Ziynet Odası 
 Odam Olsun 
 Türklider Odaları 
 Sizin Odalarınız 
 Sohbet Odası 
 TV Odası 
 E-Kitap Odası 
 BŞenver 
 Gazete Odası 
 iPad 
 Hakkımızda 
 Şifremi Unuttum 

 

Figen Mete Gözüyle 


     

 



Tüm Yazıları

       ShareThis
ATAMIZDAN HATIRALAR
18.10.2013
Figen METE
Okunma Sayısı : 9427
Oy Sayısı : 0
Değerlendirme : 0
Popülarite :
Verdiğiniz Puan :
 

 

 

İLK TÜRK KADIN AVUKAT LOKANTAYA GİDİNCE...
Ülkemizde avukatlık mesleğini seçen ve yapan ilk Kadın Avukat Süreyya Ağaoğlu, kadınların yemek yiyemediği lokantada yemek yiyince...

Süreyya Ağaoğlu, Türkiye'nin ilk kadın avukatıdır. 1924-25 ders yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra, Ankara'ya ailesinin yanına döner.
Bir arkadaşıyla birlikte Adalet Bakanlığı'nda staja başlar.. İlk günlerin heyecanı geçince, bir sorunla karşılaşırlar: Öğle yemeği işini nasıl çözeceklerdir ? Evlerine gidemezler, evleri bakanlığa çok uzaktır. Lokantaya da gidemezler.. Aslında o zamanlar Ankara'da yemek yenebilecek bir lokanta, İstanbul Lokantası vardır. Ama, hep milletvekillerinin yemek yediği bu lokantada, kadınların yemek yediği görülmüş şey değildir..

Türkiye'nin, bu ilk kadın stajyer avukatları, öğle yemeklerini, bir süre için peynir ekmek yiyerek geçiştirirler. Ama sonunda dayanamazlar..

Zamanın Basın-Yayın Genel Müdürü olan babası Ahmet Ağaoğlu'na giden Süreyya, öğle yemeklerini İstanbul Lokantası'nda yiyebilmek için izin ister. Ahmet Ağaoğlu, bunda bir sakınca görmez, peki, der..

İki arkadaş, ertesi gün öğleyin lokantaya gider, küçük bir bölümüne geçip güzel güzel karınlarını doyurur. Ahmet Ağaoğlu'nu ve kızını tanıdıkları için kimse yüzlerine bir şey söyleyemez, ama arkalarından konuşmalar başlar. Homurdanmalar ve şikayetler yükselir.

Şikayetler aynı gün, zamanın başbakanı 'Rauf Bey'e de iletilir. Rauf Bey de Ahmet Ağaoğlu'nu arayıp durumu anlatır.

Süreyya, o akşam eve döndüğünde, babasının kendisini beklediğini görür. Ahmet Bey hemen konuya girerek, "Başbakan Rauf Bey, senin ve arkadaşının lokantada yemek yediğinizi ve herkesin bunu konuştuğunu anlattı.. Bundan sonra öğle yemeklerine bana gelin," der..

Süreyya çok üzülür, ama yapacağı bir şey yoktur..

Birkaç gün sonra, Atatürk ve eşi Latife Hanım, Ahmet Ağaoğlu'na misafirliğe gelir. Sohbet edilirken, söz bu konudan açılınca, Süreyya Hanım, olayı bütün açıklığıyla Atatürk'e anlatır. Onun, kendisini anlayacağını ve destekleyeceğini düşünmektedir. Oysa, onu dinleyen Atatürk, "Babanın da, Rauf Bey'in de hakkı var," demesin mi ?..

Büyük bir hayal kırıklığına Süreyya, ertesi gün bakanlıktaki odasında çalışırken, bir yetkili telaşla içeri girer : "Süreyya hazırlan, Paşa seni yemeğe götürecekmiş !.."

Süreyya şaşırır, apar topar kapının önüne çıkar. Yanında bir milletvekili ve yaveriyle arabada oturan Atatürk, onu görünce, "Latife bugün seni öğle yemeğine bekliyor," der.

Süreyya hem şaşkın hem sevinçlidir. O bindikten sonra hareket eden otomobil İstanbul Lokantası'nın önünden geçerken, Atatürk, birden şoföre durmasını söyler. Bozüyük milletvekili Salih Bey telaşla yanlarına gelince, Atatürk, herkesin duyabileceği bir sesle, ona, "Bugün Süreyya'yı bize götürüyorum, ama yarın buraya gelecek, yemeğini lokantada yiyecek.." der.

Süreyya'nın şaşkınlığı daha da artar.

