğlu Mustafa bey daha sonra Süleyman bey geçer.
Süleyman bey Yozgatı imar ettikten sonra,Ankara,Amasya,Elazığ,Maraş,Niğde ve Tarsus gibi illeri idare etmeye başlar.
Çapanoğullarının bu ünü her yana yayılır.Yalnız halk arasında değil,devlet adamları arasındada ''Çapanoğlu'' ismi ünlü olur.
Rivayete göre,devlet adamlarından biri,halktan bazı insanların aleyhine verilecek
kararı sonuçlandırmak için soruşturma yaparken,Çapanoğullarından birinin adıda bu olaya karışır.
Çapanoğullarının nüfuzundan çekinen diğer bir memur,
''bu işi fazla kurcalamayalım bence,altından bir Çapanoğlu çıkar'' der.
Soruşturma aynen kapatılır
-
-
-
İki dirhem bir çekirdek
Keçiboynuzunun,Yunanca adı 'keration',İngilizcede 'carob', Arapçada 'kırrıt'tır. Keçiboynuzunun tohumu yıllarca elmas ölçmek için kullanılmış. Elmaslar,keçiboynuzu tohumları ile tartılıp satılırmış.
Bu nedenle keçiboynuzu,kırat veya karat dediğimiz ölçü birimine isim babalığı yapmış. Prof Dr.Aydın Akkaya açıklamasına göre; Keçiboynuzu çekirdeği doğada ağırlığı değişemeyen bir tohumdur.
Tohumlu bitkilerden yalnız keçiboynuzu uzun süre suda bekletildikten sonra filiz verebilir.Bu,hem çok kuruduğu ve meyvasından çıktıktan sonra son ve sabit ağırlığını aldığı için hemde içine su alması ihtimalinin çok az ve çok uzun süreye bağlı olduğu içindir. Bu sebeple Araplar,Selçuklular,Osmanlılar dönemlerinde ağırlık ölçüsü olarak kullanılmıştır. Dört tanesi bir dirhem eder. Dirhem 3 gr. ağırlığa eş kabul edilir. Satıcı, iki dirhemlik bir şey satarken (sekiz çekirdek) deyip,buda benim ikramım olsun derse,müşterinin saygın ve itibarlı olduğunu gösterirmiş.
Çok şık ve gösterişli giyinen kişilere ''iki dirhem bir çekirdek '' denmesinin kökü buymuş
-
-
-
Pabucu Dama Atılmak
Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu.
-
-
-
Ağzına Tükürmek
Bebek yahut küçük çocukların, manevi itibarına ve ermişliğine inanılan kişilere götürülerek ağzına tükürttürülmesi ve ardından da ileride o kişi gibi ulu bir zat olması için dua istenmesi yakın zamanlara kadar geçerli olan Anadolu adetlerinde biriydi. Eski tekkelerin eşikleri bu sebeple çok aşınmış olsa gerektir.
Bütün bunlardan anlaşılan o ki argodaki ağzına tükürmek deyiminde bir üstünlük mücadelesi vardır. Birisinin ağzına tükürdüğünü veya tükürmek istediğini "ağzına tükürdüğüm" veya "ağzına tüküreyim" gibi basma kalıp deyimlerle ifade eden kişi, söz konusu meselede ağzına tükürülenden daha usta olduğunu veya olabileceğini ima etmeye çalışmakta, "bu konu da ben onun ağzına tükürürüm! " diyerek de bir nevi tehdit savurmaktadır.
Ağza tükürmenin yalnızca hasta okumağa özgü bir gelenek olmadığını şu hikayeden anlamak mümkündür:
Vaktiyle, saçma sapan şiirler yazan bir şair, Molla Camii'nin meclisinde,
-Üstat, demiş, dün gece rüyamda şiirler yazıyordum ki Hızır aleyhisselamı gördüm. Mubarek ağzını tükürüğünden bir parça benim ağzıma tühledi.
Molla cami adamın şiirlerinde keramet sezilmesi için böyle söylediğini ve güya Hızır'ın feyiz verici nefesine mazhar olduğuna dair yalancı şöhret peşinde koştuğunu anlayıp cevabı yapıştırmış:
- Be ahmak, öyle değil. Bence Hızır aleyhisselam bu şiirleri senin yazdığını görünce yüzüne tükürmek istemiş, ama o sırada ağzın açık olduğundan, tükürük suratına geleceği yerde ağzına girmiş!
-
-
-
Püf Noktası
Vaktiyle testi ve çanak-çömlek imal edilen kasabalardan birinde, uzun yıllar bu meslekte çalışan bir çırak, kalfa olup artık kendi başına bir dükkan açmayı arzu eder olmuş. Ne yazık ki her defasında ustası ona:
- Sen, demiş, daha bu işin püf noktasını bilmiyorsun, biraz daha emek vermen gerekiyor.
Ustanın bu sonu gelmez nasihatlerinden sıkılan kalfa, artık dayanamaz ve gidip bir dükkan açar. Açar açmasına da yeni dükkanında güzel güzel yaptığı testiler, küpler, vazolar, sürahiler onca titizliğe ve emeğe rağmen orasından burasından yarılmaya, yer yer çatlamaya başlar. Kalfa bir türlü bu çatlamaların önüne geçemez. Nihayet ustasına gider ve durumu anlatır. Usta,
- Sana demedim mi evladım; sen bu işin püf noktasını henüz öğrenmedin. Bu sanatın bir püf noktası vardır.
Usta bunun üzerine tezgaha bir miktar çamur koyar ve,
- Haydi, der, geç bakalım tezgahın başına da bir testi çıkar. Ben de sana püf noktasını göstereyim.
Eski çırak ayağıyla merdaneyi döndürüp çamura şekil vermeye başladığında usta önünde dönen çanağa arada sırada 'püf! ' diye üfleyerek zamanla testiyi çatlatacak olan bazı küçük hava kabarcıklarını patlatıp giderir. Böylece çırak da bu sanatın püf denilen noktasını öğrenmiş olur.
Her sanatın incelik gereken nazik kısmına da o günden sonra püf noktası denilmeye başlanır.
-
-
-
Dokuz doğurmak
Vakti zamanında ,Çengeloğlu Tahir Paşa,o dönem için asayişi bozuk olan İzmir de geceleri belirli saatler arasında sokağa çıkma yasağı uygulamış.
Bir gece o saatlerde yasağa uymayan yada sokakta olan insanları Zaptiyeler toplayıp
Karakol avlusuna getirmişler,bu sorguyuda bizzat Tahir paşa yapmış,
Sırayla her birine teker teker çok ağır sorular sormuş.
Paşa baştan dokuzuncu sıradakine gelince tekrar sormuş.
''Yahu sen? Tellakları duymadınmı? Ne diye sokaktasın bu vakitte?
Adam bir telaşlı bir terli;
''Paşa hazretleri,karım doğuruyordu.Valla ebe aramaya çıktım.Bir iki adım sonra zaptiyeler tuttu beni.Zavallı karım ne haldedir bilmiyorum '' demiş.
Tahir Paşa bir hata edildiğini anladıysada sakallarını sıvazlayıp,
''Seni bu kez affediyorum.Amma, o karın olacak Hatuna söyle,bir daha öyle olur olmaz saatlerde doğurmaya kalkmasın ''demiş.
Adam kan ter koşa koşa eve gelip,komşu kadınların arasından karısının yattğı yatağa gelmiş.
Adam; ''Nasılsın? Nemiz oldu '' demiş.
Karısıda '' Sen ne biçim adamsın Ebe bulamaya diye gititin? Kim bilir nerelerde eğlendin?
Sen benim nasıl doğurduğumu biliyormusun? demiş.
Adam ise hararetle,
''Ah bre hatun sen neler diyosun? ?
Sen bir kere doğurdun.
Ben sıradaki sekiz kişiden sorgu nöbeti bana gelinceye kadar dokuz doğurdum.'' demiş.
-
-
-
Denize düşen yılana sarılır
Dönem II.Mahmut dönemi ve Kavalalı Mehmet Paşa Mısır Valisi dir. Kendine aşırı güvenen Kavalalı Mehmet Paşa nın amacı önce Suriye,ardında Osmanlı yı ele geçirmektir. Oğlu İbrahim Paşa,Suriyeyi ele geçirmiş Osmanlının yolladığı gücüde yenmişti. İstanbula doğru yola çıkmıştı. II. Mahmut,ordunun o an için bunlarla başedebilecek vaziyette olmadığından Ruslarda yardım isteme taraftarıdır. Rus çarı Nikoladan yardım ister. Bir Osmanlı sultanın Ruslardan yardım istemesi yadırganır. Bir takım vezirler ''bu nasıl işdür? '' diye mırıldanınca, Sultan Mahmut Ne yapalım? Düştük denize sarılırız yılana der.
-
-
-
Derdini anlat Marko Paşa'ya
Marko Paşa,Sultan Abdülaziz döneminde yaşayan Run hekimidir. Üstad bir hekim olan Paşa çokça hastayı tedavi eder ve sağlığına kavuşturur. Halk arasında da çok ünlüdür,her gün belki yüzlerce insan kapısını çalar,hastalıklarına çare arar. Bunca insanın bırakın derdine çare olmayı,dinlemek bile imkansız bir hal alır. Bu duruma kendince bir çözüm bulur. Kapısına gelen hastalarını dikkatle dinler,
Onlara şöyle der;
''Anladım,anladım ama ne? ? ''
Biçare hastada bu anlamsız soru karşısında,herhalde iyi anlatamadım diye düşünür ve tekrar anlatır.
Ama yine Marko Paşa; ''Anladım ama ne? ? ''der.
Bu böyle olunca,hastalar çareyi oradan uzaklaşmakta bulurlar. Zamanla Marko Paşanın ünü unutulur gider.
-
-
-
Dolap çevirmek
Eskiden Paşa,vezir,sadrazam,komutan gibi ileri gelen veya mal varlığı iyi olan kişilerin Konakları olurdu.Bu büyük evler kadınların kısmına haremlik,erkeklerin kısmına selamlık adı altında iki kısım bulunur. Kadınlar kısmı ile erkek kısmı arasındaki duvarda tam bir ekseni etrafında dönen,silindir Biçiminde kapaksız bir dolap yerleştirilirdi. Yarısı açık,yarısı kaplalı bu dolabın içinde sıra sıra geniş,dar raflar bulunurdu. Kadınlar kısmında pişen yemekler,içecekler diğer ikramlar bu dolap ile erkekler kısmına servis edilirdi.
Kadınlar ikram edilecekleir dolabın kapalı kısmına yerleştirip,erkekler kısmıan çevirir, Tabaklar,fincanlar boşalınca erkekler tarafından kadınlar kısmına çevrilirdi. Böylece kadın erkek biribirini görmeden servis yapılmış olurdu.
İşte bu servis dolaplarının zaman zaman gönül işlerinde kullanıldığı da olurmuş. Örneğin delikanlının biri sevdalısına kimsenin haberi olmadan çaktırmadan mektup,çiçek vesaire. verecek olursa bu dolaptan yararlanırmış. Delikanlıya mendilmi gelecek yine bu dolap hizmet verirmiş.
-
-
-
İpten Almak
Halk arasında 'ipten adam almak' diye bir söz vardır; avukatlar için kullanılır. 'Çok başarılı bir avukat ipten adam alır' gibisinden. Yargıtay başkanı Osman Arslan'ın ağzından bu sözün nereden geldiğinin hikayesi:
Bir tarihte varlıklı bir İngiliz, ağır bir suç işlemiş. O suçun cezası 'idam'. Adam hemen ülkenin en ünlü avukatını tutmuş.
Avukat demiş ki: - Merak etme... Ben seni kurtarırım., Mahkeme başlamış. Avukat savunmasını yapmış. Ve hakim kararını
açıklamış. -İdam! ..
Avukat, hapishaneye gitmiş, müvekkiliyle konuşmuş:
-Merak etme, seni kurtarırım.
-Nasıl?
-Bu işin temyizi var... Temyiz, idamı bozacak.
Dava dosyası temyize gitmiş. Temyiz mahkemesinin kararı:
-Mahkeme kararının onanmasına... İdam!
Adam 'hani beni kurtaracaktın' diye avukatına çıkışmış. Avukat hala sakin:
-Merak etme. Seni kurtarırım. Daha her şey bitmedi. Konu, Avam Kamarasına gelecek.
Gerçekten, Avam Kamarası'na gelmiş. Konuşulmuş. Sonunda, parmaklar kalkmış:
-İdam! ...
Adam sinirli mi sinirli. Avukat da sakin mi sakin:
-Merak etme. Seni kurtarırım. Lordlar Kamarası, idamı geri çevirir.
Endişen olmasın. Lordlar Kamarası toplanmış. Olayı incelemiş. Kararını vermiş:
-İdam! ...
Adam elinden gelse avukatı bir kaşık suda boğacak. Ama avukat hiç oralı değil:
-Merak etme. Seni kurtarırım. Kraliçe onay vermeden, hiçbir idam cezası infaz edilmez. Kraliçe bu kararı bozar.
Dosya kraliçe'nin önüne gelmiş. Kraliçe imzayı basmış:
-İdam! ...
Londra'da bir meydanda idam sehpası kurulmuş. Hakim, savcı, avukat, güvenlik görevlileri, halk orada. Adamı idam sehpasına çıkarmışlar. Adamın
avukata dönük bakışlarından alev fışkırıyormuş. Avukat ise adama 'sus' işareti yapmaktaymış; 'Merak etme, seni kurtarırım.' gibisinden.
Ve cellat, yağlı ilmeği, adamın boynuna geçirmiş. Alttaki iskemleye de tekmeyi vurmuş. Adam, ipte sallanmaya başlarken avukat yerinden fırlamış,
cebinden bıçağı çıkarmış ve adamın boğazındaki ipi kesivermiş. Adam zar zor nefes alır bir halde yere yuvarlanmış.
Hemen hakimler, savcılar koşup gelmişler:
-Avukat... Sen naptın?
Avukat, cebinden İngiliz Ceza Yasasını çıkarmış:
- Yasada, müvekkilimin işlediği suçun cezası idam... Siz de onu idam ettiniz... Ama yasada 'idam edilerek öldürülür' diye bir hüküm yok...
Bu durumda ceza infaz edilmiş sayılır.
Bunun üzerine İngiltere'de bir hukuk tartışması başlamış. Kraliçe, avukatın bu becerisinden dolayı adamı affetmiş.
Ve İngiliz Ceza Yasası'nın idamla ilgili maddesi yeniden düzenlenmiş.
- 'İdama mahkum edilen kişi, asılmak suretiyle öldürülür.'olarak değiştirilmiş.
-
-
-
Hariçten Gazel Okumak Memnudur
Radyonun icadından evvel, musiki dinlemek ihtiyacı duyanlar, sazlı eğlence yerlerine giderlerdi.
Şehrin muhtelif semtlerinde her kaliteden, avam ve kibara mahsus, içkili, içkisiz muhtelif salonlar, gazinolar, balozlar ve meyhaneler vardı.
Fakat en çok içkili yerlerde, fasıl aralarında yapılan taksimler sırasında, kafaları dumanlı müşterilerden sesi güzel olanlar ve kendine güvenenler, aşka gelip oturdukları masadan gazel okumaya başlarlardı.
Bunlar arasında bazen, sahnedeki sanatkarları bile gölgede bırakan istidatlar çıkar ve alkış toplardı. Lakin ne de olsa bu müdahale, çok defa ahengi bozar, oranın programını karıştırır ve neşe kaçırırdı. Bunu önlemek için saz heyetinin bulunduğu Şanonun arkasındaki duvara, eski harflerle, kocaman yazılmış bir ihtar levhası asılı dururdu:
'Hariçten Gazel Okumak Memnudur.' (memnu:yasak)
Üstüne elzem olmayan işe burnunu sokan insanlara söylenen bu ihtar sözü o devirlerin yadigarıdır.
-
-
-
Sabır Çanağı Taştı
İyi kalpli bir zenginin genç yaşta vefatı üzerine üzüntüden kısa zamanda hanımı da ruhunu teslim etmiş. Tek varis durumundaki kız çocuklarına amcasını vasi tayin etmişler. Kızın amcası zalim çıkmış ve kızın mallarına el koyduktan gayrı bir de kendini hizmetçi gibi kullanmaya başlamış. Yenge bir yandan, yeğenler bir yandan zavallı kızı hem itip kakıyorlar, hem de kendilerine hizmet ettiriyorlarmış. Zamanla çocukcağızı dövmeye de başlamışlar. Bütün ev halkının ayrı ayrı eziyet ve takazalarına, hakaret ve tokatlarına maruz kalan yavrucak her gece yatağına göz yaşları içinde girer olmuş. Öyle sindirmişler ki derdini kimseciklere açamıyormuş.
Yavrucak bir gece yine yastığı göz yaşlarıyla ıslanarak uyuya kalmış. O gece rüyasında Eyyüb peygamberi görmüş ve derdini olduğu gibi anlatmış. Sonunda Hz. Eyyüb onun sırtını sıvazlayıp kendisine sabır tavsiye etmiş ve yeşil bir çanak vererek:
- Evladım, demiş. Bu çanağı gizli bir yerde sakla. Her gün bildiğin duaları oku ve içinden daima 'Ya Sabir' ismini vird edin. Ağlayacağın zaman göz yaşlarını bu çanakta biriktir. Çanak dolup taştığı gün inşallah senin de çilen bitecek!
Kızcağız heyecan içinde uyanmış. Bir de ne görsün; yeşil çanak başucunda duruyor. Çanağı saklayıp rüyasından kimseciklere bahsetmemiş.
Zaman su gibi akar derler; kızcağız ne zaman odasına çekilip ağlasa göz yaşlarını bu çanağa döker olmuş. Hayatı gittikçe çekilmez oluyor; ama çanak da bir yandan doluyormuş. Sıcak yemek yüzüne hasret, gittikçe eriyerek ergenlik çağına yaklaşmış. Bir gece öyle çok ağlamış ki çanak ha taştı ha taşacak. O sırada Eyyüb aleyhisselamın sözlerini düşünüp ne olacağını merak ediyormuş. Sabaha karşı amcası kendisini çağırmış ve bütün ev halkıyla birlikte denizaşırı bir seyahate gideceklerini söyleyip tehditkar ve azarlar bir eda ile kulağını çekerek eve göz kulak olmasını, aksi halde canını alacağını söylemiş. Kız acı içerisinde kıvranırken içinden 'İnşallah senin de bir canını alan bulunur! ' diye geçirmiş.
Mazlumun ahı yerde kalmazmış; o yolculukta ev halkının bindiği gemi batmış ve hepsi boğularak ölmüşler. Sabırlı kızcağız anasından babasından kalan mirasa sahip olduktan başka amcasının da tek varisi olarak her şeyin sahibi olmuş.
Dilimizdeki 'sabrımız taşıyor, sabrı taştı, sabrımı taşırma vb.' deyimlerin menşei budur. Tahammül sınırlarının zorlandığı anlarda ağzımızdan dökülen bu sözün eskiden ciddi bir yaptırımı varmış ve uluorta değil, nadiren söylenir; ama söylenince de ardında durulurmuş vesselam!
-
-
-
Cemâziyelevvelini Bilmek
Dilimize yerleşen ve konuşmalarımızda zaman zaman kullandığımız "Biz onun cemâziyelevvelini biliriz" sözü, bir kişinin geçmişiyle ilgili olumsuzluklarını anlatmak anlamını içerir.
"Cemâziyelevvel", hicri takvimdeki aylardan beşincisinin adıdır. Onu izleyen aya da "cemâziyelâhır" adı verilmiştir.
Bu sözcüklerin aslı, Arapça "cumadu'l-ula" ve "cumadu'l-Ahire"dir. Arabistan'da takvimin yürürlüğe girdiği zamanlarda iki ay boyunca yağmursuzluktan kaynaklar kurumuş, bu duruma bakılarak da bu kuraklık aylarına "cumadu'l-ula" (ilk kuraklık) ve "cumadu'l-ahire" (son kuraklık) adları verilmişti.
"Cemâziyelevvel" ve "cemâziyelâhır" aylarını, halk arasında "üç aylar" olarak bilinen recep, şaban ve ramazan ayları izler.
"Cemâziyelevvelini bilirim" sözünün kaynağındaki "cemâziyelevvel"in anlamı budur ve sözün öyküsü ise şöyledir:
"Bilinmesi gerektiği gibi, Osmanlılar'da arşivciliğe büyük önem verilir ve devlete ait her belge titizlikle saklanırdı. Şimdiki gibi dosyalama düzeninin olmadığı o dönemde devlet dairelerinde bu iş için çuvallar kullanır ve her aya ait biriken belgeler bir torbaya doldurarak korunurdu. Arşive kaldırılan belgelerin birbirine karışmamasının ve arandığı zaman kolay bulunabilmesinin sağlanması için torbaların üzerine iri yazı ile ait olduğu ayın adı yazılır, bundan sonra torbalar mahzene indirilip, orada sıraya konulurdu.
Yıllardan birinde "cemâziyelevvel" ayına ait belgelerin bir sandığa konulup, sandığın kapağı mühürlenerek belgelerin başka bir yere götürülmesi gerekmişti.
Arşivde görevli dar gelirli bir memur, istenilen belgeyi sandığa boşalttıktan sonra boş torbayı alıp evine götürmüş. Bir süre sonra da yoksulluk nedeniyle bu torbadan kendine bir iç çamaşırı diktirmiş, onu giymeye başlamış.
Torbanın üzerindeki saf bezir işi mürekkep, çamaşırın birkaç kez yıkanmasına karşın çıkmamış ve torbanın üzerindeki "cemâziyelevvel" yazısı, iç çamaşırın arka bölümünde olduğu gibi kalmış.
Bir gün işyerindeki öteki memur arkadaşları, onun iç çamaşırının arka bölümündeki bu "cemâziyelevvel" yazısını görmüşler ve kendi aralarında gülüşmeye başlamışlar.
Bu dar gelirli memur, ilerideki yıllarda daha yüksek okullarda okumuş ve işinde daha yüksek makamlara yükselmiş. Artık kadife astarlı samur kürkler, mücevher işlemeli kaftanlar giyer olmuş. Eski arkadaşları kendisine gıptayla bakmaya ve hatta onu zaman zaman da kıskanmaya başlamışlar.
Bir gün onun başarılarından söz edilirken, onu kıskanan eski arkadaşlarından biri hemen söze karışmış ve "Siz onun bugünkü durumuna bakmayın" demiş. "Biz onun cemâziyelevvelini biliriz."
"Cemâziyelevvelini bilmek" sözü o günden sonra, herhangi bir kişinin geçmişteki bir kusurunun unutulmadığını "üstü kapalı bir biçimde" anlatmak için kullanılmaya başlandı. 