Ne olup bittiğini, Latife Hanım, yemekte, onun kulağına eğilip, "Paşa, dün akşam bu lokanta olayına çok kızdı, ama babanı senin yanında ezmek istemediği için kızgınlığını belli etmedi. Eve gelir gelmez, birkaç milletvekilini arayarak, yarın mutlaka eşleriyle birlikte lokantaya öğle yemeğine gitmelerini söyledi," deyince durumu anlar..

Süreyya Ağaoğlu, ertesi gün, arkadaşıyla İstanbul Lokantası'na gittiğinde, birkaç milletvekili eşinin de ilk kez orada olduğunu görür. Kimse onları bakışlarıyla bile rahatsız etmeye yeltenemez..
Bu bir ilk olur... Atatürk ve Türkiye'nin ilk kadın avukatı Süreyya Ağaoğlu, kadınların, tıpkı erkekler gibi, bir lokantada yemek yiyebilmesine de öncülük etmiştir...

-
-
-
-
-
-
-

ATATÜRK ANNESİNİN MEZARI BAŞINDA
27.1.1923

"Zavallı annem, bir zamanlar kurtuluşu bütün bir ulus için ülkü olmuş İzmir'in kutsal topraklarına vücudunu emanet etmiş bulunuyor. Ölüm, yaradılışın en doğal bir yasasıdır. Böyledir ama yine de üzüntü verici belirtileri vardır. Burada yatan annem, zulmün, zorbalığın, bütün ulusu uçuruma götüren kuraldışı yolsuz yönetimin kurbanlarından biridir. Bunu açıklamış olmak için; izin verirseniz, acılı yaşamımın belirgin birkaç evresini aydınlatayım:
Abdülhamit günlerinde idi. 1905 yılında okuldan kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımı atıyordum. Ama bu ilk adım hayata değil zindana rastladı. Gerçekten de beni bir gün aldılar ve yolsuz yönetimin zindanlarına koydular. Orada aylarca kaldım. Annem bunu ancak ben zindandan çıktıktan sonra duydu. Ve hemen beni görmek için koşup İstanbul'a geldi. Ama orada kendisi ile ancak üç-beş gün konuşabildim. Çünkü yeniden o kötü yönetimin jurnalcıları, casusları ve cellatları oturduğumuz yeri sarmış, beni yine alıp götürmüşlerdi. Anam ağlayarak arkamdan geliyordu. Beni sürgüne götürecek olan vapura arkamdan geliyordu. Beni sürgüne götürecek vapura bindirirlerken o kadar çok istediği halde benimle görüşmesi yasaklandı da göz yaşları içinde Sirkeci rıhtımında tek başına kaldı. Sürgündeki korkutucu günlerimi o, gönül kaygıları ve göz yaşları ile geçirdi. Sonra; Mütareke yıllarında ben Anadolu'ya geçince de annemi yine kaygılı ve kuşkulu olarak İstanbul'a bırakmak zorunda kaldım. Yanımda kendisinin bana arkadaş diye verdiği bir adam vardı. Onu Erzurum'dan İstanbul'a gönderdiğim zaman annem tek başına geldiğini duyunca, benim için Padişahın verdiği "a s ı l s ı n" fermanının yerine getirildiğini sanıp inmeli oldu. Ondan sonrası savaş ve uğraş yılları onun günlerini hep kaygıya, derde ve üzüntüye boğan nedenlerle dolu geçti. Böylelikle, düşmanlar kadar padişah da ona baskı yapmış, kaygı vermiş, acı yüklemiş oldu.
Oturduğu evler, bin türlü nedenlerle ikide bir basılırdı, aranırdı. Kendisini sıkıştırırlar, bilmediği şeyleri söyletmek isterlerdi. Annem o zamanlarda üç buçuk yıllık bütün gece ve gündüzlerini göz yaşları içinde geçirdi. Bu göz yaşları yüzünden neredeyse gözlerini yitirecekti. Ancak şu son bir iki yıl içinde onu İstanbul'dan kurtarıp yanıma getirebilmiştim. Ona kavuştuğum zaman o artık yalnız duygularıyla yaşıyordu.
Annemi yitirmekten çok üzüldüm. Ama benim bu acımı gideren bir avuntum var: Anayurdu yoksulluğa, yokluğa sürükleyen yönetimin, artık bir daha geri gelmeyecek gibi yokluğun mezarına götürülmüş olduğunu görerek ölmüş olmasıdır. Annem, şimdi bu toprağın altındı; ama bu toprağın üstünde Anayurt bütünlüğü ve ulus egemenliği dünyanın sonuna kadar sürecek gidecek; beni avutan en etkili güç işte budur. Evet, ulusal egemenlik dünyanın sonuna kadar sürüp gidecektir. Annemin ve bütün atalarımın ruhunu tanık tutarak vicdanımdan kopan andı bir daha söyleyeyim:

Annemin mezarı önünde ve Tanrı'nın yüce katında söz verip and içiyorum ki ulusumun bu kadar kan dökerek elde ettiğiegemenliğin korunmasıve savunulması için gerekirse annemin yanına gitmekte gecikmeyeceğim. Ulus egemenliği uğrunda canımı vermek, benim için vicdan borcu olsun, namus borcu olsun. "

Bugünün Diliyle
ATATÜRK'ÜN SÖYLEVLERİ
Bugünkü dile aktaran
Behçet Kemal Çağlar
Sayfa: 92,93
TÜRK DİL KURUMU YAYINLARI
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-

ATATÜRK VE SPOR

GÜREŞ

Atatürk, sporlar arasında en çok güreşi severdi. Bu nedenledir ki onun güreşle ilgili anıları oldukça fazla ve ilginçtir.

İtalyanları yenen Milli Güreş Takımımız, Florya?daki Cumhurbaşkanlığı Köşkünde büyük Atatürk tarafından davet ve kabul olunup, yemeğe alıkonulmuştu. Atatürk İtalyanlar karşısında, parlak bir sonuç almış olan güreşçilerimizi teker teker kutlamış, bu arada özel bir sevgi duyduğu, sevimli ağır sıklet şampiyonumuz Çoban Mehmet?e takılmaktan da kendini alamamıştı:

?-Sen, herkesi kolayca yeniyorsun Mehmet? demiş, sonra ilave etmişti:

?-Seninle güreş tutsak, beni de yenebilir misin??

Koca Çoban, çocuksu bir mahcubiyet içinde, başını öne eğerek:

?-Sizi bütün cihan yenemedi Paşam, ben nasıl yenebilirim?? demişti.

Büyük Atatürk Çoban Mehmet?in bu cevabı karşısında pek duygulanmış ve aslan yapılı ağır sıklet şampiyonumuzu alnından öpmüştü.

Atatürk?ün Florya köşkünde istirahat ettiği günlerde, Çoban Mehmet, büyük Mustafa (Çakmak) ile birlikte Florya plajına gider, orada etraflarını çeviren büyük meraklı topluluğun ortasında, kumlar üzerinde güreş tutardı. Atatürk, belediye plajı kumsalında cereyan eden bu güreşi, köşkten görür görmez, hemen haber salıp pehlivanları yanına çağırdı.

Köşkte Çoban Mehmet?e takılan, onun zeki cevapları karşısında keyiflenen büyük Atatürk, kendileriyle uzun sohbetlerde bulunur, pehlivanlara yemek çıkarttırırdı. Pehlivanlar köşkten ayrılırlarken de yaveri vasıtasıyla ceplerine birer zarf koydurtmayı ihmal etmezdi. Zarfın içinden, o zamanlar pek büyük bir maddi değer taşıyan, (enaz) 50 lira çıkardı.

Çoban Mehmet?in Atatürk hakkında şu sözleri ilginçtir:

?- Rahmetli Atatürk, güreşten çok iyi anlardı. Buna, bizlere huzurunda yaptırdığı güreşlerde çok şahit olmuşumdur. Biz güreşirken, yaptığımız hataları veya iyi hareketleri anında sezer, bize ihtarda bulunur veya takdirlerini bildiren sözler söylerdi. Onun iltifatlarına nail olmak, bizler için sevinç ve gururların en büyüğü olurdu hiç şüphesiz.?

Büyük Atatürk?ün, güreş zevk ve merakının çocukluk yıllarından kalma olduğunu, çocukluk arkadaşlarından olan eski Ankara Belediye başkanı Asaf İlbay?ın şu sözlerinden de anlamak mümkündür:

?-Çocukluk yıllarında da sık ve temiz giyinmeyi severdi. Kuvvetli ve cesaretli insanlara hayranlık duyardı. Güreşe bayılır, mahalle çocuklarını sık sık güreştirir, seyrine doyamazdı.?

FUTBOL

Büyük Atatürk?ün futbolla ilgili bir anısını da en yakın arkadaşlarından Kılıç Ali?nin oğlu olan, devrinin ünlü futbolcusu Gündüz Kılıç, yıllar sonra kaleme aldığı ve Hürriyet gazetesinde yayınlanan bir yazısında, tatlı bir üslup içinde şöyle dile getirmiştir.