Sevilmek İçin Altı Yol

1.İnsanlarla İlgileniniz
İnsanlarla ilgilenirseniz iki ay içinde çok dost kazanırsınız. Başkalarının sizinle ilgilenmelerini beklerseniz iki yıl içinde bir tane bile dost kazanamazsınız.

Newyork'ta bir telefon şirketi telefon konuşmalarında en çok kullanılan kelimeyi bulmak için geniş araştırmalar yapmıştı: Bu kelimenin ne olduğunu siz de tahmin etmişsinizdir:

'Ben' 500 konuşmada bu kelime 3.990 kez kullanılmıştı. Çünkü herkes 'Ben' 'Ben' diyordu.

Arkadaşlarınızla çektirdiğiniz bir fotoğrafa bakarken resimde önce kime bakarsınız?

Şayet siz herkesin sizinle ilgilendiğini sanıyorsanız şu soruya cevap verin:

Bu gece ölseniz cenazenize kaç kişi gelir?

Siz insanlarla ilgilenmezseniz insanlar sizinle niçin ilgilensin? Biz başkaları üzerinde iyi bir izlenim bırakarak onların bizimle ilgilenmelerini beklersek hiçbir zaman hakikî samimi dost sahibi olamayız. Hakikî dostlar beklemekle kazanılmazlar.

Napolyon Josephine ile son buluşmalarında şu sözleri söylemişti: 'Josephine! Yeryüzündeki herhangi bir insan gibi ben de şanslıydım. Fakat şu anda dünyada senden başka güveneceğim kimse yok! ' Tarihçiler Napolyon'un bu kadına da güvenip güvenmediğinden şüphe etmektedirler.

Meşhur ruhiyatçı Alfred Adler: 'Sizin için hayatın mânası ne olmalıdır? ' isimli eserinde diyor ki: 'Hayatın en acı güçlükleri ile karşılaşan ve insanlara en büyük kötülükleri yapan kişiler arkadaşlarıyla ilgilenmeyen kişidir. İnsanların başına gelen bütün kötülükler işte hep bu insanlardan gelir.'

Bir zamanlar Newyork Üniversitesinde 'Küçük hikâyeler' yazmak için bir kursa devam etmiştim. Bu dersleri Colliers veriyordu. Bir gün bize dedi ki: Bana her gün gönderilen hikayelerin birkaç fıkrasını okuduktan sonra insanları makaleyi yazan kişinin insanları sevip sevmediğini anlarım o başkalarını sevmiyorsa başkaları da onun hikayelerini sevmeyeceği bir gerçektir.
Aynı yazar bize şu sözleri söylemiştir: 'Devamlı hatırlayın ki hikaye yazmada başarılı olmak istiyorsanız başka insanlarla ilgilenin.'

Hikaye ve roman yazmak için bu kural önemli ise insanlarla olan ilişkilerde daha önemlidir.
Sihirbazlar kralı Horward Thurston sahneye çıkmadan önce onunla soyunma odasında görüşmüştüm. Bu insan kırk yıldır dünyayı dolaşıyor yaptıklarıyla herkesi hayrete düşürüyordu. Onu izleyenlerin sayısı 60 milyonu geçmişti ve ona 2 milyon dolarlık bir servet kazandırmıştı.
Ona bu başarısının sırrını sordum. Onun öğrenim durumu hiç önemli değildi. Çünkü küçük yaşlarda evden kaçmış saman yığınları içinde yatmış kapı kapı dilenmiş ve demiryollarına koyulan işaretlere bakarak okumayı öğrenmişti.
Bu insanın öğrenim durumu iyi olmadığına göre insanları onu izlemeye çeken sadece onun sihirbazlığı mıydı?
Asla! kendisinin bana anlattığına göre illüzyon hakkında birçok eser yazılmıştı ve kendisinin yaptıklarını bilmeyen kimse kalmamıştı. Ama kendisi başkalarının bilmediği iki şey biliyordu. Birincisi yaptığı işe kişiliğini katmak. Her konuşmasına mimiklerine dikkat ediyor ve her şeyi zamanında yapıyordu. Ayrıca insanlarla ilgileniyordu. Halkın karşısına çıktığı zaman gelenleri yaptığı her şeye inanacak bir sürü budala saymıyor tam tersine bunların kendisini görmeye gelmelerini memnuniyetle karşılıyor gelenlerin kendisinin para kazanmasını sağladıklarını hatırlıyor ve elinden geleni yapmaya çalışıyordu.

Devamlı halkın karşısına çıkmadan önce kendi kendine 'Beni görmeye gelenleri seviyorum diye tekrarladığını bana anlatmıştı. Budalalık mı diyeceksiniz istediğiniz gibi düşünebilirsiniz. Ama sizin bunları uygulayarak büyük başarılar kazanacağınızı söylüyorum.

Teodore Roosevelt'in herkes tarafından sevilmesinin sırrından birisi de budur. Roosevelt'i hizmetçiler bile severlerdi. Onun zenci hizmetçisi Amos 'Theodore Roosevelt hizmetçisine kahramanlık gösteren insan' adını taşıyan bir kitap yazmış ve bu kitabında şu olayı anlatmıştır:

'Bir gün karım Cumhurbaşkanına bıldırcının nasıl bir şey olduğunu sordu. Roosevelt bıldırcını tarif etti ve bir süre sonra karıma telefon etti. Ve kulübenin penceresinde bir bıldırcın bulunduğunu pencereden bakarsa onu göreceğini söyledi. Cumhurbaşkanı böyle şeylere devamlı dikkat ederdi. Kulübenin yanından geçerken biz dışarıda olmasak bile bir arkadaş gibi: 'Ooo-oo-oo Annie! ' Veya Oo-oo-oo James! ' diye mutlaka seslenirdi.

Böyle bir insanın sevilmemesine imkan var mıydı?

Roosevelt Taft'ın Cumhurbaşkanlığı zamanında Beyazsarayı ziyaret etmişti. Ama Taft da karısı da sarayda değillerdi. Roosevelt sarayın bütün hizmetçilerini isimleriyle çağırarak ayrı ayrı selamlamıştı.