Atatürk, yakın arkadaşı Kılıç Ali?nin evine, ani bir ziyaret için uğradığında, evde başka kimse bulunmadığı için, gencecik Gündüz Kılıç tarafından ağırlanmıştı. Bundan sonrasını rahmetli Gündüz Kılıçtan nakledelim:

?..Atatürk şerbetini yudumlarken ?gel şöyle otur da seninle konuşalım biraz? dedi ve bana karşısındaki koltuğu gösterdi. Oturdum ama inanın, içimin yağları eridi. İşin asıl zor tarafının bundan sonra başlayacağını hissediyordum. Çünkü Atatürk?ün, özellikle gençlere, değişik zeka soruları sorarak, onları imtihan etmekten pek hoşlandığını biliyordum. Mahcup olmak korkusu bütün benliğimi sarmıştı . Fakat çok şükür sorduğu soru, korktuğum türden olmadı .

O sıralarda Milli Futbol Takımımız, Halkevleri Takımı adı altında, Rusya da beş, altı maç yapmıştı . Maçların çoğunda fena sonuçlar alınmıştı . Yaşımın pek genç olmasına rağmen ben de kadroya alınmıştım. Ülkesinde olup biten her şeyle ilgilenen Atatürk?ün, Rusya yenilgileri de gözünden kaçmamıştı. İlk sorusu ?neden yenildiniz?? oldu. Kem küm ederek bir şeyler söylemeye çalıştım. Atatürk, pek üstelemeden ikinci sorusunu sordu: ?Peki bu yenilgiler seni çok üzdü mü?? dedi. Son derece üzüldüğümü anlatmaya çalışırken bir el hareketiyle beni susturup kendi konuştu:

?- Dünyada yenilmeyen kimse, yenilmeyen ordu, yenilmeyen takım, yenilmeyen kumandan yoktur. Yenildikten sonra üzülmekte tabidir. Ancak bu üzüntü insanın maneviyatını yok edecek, onu çökertecek seviyeye varmamalıdır. Yenilen, hemen toparlanmalı, kendini yeneni yenmek için olanca gücüyle azmiyle daha çok çalışmalıdır? dedi. Sonra futbolun nasıl oynandığını anlatmamı istedi. Hemen kağıt kalem aldım. Oyun sahasını çizerek, o zaman ki değimiyle müdafileri, muavinleri ve muhacimleri yerlerine yerleştirip, onların görevlerini ve ana kaideler ile hedeflerini anlattım. Atatürk:

?-Yahu desene, bizim harp oyunları gibi bir şey sizin oyun da. Sizin işde, strateji bilgisi ve kurmay kafası ister? diye önemser önemser başını salladı.

Rahmetli Gündüz Kılıç?ın bu anısı, Atatürk?ün futbol hakkındaki düşündüklerini, bize öğretmesi bakımından büyük önem ve değer taşır.

DENİZ ve KÜREK SPORU

Atatürk, doğaya ve denize aşık bir insandı. Denize yakın olmak; yüzmek ve kürek çekmek, denizin sakin güzelliği karşısında, uzun kış aylarının yorgunluğunu çıkarmak amacıyla, Florya?daki Cumhurbaşkanlığı Deniz Köşkünü yaptırmıştır. Atatürk, Florya?nın en gözde plaj yeri olmasında büyük rol oynamıştır.

Cumhurbaşkanlığı Köşkü?nün inşaatı, tam 43 gün sürdü. Ahşap köşk, 1935 yılı Temmuz ayında tamamlanarak, Atatürk?ün emir ve istirahatine tahsis olunmuştu. Atatürk, uzun kış aylarının yorgunluğunu, yaz aylarını geçirdiği bu deniz üzerindeki köşkte çıkarır, halkın arasında denize girer ve bol bol kürek çekerdi.

Büyük Atatürk?ün bilfiil yaptığı üç spor vardır. Askerlik hayatında başladığı ve ömrünün son yıllarına kadar fırsat buldukça sürdürdüğü binicilik, İstanbul?da geçirdiği yaz tatillerinde devamlı olarak uğraştığı yüzme ve zaman zaman da kürek sporları...

Yaz aylarında, Florya Köşkünde istirahatte bulunduğu günlerde, sandala binerek kürek çekerdi. Özellikle Moda koyunda yapılan yelken ve kürek yarışlarını, ?Acar? motorundan veya ?Ertuğrul? yatından izlemekten de büyük haz duyardı. Yat, koyda demirler, Atatürk ve beraberindekiler bütün günü, burada yarışı izleyerek geçirirlerdi. Yarışmaları dürbünle izleyen Atatürk, kazananları küpeşte kenarından alkışlar, onlara taktirlerini belirtirdi. Özellikle kabotaj bayramı yarışmalarında, Anadolu ve Rumeli fenerleri tahlisiye istasyonlarının kürek ekipleri arasındaki ezeli rekabetten doğan, iddialı ve çekişmeli yarışmayı izlemek Atatürk?ün pek hoşuna giderdi.