Archie Butt diyor ki: Roosevelt mutfakta çalışan Alice'i gördüğü zaman ona hâlâ çavdar ekmeği yapıp yapmadığını sormuştu Alice de ara sıra yaptığını ama yalnız hizmetçilerin bunu yediğini Cumhurbaşkanının ve hanımının bu ekmeği sevmediklerini söylemiş ve bir dilim keserek eski Cumhurbaşkanı'na ikram etmişti. Roosevelt'te 'demek ki ekmeğin zevkine varamamışlar Cumhurbaşkanını gördüğüm zaman kendisine ekmeğin lezzetinden bahsedeceğim! ' demiş ve bahçıvanları selamlamaya gitmişti. Onlara önceden nasıl davranırsa öyle davranmıştı. Bu insanlar hala Roosevelt'i hatırladıkça onun bu ziyaretinden bahsederek fısıldaşırlar ve gözlerinden yaşlar gelir. Bunlardan birisi olan Ike Hoover diyor ki: 'iki yıl içinde ancak o gün mutluluk hissettim içimizde bu mutluluk hissini yüz dolara dahi hiçbirimiz değişmezdik.? ? ? ? :

Bu kural Doktor Charles Eliot'u üniversite rektörleri içinde en büyük başarıyı kazanan kimse yapmıştı. Onun nasıl çalıştığını gösteren bir örnek anlatayım: Bir gün Crandon isimli bir öğrenci rektörün dairesine girerek öğrenci yardım sandığından 50 dolar borç almak üzere müracaat etmiş borcu almış ve rektöre teşekkür ederek ayrılmak işlemişti.

Crandon'un anlattığına göre:

- Ayrılmak üzere olduğum sırada rektör bana oturmamı söyledi. Oturdum. Sonra beni hayrete düşüren bir şey anlattı: 'Siz galiba kendi yemeğinizi odanızda hazırlıyor ve kendi odanızda yiyorsunuz. Hiç de fena değil. Çünkü hem yemeğin en temizini yiyorsunuz hem de kendinize yetecek kadar yemiş oluyorsunuz. Ben de öğrencilik yıllarımda böyle yapıyordum. Acaba siz hiç dana eti pişirdiniz mi? Bu yemek iyi bir dana etinden yapılırsa çok ucuz ve çok besleyici olur. Ayrıca kolay kolay da bozulmaz. Ben onu şöyle yapardım dedikten sonra dana etini nasıl alacağımı ağır ateşte yavaş yavaş nasıl pişireceğimi piştikten Sonra dilimlere ayırarak iki tabağın arasına koyduktan sonra nasıl sıkacağımı uzun uzun anlattı.

Tecrübelerim sonucunda insanın Amerika'da en çok aranan kişilere ilgi göstermekle dikkatlerini çekeceğini ve yardımlarını kazanacağını anlamıştım.

Yıllar önce Brokliyn'de roman yazmak konusu üzerine bir kurs yönetiyordum.Tanınmış ve son derece meşgul olan yazarların (Norris Fannie İda Tarbell Albert Payson Terhune gibi) bize tecrübelerinden bahsetmelerini istiyorduk. Onlara eserlerini beğendiğimizi ve kendilerinden faydalanmak başarılarının sırrını öğrenmek istediğimizi anlattık. Mektuplarda 150 kadar imza bulunuyordu. Mektupta bu yazarların meşgul olduklarını kabul ettiğimizi bir konferans hazırlamak için vakitlerinin müsait olmadığını bildiğimizi ancak gönderdiğimiz soru listesine cevap vermelerini rica ettik. Hepsi bu davranıştan memnun oldular ve Brokliyn'e kadar gelip konferansa katıldılar.

Aynı yöntemi kullanarak Theodore Roosevelt hükümetinde maliye bakanı Leslie Shaw Taft hükümetinde Adalet Bakanı Wickersham gibi büyük şahsiyetlerin konferanslara katılmalarını sağladım.

Halkın hangi kesiminden olursak olalım hepimiz de bizi beğenen değer veren kimseleri severiz.

Aşağıdaki örnek bunu kavramamıza yardım edecektir.

Birinci Dünya savaşının son bulduğu günlerdi. Wilhem bütün dünyada nefretle karşılanıyordu. Kendi vatandaşları bile onu sevmiyordu milyonlarca insan onu linç etmek diri diri yakmak istiyordu. Bütün bu nefret ve hakaretler içinde küçük bir çocuk. Kayzere basit ve samimi bir mektup gönderdi ve onu imparatoru olarak sevdiğini yazdı. Kayzer bu mektuptan etkilenmişti ve çocuğu davet etmişti. Çocuk annesiyle birlikte gelmiş ve Kayzer bu çocuğun annesiyle evlenmişti. Bu çocuğun 'dost kazanmak' kitabını okumaya ihtiyacı yoktu. Çünkü bunu kavramıştı.

Yıllar önce bütün dostlarımın doğum günlerini öğrenmeyi bir görev bilmiştim. Herkesin doğum tarihini öğreniyor ve bu tarihleri defterime kaydediyordum. Sonra bu tarihleri her yıl başında masa takviminin yapraklarına tarih sırasıyla yazardım ve zamanı gelince onlara mektup veya telgraf gönderiyor ve doğum günlerini kutluyordum. Herkes beni bunları hatırlayan tek insan sayıyor.

Newyork'ta bir telefon şirketi sekreterlere 'lütfen numaranızı söyler misiniz? ' demek için bir kurs açmış ve bu sözün 'iyi günler size hizmet etmekten mutluyuz' manalarını ifade edecek tarzda söylenmesini sağlamak istemiştir.

New York'un büyük bankalarından birisinde çalışan Charles Walters'ten bir şirket hakkında gizli bir rapor yazması istenmişti Onun aradığını bilen bir tek kişi tanıyordu. O da büyük bir endüstri şirketinin şefi idi. Walters bu kişiyi ziyaret ettiği zaman genç bir kadın kafasını kapıdan içeriye uzatarak o gün posta pulu bulamadığını söylemiş şef de Walters'e dönerek:

' On iki yaşında bir oğlum var. Pul meraklısı. Ben de ona pul topluyorum! ' demişti.

Walters ne istediğini anlattı ve sorular sormaya başladı konuşma kısa ve faydasızdı.

Walters durumu şu şekilde anlatıyor: 'Ne yapacağımı şaşırmıştım. Ama sonra kâtibin söylediklerini şefin oniki yaşındaki oğluna pul topladığından bahsettiğini hatırladım. Bizim bankamızın dışişler şubesine hergün mektuplar geliyor ve pullar toplanıyordu.

Ertesi gün aynı daireye tekrar uğrayarak oğlu için bir miktar pul getirdiğimi kendisine bildirdim. Beni samimiyetle karşıladı. Yüzü gülümsüyordu ve pulları gözden geçirirken alnında adeta şimşekler çakıyordu.

- Oğlum bu pulu çok beğenecek... Belki de bir hazine sayacak! diyordu.

Yarım saat kadar konuştuk ve pullardan bahsettik ve çocuğun resimlerine baktık. Daha sonra şef bir saatini bana ayırdı istediğim bütün bilgiyi kendisine hatırlatmadan bana anlattı. Memurlarından birkaçını çağırarak onların bilgilerine müracaat ettikten sonra bana raporlarla herşeyi anlattı.

Romalı Şair Publilius Syrus:

'Başkaları bizimle ilgilenirse biz de onlarla ilgileniriz' demiştir.

O hale başkaları tarafından sevilmek istiyorsanız ilk kural şudur: Başkalarına karşı samimi bir ilgi gösteriniz. 



 kibar kibar hakaret edebilmek için bir rehber :))))) kibar hakaretler

Sevmediginiz birisine:
'Bizim onunla birçok ortak noktamiz var. Mesela ikimiz de birbirimizden nefret ederiz'

Çookk aptal birisine:
'Senin kafan hala kravatinin yukari çikmasini engellemekten baska bir ise yaramıyor mu? ? '

Isadamligina soyunmus fakat basarisiz olmus bir arkadasa:
'Ortak çalismayi çok sever. Bir zaman bir arkadasiyla ortak is kurdular.
Arkadasi tecrübesini o da parasini koydu. Arkadasi zengin oldu. O tecrübe kazandi.'

Belesci bir arkadasa:
'Çok yardimsever birisidir. Her türlü yardimi kabul eder.'

Çok ayyas birisi hakkinda:
'Unutmak için içiyor. Basariyor da. Bir yila kalmaz kesin hafiza kaybina ugrar'

Yüzsüz birisinden bahsederken;
'Zamaninda yüz verdik astar istedi... astarini verdik simdi tutmus terzi parasini istiyor... Parasini da verdik bahsis istiyor.'

Güvenilmez birisine:
'Dostlarim için yapamayacagim bir sey yoktur diyorsun.
Aslinda dogru söylüyorsun. Senden hersey beklenir.'

Evi çok pis arkadasiniza:
'Evi o kadar pis ki misafirleri eve girerken degil çikarken paspasi kullanıyorlar.'

Yardimsever bir arkadasa:
'O kadar yardimsever ki dayak yiyen bir esek görse hemen ona yardima kosar.'

Düsünceli bir arkadasa:
'Öylesine düsüncelidir ki; ki? i basina düsen milli gelir artsin diye intihar edecek.'

Cimrilere karsi:
Kan tahlili yaptirdiktan sonra kanini geri isteyen birisi.
Elini herkesten önce cebine atar herkesten sonra cebinden çikarir.

Çok yanlis yapan arkadasa:
'Ayni hatayi iki kez yapmaz. Her seferinde yeni bir hata bulur.'

Sanssiz bir arkadasa takilirken:
O kadar sanssiz ki sirtüstü düsse burnu kirilir.
Iki evlilik yapti. Ilki onu terketti ikincisi de terk etmiyor.

Aptallar için neler söyleyebiliriz...
Arada bir amuda kalk da beynine kan dolsun. Bos bir beyin tasimamis olursun.
Beyin nakli için yeni maymun ariyorlarmis. Daha önce takilan maymun beyin onu reddetmis de.
Onun dogumu tip dünyasinda olaydir. Bilim adamlari bir insanin beyni olmadan kaç yil yasayabilecegini merak etmektedirler.
Senin kafanla üretebildigin tek sey kepek mi?
Ilkokul diplomasini alacagi gün öyle heyecanliydi ki tras olurken yüzünü kesmisti.
Bir saatten fazla kafasinda tutabildigi tek sey basagrisi.

Sinir Bozucu insanlara:
Eger bir gün yolun düger de bizim evin oradan geçersen lütfen geçip git.
Kötü bir insan degilsin. Kötü bir insan olmak için önce insan olmak gerekir.
Sen olmasaydin n'olur bilmiyorum ama keske olmasaydin.

Ya giciklara:
Sen kahve içtiginde eminem kahvenin uykusu kaçiyordur.
Bazi insanlar vardir ki her probleme bir çözüm bulur. Masallah sen her çözüme bir problem buluyorsun.
Sana benzeyen birisine karsilasmak istesem kabus görmek zorundayim.
O kadar iyilik seversin ki yaptigin iyiligi hiç unutmuyorsun.
Biliyor musun seninle tartismak rüzgarli havada gazete okumaktan daha zor.
Annen seni dogurunca çöpe atti çöpçüler grevde oldugundan geri almak zorunda kaldi de? il mi?
Seninle gölgen bile geçinemez bes adim geriden takip eder seni.
Herhalde seninle ayni kazanda kaynasak bile sanirim kanim kaynamaz.
Yagmurlu bir Pazar günü yapylan mezarlik ziyareti bile seninle bir arada olmaktan daha iyidir.
O kadar bos konusuyorsun ki herkesin uykusu geliyor ama bagirarak konustugun için kimse uyuyamiyor.
Dogdugun evin duvarindaki 'Çevreye Verdigimiz Kalici Rahatsizliktan Dolayi Özür Dileriz' levhasinin ne oldugunu simdi anloyorum.

Ipler kopmaya dogru gidiyorsa eger;
Seninle ilk karsilastigimizda pek hoslanmamistim ama simdi nefret ediyorum.
Bir tek iyi özelligin var: ÖLÜMLÜ OLMAN) 



Karadeniz'de yaşanmış fıkra gibi olaylar :))) Karadeniz Fıkraları Ajansı Sahibi Hikmet Aksoy, Karadenizlinin pratik
zekasının, karakterinin, samimiyetinin, olaylara bakış açısının,
kendine özgü mizah anlayışına sahip fıkraların esin kaynağı olduğunu
belirterek, 'Piyasada nasıl pek çok değişik balın yanı sıra bir de
Anzer balı vardır ya, bu da öyle bir şey. Üretilen fıkralar farklı,
Karadeniz fıkraları farklı. Onlar orijinaldir' dedi.

CEM YILMAZ KENDİNİ FIKRALARIN İÇİNDE BULDU
Ünlü komedyen Cem Yılmaz'ın, sadece bir kez geldiği Trabzon'da, neden
daha çok program yapmadığına ilişkin soruya, 'Karadeniz turnesinde
enteresan şeyler yaşadık. Bir çok fıkrada rol aldık. Trabzon'a seyahat
ediyorum, bir vatandaşa sorduk, 'havaalanına nasıl gidebiliriz? ' diye,
o da 'uçak havaalanı mı? ' diye cevap verdi. Neden böyle oluyor
sorusunun kaba bir cevabı yok. Trabzon'da bulunduğum 2 saatte 17 tane
fıkra yaşayınca, ben niye burada sahneye çıkıp komiklik yapıyorum ki'
şeklinde verdiği cevap, fıkra denince, neden Karadenizlilerin akla
geldiğini anlatır nitelikte.

BÖLGEDEN FIKRA GİBİ YAŞANMIŞ OLAYLAR!

Hangi yol

Ankara'dan ilk kez Trabzon'a gelen bir kişi, havalimanına otomobiliyle
gelen ve şehrin yabancısı olan arkadaşıyla buluştuktan sonra,
Trabzonlu tanıdıklarını telefonla arar. Trabzonlu, her ne kadar gelip
sizi alayım dese de misafirleri, 'otomobillerinin olduğunu, tarif
etmesi halinde, Boztepe'de olduğunu söyleyen arkadaşlarının yanına
gelebileceklerini' söyler ve yola koyulurlar. Tarif üzerine Yenicuma
semtine kadar gelen bu kişiler, burada yolun ikiye ayrıldığını
görünce, içinde bulundukları otomobilin camını indirerek, yol
kenarındaki bir Trabzonlu'ya, 'Boztepe'ye hangi yoldan gidebiliriz? '
diye sorar. Trabzonlunun verdiği, 'Şuradan dolmuş kalkıyor' cevabı,
ilk kez kente gelenleri gülme krizine sokar.

Ortada dosya yok

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mehmet Ali Şahin, çeşitli ziyaret
ve incelemelerde bulunmak üzere Artvin'in Borçka ilçesine gelir.
Vatandaşlarla sohbet ederken, kalabalığı yararak güçlükle Şahin'in
yanına yaklaşan bir kişi, 'Size bir dosya vermek istiyorum' der.
Şahin'in, dosyayı yanındaki Artvin milletvekillerine verebileceğini
söylemesine rağmen, bu kişi ısrarla, dosyayı kendisine vermek
istediğini söyler. Israr üzerine bu vatandaşı kıramayan Şahin'in,
'Tamam ver bana dosyayı' der. Vatandaşın, 'Sayın başkanım dosya
yanımda değil' demesi üzerine, Şahin ve çevresindekiler kendilerini
gülmekten alamaz.

Uçağı dengede tutmak için...

Uçakla daha önce seyahat etmeyen bir Trabzonlu, kurumu tarafından
verilen bir görev için uçakla İstanbul'a gider. İlk uçuşunda bazı
izlenimler edinen Trabzonlu, yine uçakla geriye dönerken, pilotun
kalkış sırasındaki uyarısı üzerine, hostes ve hostların, belli yerlere
oturarak kemerlerini bağladığını görür.

Pilotun, iniş ve kalkışlarda hep aynı uyarıyı yaptığını ve her
defasında hostes ve hostların aynı yerlere oturduğunu gören Trabzonlu,
dayanamayıp, hemen yakınında oturan hosta, kısık bir sesle, 'Uçağın
iniş ve kalkışlarda dengede olması için mu buralara oturuyorsunuz'
diye sorar. Kahkaha atmaktan kendini alamayan host, hem güvenlik
açısından hem de acil çıkışlarda belli görevleri olduğu için bu
noktalara oturduklarını uzun uzun Trabzonluya anlatmak zorunda kalır.

Üye olmayan giremez

Trabzon Gazeteciler Cemiyeti'nde oturan birkaç gazeteci, yakındaki bir
çay ocağından çay söyler. Aradan epey bir zaman geçmesine rağmen
çaylar gelmez. Gazeteciler merakla beklerken, bir genç çaylarla içeri
girer. Gazetecilerin, çayların niye geç geldiğini sorması üzerine
çaycı, 'Abi, girişte, 'üye olmayanlar giremez' diye yazıyordu. Ben de
içeri gireyim mi, girmeyim mi düşündüm. Onun için geciktim' cevabını
verir.

İki tabak

Trabzon'un Uzungöl beldesine gezmeye giden 3 kişilik grup, bir
restorana girerek, iki ayrı tabakta, biri 2 kişilik, biri de tek
kişilik, yöreye özgü kuymak ister. Bir süre sonra garson masaya, tek
tabak içinde 3 kişilik kuymak getirir. Gruptakiler, iki yarı kuymak
istediklerini, neden tek tabakta 3 kişilik kuymak yaptırdığını sorduğu
garson, 'İki ayrı tabak olmasın diye hepsini bir yaptım' cevabını
verir.

Hastanın hastalığı

Devlet Bakanı Faruk Özak, Trabzon Fatih Hastanesinde bazı açılış
törenlerine katıldıktan sonra, tedavi gören hastaları ziyaret ederek,
geçmiş olsun dileğinde bulunur. Bir odaya girerek, tedavi gören yaşlı
bir kadına 'geçmiş olsun' dileğinde bulunan Özak, yakınına, 'Neyi var'
diye sorar. Hasta yakının cevabı ise kısa olur: 'Hasta' 



ÇAN DÖRTTEN FAZLA ÇALINIRSA KİM ÖLMÜŞTÜR? ? ?

ÇOK ESKİ YILLARDA KRALLIKLA İDARE EDİLEN BİR ÜLKE VARMIŞ. AMA; BU ÜLKEDE,
HUKUK VE HAKİMLER DE VARMIŞ.

TÖRELERE GÖRE, BİR VATANDAŞ ÖLDÜĞÜNDE, ŞEHİR MERKEZİNDEKİ DEV ÇAN BİR DEFA
ÇALINIRMIŞ.
UZUN UZUN DA YANKILANIRMIŞ.
EŞRAFTAN BİRİSİ ÖLÜRSE ÇAN İKİ DEFA,
BÜYÜK BİR DEVLET ADAMI ÖLÜRSE ÜÇ DEFA ÇALINIRMIŞ.
YA KRAL? ..
O ÖLDÜĞÜNDE, ÇAN DÖRT DEFA ÇALINIRMIŞ.

GEL ZAMAN GİT ZAMAN.
ŞEHİRDE BİR OLAY OLUR, İŞ MAHKEMEYE İNTİKAL EDER..
DAVANIN SANIĞI OLARAK MAHKEME HUZURUNA ÇIKARILAN KİŞİNİN MASUMİYETİNİ İSE
BÜTÜN VATANDAŞLAR BİLMEKTEDİR.
BİR FORMALİTE OLARAK GÖRÜLMESİ VE BERAAT BEKLENEN, DAVADAN SÜRPRİZ BİR KARAR
ÇIKAR.
SANIK PARA CEZASINA MAHKÛM OLMUŞTUR.

HAKİM SORAR:
' -BİR DİYECEĞİN VAR MI? .....'
SANIĞIN CEVABI
' - HAYIR! .....'
MAHKEME BİTER.
DİNLEYİCİLER DAĞILIR. KAFALARDA BİR KAYGI! ..
KISA BİR SÜRE SONRA DEV ÇANIN SESİ DUYULUR..

ACABA KİM ÖLDÜ? ..
ÇAN BİR DEFA DAHA ÇALAR. ACABA EŞRAFTA! N KİM ÖLDÜ? ..

ŞEHİR ÇAN SESİ İLE BİR DEFA DAHA İNLER.
HIMMMMM. BÜYÜK BİR DEVLET ADAMI, ACABA KİM? ..
SORUYA CEVAP ALINMADAN ÇAN BİR DEFA DAHA ÇALAR, YERİ, GÖĞÜ İNLETİR.

HERKESTE BİR FERYAT: EYVAH! .. KRALIMIZ ÖLDÜ! ..

ANCAK, TÖREDE GÖRÜLÜP İŞİTİLMEMİŞ BİR ŞEKİLDE ÇAN, BEŞİNCİ DEFA DA ÇALINIR,
YER GÖK İNLER VE SESLER KESİLİR.

HERKES BUNUN NE ANLAMA GELDİĞİNİ ÖĞRENMEK İÇİN. ÇAN GÖREVLİSİNE KOŞAR, BİR
DE BAKARLAR Kİ ÇANI, HAKSIZ YERE MAHKÛM EDİLEN ADAM ÇALMAKTADIR.

SORARLAR:
' -NE DEMEK BEŞ DEFA ÇAN ÇALMAK? .. KRALDAN DAHA BÜYÜK BİRİSİ Mİ ÖLDÜ
? .....'

CEVAP ŞAŞIRTICI OLDUĞU KADAR ANLAMLIDIR DA:

' -EVET! ADALET ÖLDÜ! ...'

TÜRKİYEDE ÇANLAR SANIRIM HİÇ SUSMADAN ÇALMALI....... 



Dunning-Kruger Sendromu

Televizyon izlerken birilerine bakıp da 'Ya bu adam bu sığlıkla nasıl buralara kadar gelebilmiş' diye düşündüğünüz oldumu hiç?
Ya da işyerinizde sizinle aynı ya da daha üst aşamada bir görevde olan bazıları, sizde büyük bir şaşkınlık uyandırdı mı? ; onlara bakıp
'Bu cahillik, kendini bilmezlik nasıl fark edilmez? '
diye iç geçirdiniz mi?

Justin Kruger ve David Dunning adlı iki ABD'li bu hissi çok yaşamış olacak ki, iki psikiyatri uzmanı, 10 yıl kadar önce bir teori ortaya attı:
'Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır.'
Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşıldı:
Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimin-dedir.
Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.

Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerini n farkına varmaya başlarlar.

Bitmedi...

Cornell Üniversitesi' ndeki öğrenciler arasında bir test yapıldı ve klasik 'Nasıl geçti? ' sorusuna öğrencilerden yanıtlar istendi...
Soruların yüzde 10'una bile yanıt veremeyenlerin 'kendilerine güvenleri' müthişti. Onların 'testin yüzde 60'ına doğru yanıt verdiklerini' düşündükleri; hatta 'iyi günlerinde olmalarıhalinde yüzde 70 başarıya bile ulaşabileceklerine inandıkları' ortaya çıktı.

Soruların yüzde 90'ından fazlasını doğru yanıtlayan-lar ise 'en alçakgönüllü' deneklerdi; soruların yüzde 70' ine doğru yanıt verdiklerini düşünüyorlardı.

Tüm bu sonuçlar bir araya getirildi ve Dunning-Kruger Sendromu'nun metni yazıldı:

'İşinde çok iyi olduğuna' yürekten inanan 'yetersiz' kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür!

Ancak bu 'cahillik ve haddini bilmeme' karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur.

'Eksiler' kariyer açısından 'artıya' dönüşür.

Sonuçta, 'kifayetsiz muhterisler' her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler...

Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında 'fazla alçakgönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler... Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler... Muhtemelen üstleri tarafından da 'ihtiras eksikliği' ile suçlanırlar... '

Ne olur fazla mütevazi olmayın! ...

'Siz de çevrenize şöyle bir bakın' diyeceğim ama eminim bu satırları okurken bile aklınızdan bir dolu yüz, bir dolu isim geçti...

Bence Dunning ile Kruger'in, bu çalışmalarıyla 2000'de, Nobel yerine Harvard Üniversitesi' nin Ig Nobel'ini alma nedeni 'cahil olmamalarıydı'.

Gönlümün nobelini bu ikiliye vererek yazımı Bertrand Russel'in bir sözüyle bitiriyorum:

'Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.' 



Annenizi mutlu etmenin birkaç kestirme yolu

Günaydın
Sabahları kalktığınızda 'günaydın' deyin. Bunu arkadaşlarınıza mutlaka yaparsınız, annenizden esirgemeyin…

İyi geceler
Öylece 'Ben yatıyorum' demek yerine, 'İyi geceler anne, ben yatıyorum' diyerek bile pek çok sorunu halledebilirsiniz…

Arada bir öpün
Annenizi arada bir öpün. Sıkça yapın ki, öptüğünüz zaman ondan bir şey istediğinizi zannetmesin…

Mutfakta yardım edin
En klasik adımlardan biridir. Arada bir mutfakta anneye yardım etmek her iki tarafa da iyi gelir…

Hediye
Ona arada bir hediye alın. Ama dikkat edin mutfak ya da ev işleriyle ilgili olmasın. Sadece onu ilgilendiren, sadece onun seveceği, kullanacağı bir şeyler almaya özen gösterin…

Kahvaltı
Arada bir erken kalkıp kahvaltıyı siz hazırlayıverin. Şaşırsın, sevinsin…

Hal hatır sorun
Akşam eve geldiğinizde ya da onu her aradığınızda 'nasılsın' diye sorun ve cevabı mutlaka dinleyin…

Arkadaşlarına iyi davranın
Annenizin arkadaşlarına iyi davranın. Onları sevmiyor ya da sıkıcı buluyor olabilirsiniz, ama siz annenizin gurur kaynağısınız, ilişkilerini incitmeyin…

Onunla dışarı çıkın
Bir iki alışverişinizi de onunla yapıverin… Beğendiği bir şeyleri arada bir giyin. Bunu nezaketen yaptığınızı da hissettirmeyin… Siz de onun için bir şeyler beğenin. Giymediği zamanlarda hatırlatıp 'alınıyorum ama' demeyi de ihmal etmeyin…

Anlatın
Herşeyi değil ama hayatınıza dair bazı ayrıntıları ona anlatın. Sırdaşınız olsun, korkmayın… Sizi ailenin diğer üyelerinden bu bilgiler sayesinde koruyacaktır, sırtınızı ona yaslayın… 



pembe/mavi patikler

''Erkekler ağlamaz.''
''Erkekler korkmaz.''
''Erkekler karı gibi gülmez.''
Derken ortalık dul kadından geçilmiyor. Zira erkekler genç
yaşta
Hakk'in rahmetine kavuşuyorlar.
Siz hiç kapı komsusuna sabah kahvesine gidip karısinı çekiştiren erkek
gördünüz mü?

Fare görünce bağıran?
''Bu ara sinirlerim zayıf'' deyip habire ağlayan?
Oysa onlar da kadınlarla aynı duygulara sahip olarak geliyorlar
dünyaya.
Lakin daha ilk gün ayaklarına mavi patik giydirmek suretiyle ''Ağir ol
bakalım! '' diyoruz.

''Ne alákası var mavi patikle? '' demeyin. Mavi soğuk ve ciddi bir
renktir.
Kime isterseniz sorun. Ve katiyen tesadüf değildir o patiklerin rengi.
Düşünülmüş, taşınılmış, seçilmiştir.
Ayağa giydirildiği anda kulağa şunlar fısıldanmış demektir: Sen
erkeksin.
Erkek olmanin gerekleri vardir. Ömrünün sonuna kadar bunlari yerine
getirmekle yükümlüsün.

Ömrünün süresi ise çatlama kat sayına bağlı. İçine ata ata ne kadar
yaşayabilirsen artık.
Bize sorarsan pek uzun süreceği kanaatinde değiliz.
Dikkat edeceğin husus, en dramatik hallerde bile mavi patikli olduğunu
unutmamandır.

Misal,
Ásık oldun.
Sakın belli etme. Bırak karşındaki yansın tutuşsun. Sen ağır ol. Molla
desinler yeter ki ásık demesinler.

Misal,
Sevgilinden ayrıldın.
Sakın ağlayıp sızlama. Yine bırak karşındaki yıkılıp sürünsün.
Gözyaşı dediğin kadın kısmına yakışır.
Zaten senin gözyaşı bezlerin mavi patik operasyonuyla alınmış
bulunuyor.

Misal,
Eve hırsız girdi.
Tıkırtı duydunuz ya da hırsızla burun buruna
geldiniz.
Kim boğuşacak adamla? Bak bakalım karının ayaklarına! Ne renk
patikleri?

Pembe.
Ya hırsızınkiyle seninki? Mavi.

Kural,
Mavililer boğuşacak.
Pembeliler bağıracak.
Herkes görevini bilsin. Ta doğumhanede yapıldı bu iş bölümü.

Misal,
Eşinle kavga ettin.
Ne yapacaksın? Hiç. İşine gidip hiçbir şey olmamış gibi çalışacaksın.
''Ay İsmail çok sinirim bozuk, benimki sabah sabah anneme laf etti''
diyemezsin.