Deniz sporları merkezi olarak seçtiği yer

Atatürk, 1937 yılında Fenerbahçe ve çevresindeki gezinti ve tetkikleri sırasında, Fenerbahçe Burnu?nun Kalamış Koyu?na bakan kıyılarını pek beğenmiş ve buradaki köhne mendireğin derhal onarılmasını; Fenerbahçe kıyılarının, gençliğin deniz sporlarıyla uğraşacağı bir merkez haline getirilmesi yolunda ilgililere direktifler vermişti. (Fenerbahçe Burnu?nun Kalamış Koyuna bakan kıyılarının bu amaçla değerlenmesi, ancak onun ölümünden yıllarca sonra, kendiliğinden doğan bir ihtiyaçla mümkün olabilmiştir.) Bu kıyıda bugün, İstanbul Yelken Kulübü, Fenerbahçe Spor Kulübü ve Galatasaray Spor Kulübü?nün deniz sporları tesisleri bulunmaktadır.

Son izlediği deniz yarışmaları

Atatürk, Moda Deniz Kulübü?nün, İktisat Vekili Celal Bayar?ın himayesinde tertiplediği deniz yarışmalarını, ?Acar? motorundan izlemişti. Bu onun izlediği son deniz yarışları oldu.

OKÇULUK

Büyük Atatürk, Türk?ün ata yadigarı sporlarından biri olan okçuluğa karşı da büyük ilgi göstermiştir. Bir zamanlar Türk?ün şanına şan katan bu sporun yeniden ihyası yolunda ilk emir ve direktifler Atatürk?ten gelmiştir.

Atatürk?ün emir ve direktifleriyle ?milli sporumuz okçuluğun canlandırılması, gelişmesi ve eski şöhretine yeniden sahip olabilmesi? amacıyla ilk adım, 1937 yılında atıldı. Bu ilk adımda, ünlü kemankeş Tozkoparan Mir- i Alem Ahmed Ağanın soyundan gelen, iki eski ve ünlü okçumuz; İbrahim Özok ile Bahir Özok kardeşlerle birlikte, ikinci Sultan Mahmud devrinin ünlü kemankeşlerinden olup, yine o tarihlerde ilk okçuluk kitabını yazan Mustafa Kani (Kemankeş Mustafa)nin torunlarından Vakkas Okatan ve bu Ata sporuna gönül vermiş kişilerden Prof. Necmeddin Okyay ile Hafız Kemal Gürses ve o tarihlerde Beyoğlu Vakıflar Müdürü olan, değerli tarihçi Halim Baki Kunter?in payları büyüktür. Beyoğlu Halkevi?nin bünyesi içinde kurulan ?Ok Spor Kurumu?, tertiplediği okçuluk yarışmalarıyla, bu yolda önemli girişimlerde bulunurken, gençlerden de büyük ilgi görmüştür. Kızlı erkekli 30 kadar genç okçuyla birlikte çalışan, eski ünlü okçular, bu sporu yeniden ihya ederlerken, büyük emekler vererek ?Ok Spor Müzesi?ni kurumuşlardır.

Bu müze, Türk okçuluk tarihine ait paha biçilmez eserler ve hatıralarla donatılmıştır.

Atatürk, hastalığının hızla ilerlediği bir döneme rastlamasına rağmen, bu kulübün faaliyetleriyle yakından ilgilenmiş, milli sporumuz olan okçuluğun, canlanması, gelişmesi ve eski şöhretine yeniden sahip olabilmesini yürekten arzulamıştır.

Ancak çok geçmeden, Atatürk?ün ölümüyle okçuluk sporumuz birden hamisiz kalıvermiş, büyük emeklerin ürünü, Ok Spor Kurumu ve eşsiz değerleri sinesinde barındıran Ok Spor Müzesi, kütüphanesi ve arşiv ile bir gece içinde kapatılıvermişti. Bu arada kulübün dolaplarında bulunan, eski Türk okçuluğuna ait paha biçilmez değerdeki müze, kütüphane ve arşiv, bir gecenin içinde meçhul kişiler tarafından yağma edilmişti.

Türk okçuluğu uzun bir duraklamadan sonra Büyük Atatürk?ün okçuluk sporuna karşı olan ilgisini yakından bilen Celal Bayar?ın, Cumhurbaşkanı olmasıyla yeniden ele alınmış ve onun, özel olarak görevlendirdiği ünlü kemankeş Tozkoparan ahfadından Fazıl Özok tarafından derlenip toparlanarak ihya edilmiştir.