Karın o esnada telefonun başında, bir sigara ve bir kahve eşliğinde
arkadaşlarına seni çekiştiriyor olabilir.
Olsun. Onun mazereti var, patikleri pembe.

Misal,
Evde aniden bir böcek peydahlandı.
Kim gidecek üstüne? Tabii ki sen. Zira karının gitmesi hiçbir işe
yaramaz.
Böcek renk körü mü? Maviyle pembeyi ayıramaz mı?
Ve sorarım sana, hangi böcek pembeden korkar?
Ama mavi... Birrrrr.

Misal,
Savaşa gidilecek.
Kim gidecek? Tabii ki Mehmetçik. Sen hiç ''Vatan sağolsun'' diye
bağıran
Ayşecik gördün mü?
Benim bildiğim Ayşecik kameranın karşısında ''Size baba diyebilir miyim
amca? '' diyordu.

Ve hatırladığım kadarıyla omuzunda tüfek falan da yoktu.
Diyeceğim, Mavi patikli olmak zor zanaat.

Özellikle de seviyorken...

alıntı 



anne denilen güzel insanı nasıl bilirsiniz? :)))) ANNE,

-dunyada karsilik beklemeden börek yapan tek insandir...
-karsiliksiz sevginin ete kemige burunmus halidir!
-ne kadar uzsen de 10 dakka sonra seni affeden zarif bir memeli turudur,
-yagli bile olsa tiksinmeden sacini oksayan, kucagina yatiran, opup koklayan tek varliktir, melegin sut verebilenidir.
-yarasin diye muhallebinin icine ciger katarak cocuguna yediren manyaklik derecesinde yaraticidir.
-yemek yemeyen cocugun dikkatini cekmek icin elindeki tencere ve tavalarla maymunluk yapabilen kisidir, kafayi cocuklariyla bozmustur.
-gobek bagi kopsa da yurek bagi asla kopmayan, sevgi dolu fedakar insan disisidir
-bulasik, utu, vb yaparkene bile automatik olarak cene calan, kendi kendine konusan, anne ne diyon dediginizde 'sen kendi isine bak, bi de senle ugrasmayayim' seklinde asortik cevaplar verendir,
-eve bi saat gec gelsek vır vır vır' seklinde kadın dırdırı denen mereti erkeklere daha kucukten belletendir.
- yemek uzmani, duzen insani, bilgili, kulturlu - her seyi bilen sahsiyetdir,
-yavrularini yol tarafından degil, kaldirim tarafindan yurutendir,
- dizi dizi incidir lakin gerektiginde laf sokma dalında da birincidir,
-sevgiliden ayrilma haberi verildiginde, 'amaaan ben sana daha guzelini bulurum' diyebilen komik bir karakterdir,
-''Oglum aradim yoktun. Bende mesaj atayim dedim sana. Gelince ara beni emi aslan evladim. Kara borulcem benim optum.... annen'' seklinde mesajlar atabilen, teknolojiyi israrla reddeden, kabullenemeyen, kafasina gore yorumlayan bilisim dusmanidir,

ama... ama dunyanın en guzel kucagina sahip,
en guzel kokan,
harikulade bir varlıktir
olmadik yerlerde 'iyi ki dogurmusum ulen seni! '
diyen ve benim hatirima benimle freddy mercury dinleyen bir sabir agacidir,
evlatlarını asla ayırmayan, aynı zamanda birbirinden koruyan guc abidesidir
evde bir yere uzandiginiz an orada temizlik yapacagi tutan,
temizlik konusunda kayisi kopardigindan temizlikci gelecek diye evi temizleyen balans ayari kacmis temizlik kaynagidir,
mutfakta yasayan,
evde herkesi idare eden ve geceleri baba denen yasal sevgilisiyle yatan bi tur canlidir,
iyiligin, merhametin, acaaip bir sefkatin, sadakatin, sevginin guclerini birlestirdigi sonsuz şefkat abidesidir
oglunun damat - kizinin gelin oldugunu gorunce,
cocugu mezun olunca,
cocugu gol atınca,
cocugu hasta olunca,
cocugu askere gidince,
asmali kabagi seyredince,
dolar yukselince velhasil buna benzer ota-b..ka bissuru seye aglayabilen,
bu mesaji okurken duygulanip - gozleri dolabilen,
aglamaya meyilli bir yapisi olan duygu pinaridir,
son kiiii uc dort;
uzakta dursa da yakin hissedilen,
canı hep istenen, asla vazgecilmeyen,
dizinin dibinde olmak istenen,
evlatlarin varligini varligina armagan edebilecegi,
* islak - kuru ama heeeep duygulu*
disi modelidir! ! ! 



sizin bunlara inanasınız geliyor mu? Çişle ilgili inanılmaz iddialar... :)
CİŞ ya da eşanlamlısı olan başka bir sözcük... Hangisi söylenirse söylensin; bunu duymak nasıl bir çağrışım yaratır sizde? İlk tepkiniz ne olur? Hiç kuşku yok ki, çoğumuzu hemen tiksindiren sözcüklerdir bunlar! ? ? ? ? :
Peki bu özel sıvının, dünya ilaç sanayiini altüst edecek derecede her derde deva, mucizevi bir madde olduğunu söylersek nasıl bir tepki gösterirsiniz acaba? İşte o mucizevi sıvının özelliklerinden birkaçı:

*Taze idrarla birkaç kez gargara yapmak boğaz ağrılarına birebir geliyor...
*En azgın sivilceler bile on günden fazla direnemiyor kendi çişinize!
*İdrarla ovulan artroz hafifliyor...
*Günde birkac tamponla kılıç yarası bile iyilesiyor...
*Pencere camlarını, hicbir temizlik maddesi çiş kadar parlatmıyor!
*On gün dinlendirilmiş idrar, en iddialı şampuandan daha iyi yumuşatıyor saçları.
*İdrarla sulanmış salatalıklar daha çabuk büyüyor... vs. vs.
Çişle ilgili inanılmaz daha nice iddialar var...

valla ne yapalım anlamadım artık yoğurt kaplarındamı biriktiririz bilmiyorum 



bu ne sevimli bir şiirmiş yahu :) Hamdolsun...

Biri baksın falımıza,
Tuz kattılar balımıza,
Ağlanacak halimize,
gülüyoruz hamdolsun...

Süleymaniye'de serçe,
Davos'ta aslandan pençe,
Gül değil, dikenli bahçe,
Suluyoruz hamdolsun...

Diplomasi, ince ince,
Dokunulur mu hiç gence?
"One minute"lik İngilizce,
Biliyoruz hamdolsun...

Hani teğet geçecekti?
Kriz gelip geçecekti?
Başlamadan bitecekti?
Ölüyoruz hamdolsun...

Millette geçim korkusu,
Onlarda seçim kaygısı,
Şehirde kömür kokusu,
Soluyoruz hamdolsun...

Nerde düzen, nerde birlik?
Hani birdik, bütündük?
Bir alt kimlik, bir üst kimlik,
Bölüyoruz hamdolsun...

Rantın peşine düşenler,
Deniz Feneri sevenler,
"Ya sev, ya terk et " diyenler!
Kalıyoruz hamdolsun...

Üç, beş kuruş memuruma,
Hem emekli hem duluma,
Gemi yakışır mahdumuma,
Alıyoruz hamdolsun...

"Al git! " dedi anamızı,
Okutacak salamızı,
Aradıkça belamızı,
Buluyoruz hamdolsun...

Nerede iş, nerede aş,
Gözler çıktı yaparken kaş,
Ömrümüzden yavaş yavaş,
Çalıyoruz hamdolsun...

Bir Recep İvedik filmi, izledik,
Güncel ve ilmi,
Uyuma vakti geldi mi,
Dalıyoruz hamdolsun...

Şehit: "Kelle", Apo: "Sayın",
Yüreklerde gizli mayın,
Kimler yiğit kimler hain?
Biliyoruz hamdolsun...

Avrupa'nın havuçları,
Kapalıdır kapıları,
Tuz dökülmüş avuçları,
Yalıyoruz hamdolsun...

Dünyalıktır zikirleri
Anlaşılmaz zehirleri,
Akılları, fikirleri,
Çeliyoruz hamdolsun...

Mektup, zarfa ilişmiyor,
Demokrasi gelişmiyor,
Cafer'e bez yetişmiyor,
Siliyoruz hamdolsun...

Hayal gibi, gerçek gibi,
Aciz miyiz, böcek gibi?
Susuz kalmış çiçek gibi,
Soluyoruz hamdolsun...

Bu teranelerden bıktık,
Bilmem nerde hata yaptık?
Sinir küpü olduk artık,
Doluyoruz hamdolsun...

Kader örmüş ağlarını,
Özledik dost bağlarını,
Ergenekon dağlarını,
Deliyoruz hamdolsun...

Onlar efendi, biz hamal,
Artık zamanı: Bir rol al!
Hepimiz Mustafa Kemal,
Geliyoruz hamdolsun.

Yazan bilinmiyor internetten alıntı.... 



Çekirdekler Toprağa

Yeryüzünün aldığı yağmur oranı 10 yıllık aralıklarda artar. (2010) dünyanın periyodik olarak en çok yağmur alan yıllarından biri olacak, bu nedenle yediğiniz kayısı, şeftali, kiraz, vişne, karpuz, kavun, erik vb. meyvelerin çekirdeklerini lütfen çöpe atmayın, hele çöp poşetlerine ASLA hapsetmeyin. Mümkünse herhangi bir yerde toprağın 10 cm altına gömün. Üzerine de bir bardak su dökün.

Gömme imkanınız yoksa bi poşette bu çekirdekleri biriktirip yanınıza alın (yada arabanıza koyun) arsa, tarla, toprak yol kenarı, yamaç gibi toprağı gördüğünüz alanlara bu çekirdeklerinizi savurun, korkmayın bu çevre kirliliği değildir aksine çevre için yeni hayattır. Doğa hemen o yeni çekirdekleri kucaklar ve besler…

Yapacağınız en kötü hareket çekirdekleri poşetlere hapsetmektir! Bunu yapmayın ve yaptırmayın.

Yapılan çalışmalarda doğaya başıboş atılan yada dikilen bu çekirdeklerin en az yarısının yeşerip ağaç veya bitki olduğu kanıtlanmış.
En büyük israflardan birisi meyve çekirdeklerinin çöpe atılması, ülkemiz adına küçümsenemeyecek büyük bir servet...
Daha yeşil bir ülke için, daha temiz hava için, toprak kaymasını önlemek ve yeni nesillerimize yeşil bir dünya bırakmak için hep birlikte elimizden geldiğince meyve çekirdeği gömelim, savuralım, fırlatalım…

Bu uygulama TEMA tarafından başlatıldı ve bilinçli toplum olarak bizlerin desteklerini bekliyor, Doğaya yardım etmek, gelecekte etrafımızı saracak beton ve gökdelenlerden alamayacağımız oksijeni karşılamak için bile bu çekirdeklerden çıkacak ağaçlara ihtiyacımız olacaktır.

Poşete koymadığınız her çekirdek için şimdiden teşekkürler! 



Ataturk'Ü Kötüleyenlere Neyzen Teyfikten Tokat gibi bir şiir Esir iken mümkün mü ibadet
Yatıp kalkıp Atatürk'e dua et
Senin gibi dürzülerin yüzünden
Dininden de soğuyacak bu millet
*
İşgaldeki hali sakın unutma
Atatürk'e dil uzatman gereksiz
Sen anandan yine doğardın amma
Baban kim olurdu bilemezdin
*
*

Neyzen Teyfik



PADİŞAHIN İŞİ NE ????????

Sultan Murat Han o gün bir hoştur. Telâşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer.

Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
— Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
— Aksam garip bir rüya gördüm.
— Hayırdır inşallah?
— Hayır mı, şer mi öğreneceğiz.
— Nasıl yani?
— Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır.

İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorar:

— Kimdir bu? Ahali:
— Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın meyhuşun biri iste! ..
— Nerden biliyorsunuz?
— Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komsumuz.
Bir başkası tafsilâta girer:
— Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar Çarsısı'nda çalışır.
Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşsa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.
Hele yaslının biri çok öfkelidir:
— İsterseniz komşulara sorun der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?
Hâsılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar mı ortada!
Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu:
— Nereye?
— Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
— Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz gidemeyiz, söyle veya böyle halkımızdır. Defini tamamlamak gerek.
— İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
— Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
— Peki, ne yapmamı emir buyurursunuz?
— Mollalığa devam... Naaşsı kaldırmalıyız en azından.
- — Aman efendim, nasıl kaldırırız?
— Basbayağı kaldırırız iste.
— Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Kefenlenmesi, gömülmesi...
— Merak etme ben beceririm. Ama önce bir ga-silhane bulmalıyız.
— Şurada bir mahalle mescidi var ama...
— Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
— Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden...
— Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkânı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim...
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sarhoşlara benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında.
Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de tabii ki... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla tasına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı yaklaşır.
— Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
— Nasıl yani?
— Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?
— Doğru, öyle ya, neyse... Sen basını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir, cüzüne, teşbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar.
Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaslı bir kadın açar.
Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
— Hakkını helâl et evlâdım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra esiğe çöker, ellerini yumruk yapar, sakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır.
Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...
— Biliyor musun oğlum, diye dertli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Aksamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helâya!
— Niye?
— ümmet-i Muhammed içmesin diye...
— Hayret...
— Sonra, malûm kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse simdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara... Mızraklı İlmihal, Hücceti'l-İslâm okurdum...
— Bak sen! Millet ne sanıyor hâlbuki...
— Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. 'Öyle bir imamın arkasında durmalı ki,' derdi. 'Tekbir alırken Kâbe'yi görmeli...'
— Öyle imam kaç tane kaldı simdi?
— İşte bu yüzden Nisancıya, Sofulara uzanırdı ya... Hatta bir gün; 'Bakasın efendi,' dedim. 'Sen böyle yapıyorsun, ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada...'
— Doğru, öyle ya?
— Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. 'İş mezarla bitiyor mu,' dedim. 'Seni kim yıkasın, kim kaldırsın? '
— Peki, o ne dedi?
— Önce uzun uzun güldü, sonra, 'Allah büyüktür hatun,' dedi. 'Hem padişahın işi ne? ' 



Küçükken kafamızı bozan şeyler?

Daha yeni alınan külahtaki dondurmanın yiyemeden düşmesi
Kolayı annenin izniyle ve onun izin verdiği kadar içebilmek
Misafir geldiğinde uyutulmak
Arkadaşının beslenmesindekilerin seninkindekilerden daha iyi olması
Ortada sı.an oyununda en çok ortada kalan olmak
Akşam ezanı ya da babanın eve dönüş vaktinin eve gitme vakti demek olması
Oyunun en güzel yerinde annenin yemeğe çağırması
Yılbaşı hediye çekilişlerinde sana çıkan kişinin dandik hediye alması
Annenin seçtiği kıyafeti giyme zorunluluğu
Bayramda harçlık vermeyen büyükleri de ziyaret zorunluluğu
Saklambaç oyununda sen ebeyken çanak çömlek patlaması durumu
Anneni mi yoksa babanı mı daha çok seviyorsun sorusuna cevap verme zorunluluğu
Misafir gidilen ya da misafir gelen kişilerin karnen/dersler nasıl diye muhabbete girme çabaları
Evden alınan havuç, zeytin ve binbir emekle yapılan kardan adamın diğer çocuklar tarafından yağmalanması
En güzel meyvelerin olduğu ağaçların sağlam bir kapıcı ya da manyak bir apartman sakinince gözlenen bahçelerde olması
Pazar akşamları banyo yapma zorunluluğu
Misafirin çocuğuyla oyuncaklarını paylaşma zorunluluğu
Okul başlarken yazın uzattığımız saçlarımızı kestirmek gerekliliği
İstediğin kadar televizyon izleyememek 



ERZURUM'DA GIZ SEVMEK

Gıgırcik kesildim ambu soyuhta,
Çıhıp bir yüzüme bahamazmiydın.
Yumurtalar dondi gazda tavuğda,
Çıhıp bir yüzüme bahamazmiydın.

Zaten ödüm gopir cazi anandan,
Kor buğa gardaşın yarma babandan,
Heç değilse gece perde arandan,
Çıhıp bir yüzüme bahamazmiydın.

Bugün hepsi hepsi bir kere bahtın,
Hınc ettin göğsümi içimi yahtın,
Bumiydi tüm aşkın bumiydi ahdın,
Çıhıp bir yüzüme bahamazmiydın.

Sabahlara deyin caman bahiram,
Geberene geden kısdik yahiram,
Ele bazi bazi senden bıhiram,
Çıhıp bir yüzüme bahamazmiydın.

Bir itler uyanıh bir de ben burda,
Polisler devriye bekciler turda,
Senin üsdün yorgan altın poturda,
Çıhıp bir yüzüme bahamazmiydın.

Sınıfda galırsam senin yüzünden,
Çünki gopamadım ayah izinden,
Sorarlarsa derem gavur gızından,
Çıhıp bir yüzüme bahamazmiydın.

Ömer Temel 



KÜÇÜK ŞEYLER ASLINDA BÜYÜK ŞEYLERDİR?

* En iyi şeyler küçük çıkınlarda taşınırmış.

* Küçük bir beden çoğu kez büyük bir ruha yataklık edermiş.

* Ufak balıklar lezzetli olurmuş.

* Ateşe küçük odunlar atılırsa alevler artarmış, büyük odunlar ateşi söndürebilirmiş.

* Her küçük şey mutlaka işe yararmış, bir çok küçük bir büyük edermiş.

* Sağanak dediğimiz küçük damlacıklardan ibaretmiş.

* Ufacık bir yağmur kocaman bir toz bulutunu yok edebilirmiş.

* Muazzam bir aydınlık küçük bir delikten görülebilirmiş.

* Saman çöpü rüzgarın yönünü gösterirmiş.

* Bütün hasat bir kıvılcım yüzünden elden gidebilirmiş.

* Büyük bir geminin batması için küçük bir delik yeterli imiş.

* Çok veren malından, az veren canından verirmiş.

* Yükte hafif olmak pahada ağır olmaya engel değilmiş.

* Deve büyükmüş ama ot yermiş, şahin küçükmüş ama et yermiş.

* İnsan küçük bir adama iyiliği dokunduğu zaman cömertliği öğrenebilirmiş,
büyük adama iyilik ederse öğreneceği şey ızdırap olurmuş.

* Büyük adamın büyüklüğü devam ediyorsa bunun sebebi onun küçük adamlara gösterdiği ihtimam imiş.

* Büyük makineleri küçük çarklar çalıştırırmış.

* Küçük başlangıçlar olmadan büyük sonuçların sağlandığı vaki değilmiş... 



Evinden Kaçan Kızın Mektubu

Anam güzel anam garip anam.
Sarıkız''ı marıkız''ı heç sormuyom zira zerre gadder umrumda değil. Sadede geliyom. Bu İstanbul şehri çok büyükmüş. Bizim köyden yan yana 1 melyon tane koy aha işte o gadder gocuman. Ben meyşur olmayı kafaya koydum anam. Filmde görmüştüm. ''İstanbul seni yeneceem'' diyordu ya bana beraberlik de yeter. Yani senin anlayacağın buraya puan veya puanlar almaya geldim anam.
*
*
Ay gızım bal gızım eşek gızım...
Sarıkız''ı sormuyon amma Sarıkız seni soruyo. Benden daha salak kızın nerde deyo... Gaçtın diye her Allah''ın gecesi bubandan sopa yiyom. Sırtım nasır tuttu artıkın. Seni bi yakalarsam bak nasıl meyşur edecem. Ağabeylerin peşine düştü. Yakında seni bulur öbür tarafa tez ulaştırılar. Sen de gazetenin 3. sayfasına çıkıp meyşur olursun artık. Ağbingiller gelene gadder İstanbul seni 3.sayfalık yapmazsa tabii!
*
*
Anaaaaaa... Bababaaa...
Burada bi dizi var şaşırınca böyle yapıyor başroldeki adamYakında tanışmayı hayal ediyorum onunla. Hatta hepisiylen. Ana gız; sen alışıksındır dayağa. Ya da dur ben buradaki kadın porgramlarından birini yollayayım sana koca dayağı yiyo diye tilivizyonlara çık ana-kız meyşur olalım.
*
*
Yelojlar Kraliçesi halası kılıklı kızım benim
Sen şimdi meyşur olacam derken vs. o küçük cep telefonlarına dikkat et bari. Ağbilerin izini bulmuş İstanbul''a varmışlar. Dua ediyom sadece vursunlar cesedin güzel olsun. Çocuklar seni hırslarından parça pinçik doğrayayım derken terleyip Boğaz esintisiyle hasta olmasalar bari.? ? ? ? :
*
*
Anaların en vicdansızı teneşirlere gelesicesi...
Abim olacak o davardan haber alabiliyon mu? Alaman zira bir tanesi anası yaşında bir kadınla yaşamaya başladı. Arada görüşüyoruz. Öbürünün de sinir geçti baya bi yumuşadı. Hatta fazla yumuşadı. Geçen birlikte pembe bluz almaya çıktık. Yanlış anlama ha bana değil ona. Bir dekolte giyiniyor ki sorma. Ben o kadar giyemem valla. Tutturdu ameliyat olucam kesin dönüş yapıcam diye. Bırak diyorum vur beni dön memlekete diyorum 'Ay beni gan tutar gııız' diyor. Yakında iki kızınız oluyor bilesiniz.
*
*
Ailenin kanayan yaraları... Kansızlar sizi!
Abilerini de ayarttın sonunda haa! Hakkımı helal edersem şerrrefsizim... Babanın da selamı var! Benim öyle bir kızım yok diyo... Hasadı kaldırayım bizzat kendi ellerimle boğucam üçünü de diyo...
*
*
Ahh anam benim saf anam...
Sana ne zamandır yazamadım. Beni merak etmezsin biliyom da babamı merak etmişindir herhalde. Hali vakti yerinde. Gençleşti de. ''Genç kadın adamı gençleştirir'' derlerdi de inanmazdım. Kuman diye söylemiyorum güzel kız. Sen ne bakarsın babamın öyle atıp tuttuğuna. ''Asıcam kesicem'' diye yemiş seni. Hasadın parasını burada öyle bir yedi ki aklın durur. Bir akşamda dolaştı bütün meyhanelerini gece kulüplerini İstanbul''un. Sonra bir askerlik arkadaşını buldu. Kalan parasıyla birlikte iş kurdular. Simit sarayı açtılar. Paraya para demiyor artık babam bilesin. Ana be unutmadan bi şey diycem. Bu mektup olayı sıktı be... Bir cep telefon al da SMS''leşelim. Ya da bir bilgisayar al MSN''den yazışalım. Böyle çok banal...
*
*
Oyyy anam oyyy...
Meğer yıllarca koynumda bir değil dört yılan beslemişim oyyy! Hepiniz hayın çıktınız. Tez zamanda İstanbul''a gelip alayınızı yere sermezsem bana da Zarife demesinler!
*
*
İstanbul''a gelme kararına pek sevindik ana.
Bir sen eksiktin zaten burada. Gelmeden önce bana haber ver de abimin ''Refo'' adıyla sahne aldığı gece kulübünden yer ayırtayım. Hep beraber felekten bir gece çalalım. Bu arada büyük abim o kadından ayrıldı. Anam gelsin de televizyondaki gelin-damat-kaynana yarışmalarına katılalım diyor. Bence de iyi fikir. Sen 10 tane kaynana Semra''yı cebinden çıkarırsın. Şöhret olmak senin de hakkın. Hasretle bekliyoruz anam. Öptük çok. Bye! 



aaaa? ? ? ? hadi kalkın dostlar..derhal Avustralya'ya gidiyoruzzzz Okuyacaginiz bu ileti hayal degil gercek. TurkiyeYi idare ettigini sananlara ithaf olunur.

Avustralya'da insan olmak.....

Melbourne'e vardik. Bir ev kiraladik, ben oradaki akrabalarima haril haril soruyorum
-'Yahu, elektrik, telefon, su, gaz idarelerinde tanidiginiz var mi? '
Biri
-'Ne yapacaksin? ' diye sordu. 'Oyle bir muessesede mi calismak istiyorsun? '
Ben
- 'Hayir' diye cevap verdim 'Yeni eve o hizmetleri baglatmak istiyorum da...'
Adam guldu,
-'Bana adresini soyle' dedi. Adresi verdim, gecti telefonun basina, o idareleri tek tek aradi. Aksama dogru butun hizmetler baglanmisti.

Bir gun elektrik idaresinden bir mektup geldi. Mektupta 2 ay kadar sonra, bir gun bizim sokakta elektrik kesilecegi bildiriliyor ve ilave ediliyordu
-'Eger o gun mutlaka elektrige ihtiyaciniz varsa size bir jenerator tahsis edilecek ve harcadiginiz elektrik normal tarife uzerinden hesaplanacaktir. Ancak jenerator sayisi sinirli oldugu icin sadece mucbir ihtiyac sahiplerinin muracaati...'
Ben istemedim, ama komsumuz, yalniz yasayan yasli kadin jenerator istedi. O sabah 8'de 2 teknisyen jeneratoru getirip kadinin sistemine bagladilar.. Sonradan, merak edip sordum bu is icin sadece harcadigi elektrigin bedeli olan 45 sent almislar.

Ben herkesin insan oldugunu ve herkese ayni muamelenin yapilmasi icap ettigini Avustralya'da ogrendim. Bir tek gun kimse hakkimi yemedi, kuyrukta onume gecmedi, trafikte acikgozluk yapmadi, avanta istemedi...

Kizim yeni bir mektebe baslamisti
- 'Gel carsiya cikip eksiklerini alalim' dedim.
-'Luzum yok' dedi, 'Her seyi okuldan verdiler'
Bir gun ayni mektepten bir mektup geldi
-'Bazi talebelerin, ogle yemegi olarak pahali gida maddeleri getirdiklerini fark ettik. Lutfen cocugunuzun yanina sadece, butun ailelerinin cocuklarina alabilecekleri seyler verin. Bu yasta cocuklarin arkadaslarina imrenmesi kotu bir seydir'

Annem bizi ziyarete geldi. Meydana karsilamaya gittik, bekliyoruz, arada gumrugun kapisi aciliyor ve annemi oradaki bir memur ile konusurken goruyorum. Ingilizce bilmeyen annemin sohbeti bir turlu bitmiyor. Dikkat ettim annemin elinde bir portakal var. Nihayet annem cikti ve is anlasildi. Kitayi mikroplardan korumak icin Avustralya'ya herhangi bir gida maddesi sokmak yasak.
Annem ucaktan bir portakal alip cantasina koymus.. Adam onu gorunce, hemen elinden alip cope atacagina, buyuk bir sabir ile Avustralya'ni n neden bir kaideyi uyguladigini anlatiyor ve
-'Bu size karsi yapilmis bir hareket degildir, hepimizin sagligi icin alinan bir tedbirdir filan diyor'

Melbourne'da ve Avustralya'n n hemen hemen tamaminda deniz kenarinda bina yoktur. Memleketi bir yol cevreler. Kiyilar herkesindir. 5-10 kilometrede bir, denize girmek, piknik yapmak icin tuvalet, dus, elektrikli mangal ve soyunma odalari gibi bedava tesisler vardir. Yalniz elektrikli mangali calistirabilmek icin para atmak lazimdir.

Bir gun oldukca yuklu bir telefon faturasi geldi. Idareyi arayip, bu faturayi odemekte zorluk cektigimi soyledim ve su cevabi aldim
- 'Siz bu faturayi bu ay odemeyin. Biz bunu 12'ye bolerek 1 sene muddet ile her aylik faturaniza ilave edecegiz. Ama bundan sonra her faturayi odeyin'. Sordugumda faiz odemeyecegimi de ogrendim.

Avustralya'da yasayan her insan bedava saglik sigortasina sahiptir. Sehrin merkezi disinda 2 katlidan yuksek bina bulunmaz.
Normal evler 1 donum bahce icinde, mustakil evlerdir. Sehrin belki yarisi golf sahalari (bedava) , botanik bahceler, goller ve akarsular ile kaplidir.

Okullar bedavadir. Musluktan akan su, hakiki icilen sudur (sozde degil ozde) . Kilise, cami, havra, Budist tapinaklari ve daha nice dini yapi yan yana varliklarini devam ettirir.

SBS adli devlet televizyonunda Avustralya'da yasayan 100 kusur ayri millete mensup insanlarin kendi dilinde yayin yapilir. Cogu Avustralyali, 2 vesile ile kravat takar; dugun ve cenaze.

Avustralya'da en buyuk suc yalan soylemektir. Yalan soyleyen, yalan beyanda bulunan insanin hayati kayar. Onun disinda her seyin bir caresi bulunur.

ALINTI 



ÖNYaRGı

Uzaklarda bir köyde, kocası, çocuğu daha doğmadan ölmüş, tek başına yasayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması açısından dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başlar.
...
Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmaz.

Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da,oldukça uysallaşır.

Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar.

Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadır.

Günler geçer ve kadın bir gün bir kaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır...

Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardır.

Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir.

Gelinciği ve kanlı ağzını görür.

Anne çıldırmışçasına gelinciğe saldırır ve oracıkta öldürür hayvanı.

Tam o sırada içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur.

Anne hızla odaya yönelir...

Ve odada beşiği, beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış yılanı görür. 



YANMAK

Dört tane kelebek bir gün bir ateş görmüşler. Bunun nasıl bir şey olduğunu öğrenmek istemişler. Birinci kelebek ateşe biraz yaklaşmış ve üzerinin aydınlandığını görmüş. Arkadaşlarının yanına gelmiş ve:

-Bu ateş aydınlatıcı bir şey! , demiş..

İkinci kelebek bununla yetinmeyerek daha fazla şey öğrenmek istemiş. Biraz daha yaklaşmış ve ısındığını hissetmiş; Demiş ki:

-Aynı zamanda bu ateş ısıtıcı bir şey!

Üçüncü kelebek bununla da yetinmemiş, Biraz daha biraz daha yaklaşmış. Bir anda ateşin kanatlarını yaladığını hissetmiş ve yanmış kanatlarıyla geri dönmüş; Şöyle demiş:

-Ve bu ateş yakıcı bir şey!

Sonuncu kelebek daha da çok şey öğrenmek istiyormuş. Biraz yaklaşmış, aydınlandığını görmüş. Biraz yaklaşmış, ısındığını hissetmiş. Biraz daha yaklaşmış, ateş kanatlarını kavurmuş.

ve biraz daha yaklaştıktan sonra tamamen yanan kelebek 'poff! ' diye ortadan kayboluvermiş...

Ateşin gerçekten ne olduğunu belki bir tek o öğrenmiş ama geri dönüp söyleyememiş;

Çünkü o kaybolmuş ateş içinde ve bir şeyi, ancak içinde kaybolan bilebilirmiş! ...
-alıntı- 



ağLadın mı sorusuna aLternatif cevapLar.

ağladın mı sen?
+ yok sen bu soruyu sor diye gözüme parmağımı soktum

- ağladın mı sen?
- yok, dikkat çekmeye çalışıyorum.
-? !

+evet
-ağladın mı sen? ahöö abi replikler karıştı yaa.

- ağladın mı sen?
* hee.göze iyi geliyormuş.

- ağladın mı sen?
+ aslında hayır. ağlarsam yüzümün alacağı hale bakıyordum.

- ağladın mı sen?
+ evet ağladım, zamanında çok ağladım. ama artık o acı günler geride kaldı.*

- ağladın mı sen?
= ya gülünce sormuyon da nie şimdi soruyon? ağladım evet bişey mi var!
- sinirlendin mi sen?
=! ! ! ! ! !

-ağladın mı sen?
+gözlerim terledi.

-agladın mı sen?
-hiç güldüm mü ki ben?
-...

- agladın mı sen?
+ onlar benim degil, icimde ki cocugun göz yaslarıydı.
- oldu ozaman.

-ağladın mı sen?
+yok. kapıya çarptım.

-ağladın mı sen?
+senin gördüğün yanağımdan süzülenler. oysa içimde, içinde yüzdüğüm bir deniz var! *

- ağladın mı sen?
+ hayır, ağlatıldım. **

+ ağladın mı sen?
- doğduğum andan beri..

-ağladın mı sen?
- evet.
- neden?
- gözyaşımda saklıydın. ağladım. bende değilsin artık. benim değilsin.

+ağladınmı sen?
-mı ayrı yazılır salak..

- ağladın mı sen?
+ evet ağladım, ellerin kırılsıne mi hayvan herif.. 



aaahhh çocukluk :)))
 COCUKLUK

-Çocukluk sıcaktan bunaldığında nerede olursan ol üstünü başını çıkarıp, kenara bir yere atmaktır. Ayakkabılarını fırlatıp bir kenara, çıplak ayak taşlara basmaktır. Hiçbir şeyi kafaya takmadan içinden geldiği gibi davranmak, büyüklerin sana güldüğünde utanıp ağlamaktır. Restoranda tabağındakii yemekleri mıncıklamak, masalara çıkmak ya da masa altına girip, sandalyelerin arasında konuşlanıp, büyüklerin ayağını gıdıklamaktır.

-Çocukluk büyükannenin evindeki koltuk minderlerinden çadır yapmak ve içine girip o küçücük alandayken büyük bir müteahhit edasıyla mağrur, evindeymişsin gibi hissetmek ve mutlu olmaktır.

-Çocukluk en sevdiğin arkadaşının evine ziyarete gittiğinde saatlerce oyuncaklarla oyunlar oynamak, bazen onunla saç saça, baş başa girmek; sonra ağlayıp, birbirine sarılıp barışmak ve gitme vakti geldiğinde seslenen annene cevap vermeden arkadaşınla birlikte saklanıp, hiç sesini çıkarmadan babanın seni bulamayacağını sanmaktır.

-Çocukluk evde oynanan saklambaçta ablanı ebe yapıp, kıkır kıkır gülerek saklanırken perdenin arkasında ayaklarının göründüğünü bilmemek, koltuğun arkasında çöktüğünde poponun havada kaldığını düşünememektir.

-Çocukluk ağabeyinin arkadaşlarıyla takılmanın gururunu okşamasıdır. Onlar önden koşarken arkadan 'Beni bekleyin! ' diye bağırıp, seni takmadıkları halde kendini göstermeye çalışmaktır. Ama sonunda kendini kabul ettirmektir de...

-Çocukluk baban traş olurken 'Ben de olucaaam! ' diye banyoya koşup, jiletin ters tarafıyla olmayan sakallarını traş etmektir.

-Çocukluk komşu teyzenin evindeki çiçekleri koparıp, kötü bir şey yaptığını onun tepkisinden anlamaktır. O mekanı bir an önce terk etmenin yolunu anında bulup, kaçmaktır.

-Çocukluk yuva öğretmeninin göğsüne yapıştırdığı yemek tablosunda işaretlediği yemediğin yemeğin '-' işaretini, kurşun kaleminle '+' ya çevirerek anneni kandırdığını sanmaktır.

-Bütün çikolata ve şekerlemelerden önünde dağ yapıp, o dağı yerle bir etmek istemektir...

-Bir şeyi yapmak isteyip başaramadığında sinirlenip, hırslanıp; baban yardım ettiğinde de 'Ben yapacaktım, neden sen yaptın? ' diye hıçkırıklara boğulmaktır.

-Çocukluk hiç durmadan konuşmak, hiç durmadan soru sormaktır. Kelimeleri yarım yamalak söylerken büyüklerin içinin eridiğini, keyfinin yerine geldiğini, ruhunun beslendiğini, dertlerinden uzaklaştığını bilmemektir.

-Çocukluk geceleri karanlıktan korkmaktır. Gölgelere anlam yüklemek, 'Cadı'dan korkmaktır, o her neyse...

-Çocukluk bitmeyen bir enerjidir. Adamı yorar, ama yokluğu hissedilir.

-Çocukluk biraz da bencilliktir, kendi keyfini düşünmek, sadece kendi çıkarlarını önemsemektir. Ancak, ömrünün en naif döneminde olunmasına rağmen 'gerçek sevgi'yi kimin verdiğini bilmektir. En pahalı, en popüler oyuncakları kim verirse versin; onu taşıyan, iliğiyle, kanıyla, sütüyle besleyen; uykusuzluğa ve yorgunluğa alışmış annesine bağlı ve bağımlı olmaktır.

-Onun kollarında huzurla uyumaktır...Başı sıkıştığında 'Anneeee! ' diye mızmızlanmaktır.

-Çocuklarını canı gibi sevip sakınan, onları büyük emeklerle büyüten, özveri ve fedakarlık gösteren ebeveynlerin çocuklardan tek beklediği şey sevgidir. Bir gülücük, bir kucak tüm yorgunluğunu unutturur insana; bir öpücüğü ömre bedeldir...

Tüm yavrularımızı Allah melekleriyle korusun... 



 Bilgisayarınızın ekranını temizliyoruz. :)
http://www.pcworld.com.tr/resim/ekran_temizligi.swf

Bu linki tıklayın.Sonra arkanıza yaslanıp izleyin.O kadar güzel ki :)



Anne ve baba arasındaki bir fark..gülümseyin lütfen :)


Anne dışarıda alış-verişteydi. İki buçuk
yaşındaki bebeğe babası gözkulak oluyordu.
Aslında bu pek de zor bir şey değildi. Yavrucak
halının üzerinde 'çay seti' oyuncağıyla
oynarken baba da koltuğunda gazetesini okuyor, ara sıra da
bebeğinin kendisine -çay seti oyuncağının minik plastik
fincanlarıyla- ikram ettiği suları çay niyetine içerek
oyuna iştirak ediyordu.

Derken anne eve geldi. Baba anneye sus işareti yapıp,
bebeği izlemesini istedi. Bu çok şirin hareketini annenin
de görmesini istiyordu.
Anne, bebeğin elinde çay fincanıyla salondan çıkıp,
biraz sonra içi su dolu olarak babasına getirmesini ve
babanın da onu çaymış gibi içmesini seyretti.
Sonra gayet sakin bir tavırla elindekilerle mutfağa
geçerken eşine seslendi:

'Uzanabildiği tek su kaynağının klozet olduğunu
biliyorsun, değil mi? '

Sonuç-1: Anneler evlatlarını ço k sever ve onlara dair
her şeyi bilir.
Sonuç-2: Babalar evlatlarına dair bir çok şeyi bilmez
ama onları çok sever: 'Babalar en son duyar'
boşuna söylenmemiştir. :) 



Baba gözüyle...Evlat gözüyle...

80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen -45 yaşında ve saygın bir işi olan- oğlu salonda oturuyorlardı.
Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sahbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti.
O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu.
Yaşlı baba kargaya gülümserek biraz baktıktan sonra oğluna sordu:
- Bu ne oğlum?
Oğlu şaşkın, cevapladı:
- O bir karga baba.
Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu:
- Bu ne oğlum?
Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı:
- Baba, o bir karga
Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu:
- Bu ne?
Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü:
- O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun? !
Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti:
- Baba bunu neden yapıyorsun?
Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun.
Sabrımı mı deniyorsun? !

Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı,
içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü.
Bu bir hâtıra defteriydi.
Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu.
Sevgiyle gülümseye devam ederek
sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi:

'Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu.
Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu.
23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak,
onun bir karga olduğunu söyledim.
Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu...' 



Kendinizle barış içinde olursanız,hayat da sizinle barışır...
Çok uzaklarda bir yerlerde, içinde binlerce aynanın olduğu bir oda olan bir saray varmış.
 Bir gün, nasıl olmuşsa, bir köpek sarayda kaybolmuş ve bu odaya gelmiş.
Aynalara bakıp,kendinden binlercesi bir arada görünce düşmanı zannettiği görüntülere karşı havlamaya başlamış.
Bu havlamalar ve diş göstermeler kendisine bin katı geri dönüyormuş.
Köpek daha da saldırganlaşmış. Gittikçe kontrolden çıkmış ve sonunda, öfkeden oracıkta ölüvermiş.

Bir süre sonra başka bir köpek daha sarayda kaybolmuş ve aynı aynalı odaya gelmiş.
Bu köpek de diğeri gibi etrafının binlerce köpekle çevrili olduğunu sanmış.
Sevinç içinde onlara doğru kuyruğunu sallamış ve bu ona bin adet neşeli kuyruk sallaması olarak geri dönmüş.
Köpek mutlu ve cesur bir şekilde saraydan çıkış yolunu bulmuş.
Sadece içinizdeki sizi yansıtan insanları etkileyebilirsiniz.
Diğer insanların içindeki güzellikleri görüyorsanız, kendi içinizdeki güzelliği keşfetmişsiniz demektir.
Eğer herkes hayatı sizin için zorlaştırıyorsa, o zaman da bunu aslında kendiniz yapıyorsunuz demektir.



Kıssadan hisse...
KADI

Kadı nın biri, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Vitrinde, güveç içinde nar gibi kızarmış, sahibini bekleyen nefis bir ördek var. Kadı, fırıncıya
'Ben bunu aldım' demiş.
Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.
Az sonra ördeğin sahibi gelmiş:
'Hani bizim ördek? '
Fırıncı boynunu büküp
'Uçtu'
deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış...
Bir duvardan atlarken, bilmeden öteki taraftaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş.
Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış...
Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak kadının karşısına çıkarmışlar.
Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi,
'Bu adam ördeğimi hiç etti'diye şikáyet etmiş.
Kadı, fırıncıya sormuş:
'Ne yaptın bu adamın ördeğini? '
Fırıncı
'Uçtu'
demiş. Kadı, kara kaplı defterini açmış:
'Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'Uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil'
diyerek fırıncının beraatine karar vermiş.
Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş... Onun şikáyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
'Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o müslimin tek gözü çıkarıla...'
Davacı
'Ne olacak? '
diye sorunca kadı,
'Şimdi' demiş, 'Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.'
Tabii gayrimüslim şikáyetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş.
Çocuğunu kaybeden kadının kocasına da kadı,
 'Tamam' demiş, 'Karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak.'
Böyle olunca fırıncı bu davadan da kurtulmuş. Kadı dönmüş Yahudi'ye: 'Senin şikáyetin ne? '
Yahudi ellerini açmış,
 'Ne diyeyim kadı efendi' demiş, 'Adaletinle bin yaşa sen e mi? '

Kıssadan hisse: Ananı öpen kadı ise kime şikáyet edeceksin? Bugün ülkedeki durum bu! 



şimdi biraz gülümseyelim...buyrun dostlar:

www.photofunia.com

harikulade bir photoshop sitesi...
hazırda harika mizansenler var..siz sadece kendi resminizi yüklüyorsunuz,sizi alıp o mizansenin içine koyuyor...
sabahtan beri bununla oynuyorum :)))

buyrun tıklayın..çok şeker bişey :))

www.photofunia.com





siz hiç isminizi didiklediniz mi? :)

ben didikledim..
buyrun şuradan didikleniyor :)))))

lütfen tıklayın...

www.ismididikle.com
ben didikledim..bunlar çıktı :)))

Figen Meltem EGE...
Figen ve Meltem'i ayrı ayrı didikleyelim :)))))

FİGEN Türkiye'de en çok kullanılan 119. isim (... 117.
tuncay, 118. ercan, 119. figen, 120. bahar, 121. bekir, ...). Ülkemizde yaklaşık her 614 kişiden birinin adı FİGEN ve ismin yaygınlık oranı binde 1.63.