BOKS

Atatürk?ün boks ile ilgili anısına da, eski şampiyon ve rekortmen atlet Ömer Besim Koşalay?ın anılarında rastlanmaktadır.

1925 yılında, İş Bankasının 1. Kuruluş Yılı münasebetiyle, tertiplenen büyük baloya Atatürk?te şeref vermişti.

Ben 1924 yılında Kilyos?ta Amerikalıların Kamp Peri adını verdikleri spor kampında bir ay kalmıştım. Orada birçok kamp oyunları öğrenmiştim. Program sıkıcı olmasın diye, kısa sürecek eğlenceli oyunlarda hazırladım. Bunların en cazibi,gözü kapalı boks maçıydı. İşin ilginç ve zevkli yanı iki rakibinde maç başlarken böyle döğüşeceklerini bilmeleri, maç başladıktan sonra ise rakiplerden birinin gözündeki mendilin yavaşça çıkarılmasıydı. Bu durumda gözü kapalı olan, açık olandan mütemadiyen dayak yiyordu. Etrafı rahatsız etmemek için dört dakikalık zaman ayırmıştım. Maçın hakemliğinide ben yapıyordum. İlk iki dakikadan sonra raund arasında Kılıç Ali Bey beni çağırttı:

?-Boks maçı, Paşanın pek hoşuna gitti, biraz daha uzatın? dedi.

Emri derhal yerine getirildi.

Gece saat 03.00?e doğru bahçeden Çiftlik binasına geçildi. Dar ve ufacık pistte dans edenlerin arasına Atatürk?te katılmıştı. Ceketimin yakasındaki 1924 Paris Olimpiyat Oyunları?nın rozetini gördü ve sordu. Paris Olimpiyatlarında koştuğumu, 1928?de, Amsterdam?da yapılacak Olimpiyat Oyunlarına da hazırlanmakta olduğumu söyledim. Bu sırada yanında Saffet Arıkan da vardı. Paşa tereddütsüz:

-Saffet bu sporcuyu tanı. O Amsterdam da olmalıdır..diye iltifatta bulundu.

Hürmetle eğilip kendilerini selamlarken, gülümseyerek baktı:

-Boks maçını iyi idare ettin, pek hoşuma gitti...dedi.

BİNİCİLİK

Ata ve atçılığa özel bir merak ve sevgisi olan, aynı zamanda gayet iyi de at binen Atatürk, yurtta atçılığı ve yarışçılığı daima teşvik etmiş, yakınlarını adeta bu konuya ilgi göstermeye zorlamıştır. Bu da atçılığın ve yarışçılığın yararına olmuş; onun bu yoldaki emir ve direktifleriyle Türk atlı sporları olumlu bir gelişme kaydetmiştir.

Büyük Atatürk?ün at sevgisi, kendisini bir ara yarışçılığa teşvik etmişti. Gerçekte belki de Atatürk yarışçılığı teşvik için bunu yapmıştı.

Sosyete ve Kordiplomatik yarışlarla alakalı idi. Fransadan gelen atlar içinde, Atatürk?e ait olan, Aigrette isminde bir kısrak vardı. O sırada Afgan Kralı Amanullah Han Ankara?yı ziyaret etmişti. Atatürk Amanullah Han?ı yarışlara getirdi. Koşuyu Aigrette kazanmış,bunun üzerine Amanullah Han Atatürk?ü tebrik etmişti.

Türkiye?de atçılığı ve yarışçılığı teşvik amacıyla kurulan ?Yarış Islah Encümeni? de Atatürk?ün büyük desteğini görmüştür. Bu encümenin vaki ricası üzerine, adına bir ?Gazi Koşusu? ihdas olunmasına da severek izin vermiş (1926) ve böylece Türk yarışçılık dünyasının en önemli klasiği halini almış olan ?Gazi Koşusu? 1927 yılından itibaren Türk yarışçılığına renk katmaya başlamıştır.

Atatürk son olarak 18 Ekim 1936 günü Ankara?da, Sonbahar at yarışlarının Üçüncü Hafta Koşuları?nı izlemiştir.

Atatürk?ün Süvarileri,

?Atatürk?ün süvarileri? (Cevat Gürkan, Saim Polatkan, Cevat Kula, ve Eyüp Öncü) nin, binicilik dünyasının en büyük yarışmalarından biri olan Roma Enternasyonel Konkuripikleri?nin, en büyük mükafatı ve en önemli yarışması olan ?Mussolini Kupası?nı kazanmaları Büyük Atatürk?ü çok sevindirmişti.