FİGEN adının yaygınlık oranının Türkiye'nin resmi nüfus sayımı sonuçları ve günlük ortalama nüfus artış hızına orantılarsak ülkemizde 18-10-2008 02:04 itibariyle yaklaşık 116,605 kişinin isminin FİGEN olduğu ve FİGEN isimli kişi sayısının her yıl ortalama 1937 kişi arttığı tahmini yapılabilir.

FİGEN adının Amerika Birleşik Devletindeki yaygınlık oranı ise bir milyonda 2.85 civarında ve bu hesaba göre ABD'de yaklaşık 869 FİGEN yaşadığı tahmin edilebilir. ABD'nin nüfus istatistikleri dikkate alındığında Amerikada FİGEN sayısı her yıl 7 kişi artıyor.

FİGEN Türkiye'nin en yaygın 119. ismiyken, Amerika Birleşik Devletinde en yaygın 119. ad ise Earl ismi. FİGEN adının yakın kullanım oranına sahip diğer Amerikalı isim kardeşleri arasında 117. Victor 118. Jason 119. Earl 120. Amy 121. Gordon isimleri de sayılabilir.

MELTEM Türkiye'de en çok kullanılan 72. isim (... 70.
aydın, 71. adnan, 72. meltem, 73. yavuz, 74. duygu, ...). Ülkemizde yaklaşık her 421 kişiden birinin adı MELTEM ve ismin yaygınlık oranı binde 2.38.

MELTEM adının yaygınlık oranının Türkiye'nin resmi nüfus sayımı sonuçları ve günlük ortalama nüfus artış hızına orantılarsak ülkemizde 18-10-2008 02:05 itibariyle yaklaşık 170,258 kişinin isminin MELTEM olduğu ve MELTEM isimli kişi sayısının her yıl ortalama 2829 kişi arttığı tahmini yapılabilir.

MELTEM adının Amerika Birleşik Devletindeki yaygınlık oranı ise bir milyonda 2.85 civarında ve bu hesaba göre ABD'de yaklaşık 869 MELTEM yaşadığı tahmin edilebilir. ABD'nin nüfus istatistikleri dikkate alındığında Amerikada MELTEM sayısı her yıl 7 kişi artıyor.

MELTEM Türkiye'nin en yaygın 72. ismiyken, Amerika Birleşik Devletinde en yaygın 72. ad ise Dennis ismi. MELTEM adının yakın kullanım oranına sahip diğer Amerikalı isim kardeşleri arasında 70. Albert 71. Lisa 72. Dennis 73. Patricia 74. Harold isimleri de sayılabilir.



noolur 5 dakika daha uyuyayım :)
Mesele Yataktan Kalkabilmek... (Mükemmel bir yazı)

'Yarın sabah saat yedi buçukta kalkacağım' dedi genç kız.. Sonra ertesi günün programını yaptı.. 'Duş.. Kahvaltı.. Evden çıkış..' diye başlayarak.. Önemli bazı ihtiyaçlarını karşılamak üzere alışveriş merkezine gidecekti. Sonra öğle yemeğinde uzun zamandır görmediği bir arkadaşı ile buluşacaktı. Öğleden sonra bir iş randevusu vardı..
Saati sabah 7.30'da çalarken 'Duş yapmasam da olur' diye düşündü... 'Yarım saat daha kestireyim..'
Bir yarım saat daha için kahvaltıdan da vazgeçti..
Alışveriş mi? .. O kadar da önemli değildi canım.. Ertesi güne kalabilirdi. Öğleye kadar uyusa ne kadar iyi olacaktı. O kadar sıcak ve çekici idi ki, yatak..
Öğle yemeğinde arkadaşı ile buluşma mı? .. Bunca zamandır görüşmemişler de ne olmuştu yani.. Birkaç gün sonra yeseler yemeği ne olurdu ki? .. Bir telefon eder, yok canım, yüz yüze konuşmak zor, bir mesaj çeker ertelerdi yemeği.. Oh be.. Artık canının çektiği kadar uyuyabilirdi..
Uyudu.. İş randevusuna, aç biilaç, alelacele yapılmış bir makyaj, iki fırça ile düzeltilmiş saçlar ve uykudan şişmiş gözlerle girerken, aynaya bakmadığı için, neden başarılı olamadığını da anlayamadı..
O gece yatarken gene plan yaptı.. 7.30 kalkış.. Duş.. Kahvaltı.. Gazetelere bakma.. 9.00: Alışveriş merkezine gidiş. 11.30: Arkadaşla buluşma.. 14.00: İş randevusu..
..Ve sabah 7.30 da saati çaldığında 'Canım kahvaltı çekmiyor, duşu da daha dün gece aldım..' diye mırıldandı, yastığı kafasının üstüne koyup öbür tarafa döndü.
Kim mi anlattığım.. Siz.. İçinizden biri.. Kimbilir kaç kişisiniz orda.. Kaç yüz.. Bin..
Başarı, yataktan kalkma ile başlar.. Bu kadar basit.. Ama o kadar da zor..
Bir araştırma yapın yakın çevrenizde.. Başarılı olanlar, yataktan kalkmayı bilenlerdir.
Nedir yataktan kalkmayı bilmek.. Karar verdiğin saatte gözünü açtığın anda, fırlayıp yataktan çıkmak.. Bir dakika bile gecikmeden.. Bir dakika bile yatak miskinliği yapmadan..
Uçak kaçacaksa, yaparız bunu.. Ama hayat kaçarken yapmayız.. Kaçan uçağın yenisi vardır oysa.. Ama kaçan hayatın saniyesi geri gelmez..
Yataktan kalkmayı öğrenmek, kendini tanımakla başlar..
Kendinizi iyi tanırsanız, kalkacağınız saati doğru belirler, güne doğru, yapabileceğiniz, başarabileceğiniz planla başlarsınız..
Saat 7.30'da yataktan çıkamadığınızı bile bile her gece '7.30 kalkış' diye yattınız mı, kendi kendinizi aldatır, daha kötüsü giderek aşağılık kompleksine düşersiniz.. 'Ben ne berbat bir insanım. Verdiğim en basit kararları bile uygulayamıyorum' diye..
Bakın.. Hayali değil, gerçekçi planlar yapın..
'10.00'da kalkacağım' deyin.. Ama kalkın.. Geceden verdiğiniz kararları, ertesi gün uyguladığınız ölçüde kendinize güveniniz artmaya, kişiliğiniz oturmaya başlar.
O zaman 7.30'da da rahatça kalkabilecek güce ulaşırsınız..
Yapamayacağınızı ezbere bildiğiniz planları her gece yatarken yapmak, sizi yaşarken öldürür.
Durmadan plan yapıp ertelemek, hiç plan yapmamaktan çok daha hızla çürütür insanı..
Yataktan kalkacağınız zamana doğru karar verin ve kalkın.. Hayatınızın nasıl hızla olumlu gelişmeye başladığını göreceksiniz..

Hıncal ULUÇ

-
-
-
-
-

20
KURUŞ

Londra'daki camii'ye yeni bir imam
gönderilmiş. Adam şehire gitmek için hep aynı otobüse
biniyor ve çoğu zaman aynı söföre
rastlıyormuş.

Bir Gün, bilet alırken söför yanlışlıkla 20
kuruş fazla vermiş. Imam yanlışlığı oturunca,
parasını sayınca fark etmiş. Kendi kendine
düşünüyormus "20 kuruşu geri versemmi
şöföre?"... ama içinden bir ses diyormuaşki
"çok gülünç bir sayı, ve söförün umrunda
değil. Otobüs şirketi çok para kazanıyor zaten...
sadece 20 kuruş onlara bişey yapmaz." Ve bu parayı
saklayabilir diye düşünmüş Allahtan gelen bir hediye
gibi...

inecegi durağa gelince, imam kalkmış ve fikrini
değiştirmiş, inmeden önce söförün yanına gitmiş, 20
kuruşu geri vermiş ve demiş ki : "paranın
üstünü fazla verdiniz."

şöför gülümsemiş ve demiş ki : "siz
camii'nin yeni imamısınız değilmi? Aslında uzun
zamandır sizi ziyaret etmek istiyordum caminizde, islamı
öğrenmek için, ve bilerek size fazla para verdim nasıl
tepki vereceğinizi gömek istedim."

inerken imam artık bacaklarını hissetmiyormuş,
yere yığılacakmış, bir direğe tutunmuş ve kendine
gelmeye çalışmış, gözlerinden yaşlar
dökülerek gökyüzüne bakmış ve demiş ki:
"Allahım az daha islami 20 kuruşa satıyordum!..."

Şiirlerimi okumak için tıklayın.

Kötü         Çok İyi  Oyla 
           
Tüm yazıları        ShareThis
  Geri  |  Arkadaşıma Gönder  |  Yazıcı Dostu
                 

    Hayat Verenler : Microsoft    HP Türkiye    PBS Bilişim    SAY Ajans    SFS - MAN    Superonline       

Türk Liderler:

Abbas Güçlü, Adil Karaağaç, Ali Ağaoğlu, <Ali Kibar, Adnan Nas, Adnan Polat, Adnan Şenses, Ahmet Başar, Ahmet Esen, Alber Bilen ,Ahmet Cemal Kura, Ali Abalıoğlu, Ali Naci Karacan, Ali Sabancı, Ali Koç, Ali Saydam, Ali Talip Özdemir, Ali Üstay, Arman Manukyan, Arzuhan Yalçındağ, Asaf Güneri, Atila Şenol, Attila Özdemiroğlu, Avni Çelik, Ayduk Koray, Aydın Ayaydın, Aydın Boysan, Ayhan Bermek, AyşeKulin, Ayten Gökçer, Başaran Ulusoy, BedrettinDalan, Bedri Baykam, Berhan Şimşek, BetülMardin, Bülend Özaydınlı, Bülent Akarcalı, Bülent Eczacıbaşı, Bülent Şenver, CağvitÇağlar, Can Ataklı, Can Dikmen, Can Has, Can Kıraç, Canan Edipoğlu, Celalettin Vardarsuyu, Cengiz Kaptanoğlu, Cevdetİnci, Çoşkun Ural, Cüneyt Asan, Cünety Ülsever, Çağlayan Arkan, Çetin Gezgincan, DenizAdanalı, Deniz Kurtsan, Didem Demirkent, Dilek Sabancı, Dr. Oktay Duran, Ege Cansel, Em. Org. Çevik Bir, Emre Berkin, Engin Akçakoca, Enver Ören, Erdal Aksoy, Erdoğan Demirören, ErhanKurdoğlu, Erkan Mumcu, Erkut Yücaoğlu, Ergun Özakat, Ergun Özen, Erol Üçer, Ersin Arıoğlu, Ersin Faralyalı, Ersin Özince, Ethem Sancak, Fatih Altaylı, Fatih Terim, Ferit Şahenk, Ferruh Tanay,Feyhan Kalpaklıoğlu, Feyyaz Berker, Fuat Miras, Fuat Süren, Füsun Önal, Göksel Kortay, Güler Sabancı, Güngör Kaymak, Hakan Ateş, Halit Soydan, Halit Kıvanç, Haluk Okutur, Haluk Şahin, Hamdi Akın, Hasan Güleşçi, HayrettinKaraca, Hazım Kantarcı, Hilmi Özkök, Hüsamettin Kavi, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Hüsnü Özyeğin, Işın Çelebi, İbrahim Arıkan, İbrahim Betil, İbrahim Bodur, İbrahim Cevahir, İbrahim Kefeli, İdris Yamantürk, İhsan Kalkavan, İshak Alaton, İsmet Acar, İzzet Garih, İzzet Günay, İzzet Özilhan, JakKamhi, Kazım Taşkent, Kemal Köprülü, Kemal Şahin, Leyla Alaton Günyeli, LeylaUmar, Lucien Arkas, Mahfi Eğilmez, MehmetAli Birand, Mehmet Ali Yalçındağ, Mehmet Başer, Mehmet Günyeli, Mehmet Huntürk, Mehmet Keçeciler, Mehmet Kutman, Mehmet Şuhubi, Melih Aşık, Meltem Kurtsan, Mesut Erez, Metin Kalkavan, Metin Kaşo, Muharrem Kayhan, Muhtar Kent, Murat Akdoğan, Murat Dedeman, MuratVargı, Mustafa Koç, Mustafa Özyürek, Mustafa Sarıgül, Mustafa Süzer, Mümtaz Soysal, Nafi Güral, Nail Keçili, Nasuh Mahruki, Nebil Özgentürk, Neşe Erberk, Nevval Sevindi, Nezih Demirkent, Nihat Boytüzün, Nihat Gökyiğit, Nihat Sırdar, Niyazi Önen, Nur Ger, Nurettin Çarmıklı, Nuri Çolakoğlu, Nüzhet Kandemir, Oğuz Gürsel, Oktay Duran, Oktay Ekşi, Oktay Varlıer, Osman Birsel, Osman Şevket Çarmıklı, Ozan Diren, Özen Göksel, ÖzdemirErdoğan, Özhan Erem, Pervin Kaşo, R.BülentTarhan, Raffi Portakal, Rahmi Koç, Rauf Denktaş, Refik Baydur, Rıfat Hisarcıklıoğlu, SakıpSabancı, Samsa Karamehmet, Savaş Ünal, SedatAloğlu, Sefa Sirmen, Selçuk Alagöz, SelçukYaşar, Selim Seval, Semih Saygıner, SerdarBilgili, Sevan Bıçakçı, Sevgi Gönül, Sezen Cumhur Önal, SinanAygün, Suna Kıraç, Süha Derbent, Süleyman Demirel, ŞadanKalkavan, Şadi Gücüm, Şahin Tulga, Şakir Eczacıbaşı, Şarık Tara, Şerif Kaynar, ŞevketSabancı, Tan Sağtürk, Taner Ayhan, Tanıl Küçük, Tanju Argun, Tansu Yeğen, TavacıRecep Usta, Tayfun Okter, Tevfik Altınok, Tezcan Yaramancı, Tinaz Titiz, Tuna Beklevic, Tuncay Özilhan, Türkan Saylan, Uğur Dündar, Uluç Gürkan, Umur Talu, Ümit Tokçan, Üzeyir Garih, Vehbi Koç, Vitali Hakko, Vural Öger, Yaşar Aşçıoğlu, Yaşar Nuri Öztürk, Yılmaz Ulusoy, Yusuf Köse, Zafer Çağlayan, Zeynel AbidinErdem

Tecrübeleriniz ve birikimleriniz toprak olmasın @ Copyright 2004 turklider.org