HAVACILIK

Daha 1930?larda ?İstikbal Göklerdedir? diyen Büyük Atatürk, havacılığa gereken önem ve değeri vermesini bilmişti. Havacılığın bir spor dalı olarak benimsenmesi ve Türk gençleri arasında yerleşmesini yürekten arzulayan Atatürk, ?Türk Kuşu? nun, kuruluşunda olduğu gibi, çalışmalarında da verdiği emir ve direktiflerle baş rolü oynamıştır.

?Türk Kuşu?nu sıcak bir ilgi ve yürekten bir münasebetle destekleyen Atatürk, manevi kızı olan Sabiha Gökçen?i de Türk havacılığına kazandıran kişi olmuştur. Sabiha Gökçen, yalnız sivil havacılık değil, askeri havacılık alanında da uluslararası bir üne ve değere sahip bir havacımız olmuştur.

Atatürk, 3 Mayıs 1935 günü faaliyete geçen ?Türk Kuşu? çalışmalarını yakından takip ettiği gibi, Sovyetler Birliği?nden getirtilen iki planörün deneme uçuşlarını da bizzat izlemiş, hatta bununla da yetinmeyerek bir planöre binip bunun çalışma şekli hakkında ilgililerden bilgi almıştır.

Büyük Atatürk, genç Türk havacılarının bu sporda gelişmelerini sağlamak amacıyla; yetenekli genç havacıların yurt dışına gönderilip, orada ihtisas yapmalarını arzulamıştı. Onun emir ve direktifleriyle, başta Sabiha Gökçen olmak üzere bazı Türk havacıları, 1935 yılı Temmuz ayında Sovyetler Birliği?ndeki Koktobel Planör Okulu?na giderek, orada bu spor dalı üzerindeki bilgilerini güçlendirip, tecrübelerini artırmışlardı. Bu uzman planörcüler yurda dönüşlerinde Türk Kuşu kadrosunda öğretmen olarak görev almışlar, bildiklerini ve öğrendiklerini genç havacı kuşaklara öğretmişlerdir.

İZCİLİK

Atatürk, sporun yanısıra izcilik konusu üzerinde de önemle durmuş, Türk izciliğine ve okullar içi izcilik faaliyetlerine olumlu bir yön verdirtmişti. Daha mirlivalığı sırasında resmi görevi itibariyle başlayan bu ilgi, ömürboyu sürmüş ve hiçbir zaman eksilmemiştir.

Türk izciliği, Atatürk?ün emir ve direktifleriyle vücut bulan bir örgüt olarak, doğdu ve faaliyet gösterdi. Büyük Kurtarıcının ilgi ve güvenini kazanmakla da ebedi bir gurur ve şerefe mazhar oldu.

?Keşşaflık? Atatürk ile ?İzcilik? şekline dönüştü.

SPOR ve KADIN

Atatürk?ün Türk sporuna kazandırdığı en önemli unsurlardan biri de, bayan sporculardır. Türk kadını, Atatürk?ün devrimleri ve kesin direktifleriyle Türk sporunun içineki yerini aldı. Sporcuların kızları, kız kardeşleri ve hatta eşleriyle başlayan bu girişimler, kısa zamanda geniş kitlelere yayıldı. Bunda da, Atatürk?ün emir ve direktiflerinin büyük katkısı olmuştur.

Atletizm ve tenisle, spor alanlarında görülmeye başlayan Türk kızları, daha sonra kürek, eskrim ve yüzme dallarında da kendilerini göstermeye başladılar.

Türk kadını 1926 yılında Ömer Rasim Koşalay?ın girişimleri ve çalışmalarıyla ilk kez atletizm pistlerinde göründü, ki Dünya kadınlarının, Olimpiyat Oyunlarında, ilk kez 1928 yılında piste çıkmaları göz önüne alınacak olursa bu, Türk sporu nam ve hesabına sevindirici bir olaydır.
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı

BİR FOTOĞRAF VE HİKAYESİ

Bulgar devletinde ateşe olarak görev yapan genç Mustafa Kemal Bulgarların Osmanlı'dan ayrılışının yıl dönümünde Bulgarlar tarafından bu baloya davet edilir.
Mustafa Kemal bu duruma çok içerlenir.
Bir zamanlar Osmanlı toprağı olan ve Osmanlı'nın parçası olan bu yerin dalga geçer gibi Osmanlı ateşesini bu baloya çağırdığını düşünür.
Atatürk düşünür taşınır ve bu kıyafet balosuna nasıl gideceğini bulur.
İstanbul'a haber göndererek kendisine yeniçeri kıyafeti yollanmasını ister.
Kıyafeti giyme amacı bir zamanlar Osmanlı toprağı olan bu yerin gene kendilerine geçebileceğini herkes geldiği yeri ve haddini bilsin anlamında yapmıştır.
Bu kıvrak zekasıyla yeniçeri kıyafeti ile baloya giden Mustafa Kemal Atatürk balonun en şık ismi seçilir ve gecenin hatırası olarak fotoğrafı çekilir.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=182730538527529&set=a.180559425411307.45174.171286783005238&type=1&theater

ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ŞEHRİNİZDEKİ CUMHURİYET CADDESİ'NDEN GEÇERKEN BUNU HATIRLAYIN!

Atatürk'e Erzurum'dan bir telgraf gelir.
Telgrafta, Erzurum'daki bir caddeye "Atatürk Caddesi" adının verilmesi istenmektedir.

Atatürk bu isteğe karşı çıkarak, Erzurum'daki o caddeye ille de bir ad aranıyorsa "Atatürk Caddesi" değil "Cumhuriyet Caddesi" adınının verilmesini önerir.

Önerisinin gerekçesini ise şöyle ifade etmiştir: "Benim naçiz vücüdum elbet birgün toprak olacaktır ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır."

O günden sonra sadece Erzurum'daki o caddeye değil Türkiye'deki neredeyse her ilde bir caddeye "Cumhuriyet Caddesi" adı verilmiştir.
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
Atatürk neden bazı kesimler tarafından sevilmemektedir?

Namaz kılarken fotoğraf çektirmediği için


Gelen tweetlere besmele ile cevap vermediği için


Bizlere dinimizi aracı şahıs ve tarikatlarla öğretmediği için


Hedefimiz White Sea demediği için


Hiçbir yurt dışı gezisine çıkmayıp herkesi ayağına getirttiği için
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
Mustafa Kemal'in İzmir'e girişinin videosu Amerikan arşivlerinden çıktı...

https://www.facebook.com/photo.php?v=10151738043325116&set=vb.231377183550352&type=2&theater
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
Siz Neden Ata'mızdan Korkuyorlar Sanıyorsunuz ?

Çünkü O31 Mart Ayaklanmasını Bastırdı !
Trablusgarpta İtalyanlara Haddini Bildirdi !
Çanakkale'de İngilizlerin Oyununu 2 Kere Bozdu !
İngilizlerin Güney Cephesinde İlerlemesini Durdurdu !
Enver Paşa'nın 90.000 Askerle Yapamadığını Elindeki Bir Avuç Askerle Yaptı !
7 Düvele Meydan Okudu !
İngilizlerin 1 Yılda Türkler Bu Cepheyi Yıkamaz Demesine Rağmen Tam Donanımlı Yunan Ordusunu 14 Günde Yok Edip Başkomutanını Esir Aldı !
Kapitülasyonları Kaldırdı !
Cumhuriyeti Kurdu !
Gerici Ayaklanmaları Bastırdı !
Dünyada İlk Uçak Satan Devletlerden Birini Kurdu !
Denizaltı Ürettirdi !
Savaş Gemileri Ürettirerek Dünyanın En Sağlam Donanmalarından Birini Kurdu !
Soyadı Kanununu Çıkarttı !
Tüm Mazlum Devletlere Örnek Olup Emperyalist Düzeni Bozdu !

Ve Son Olarak Onları En Kızdıran Şeyi YaptıTürk KadınınıDünyanın En İleri Kadını Yaptı !
Dünyadaki Çoğu Devletten Önce Seçme ve Seçilme Hakkı Verdi !

O Dünyayı Değiştirdi ! Bu Yüzden Ona Karşılar !
Siz Neden Ata'mızdan Korkuyorlar Sanıyorsunuz ?

Çünkü O31 Mart Ayaklanmasını Bastırdı !
Trablusgarpta İtalyanlara Haddini Bildirdi !
Çanakkale'de İngilizlerin Oyununu 2 Kere Bozdu !
İngilizlerin Güney Cephesinde İlerlemesini Durdurdu !
Enver Paşa'nın 90.000 Askerle Yapamadığını Elindeki Bir Avuç Askerle Yaptı !
7 Düvele Meydan Okudu !
İngilizlerin 1 Yılda Türkler Bu Cepheyi Yıkamaz Demesine Rağmen Tam Donanımlı Yunan Ordusunu 14 Günde Yok Edip Başkomutanını Esir Aldı !
Kapitülasyonları Kaldırdı !
Cumhuriyeti Kurdu !
Gerici Ayaklanmaları Bastırdı !
Dünyada İlk Uçak Satan Devletlerden Birini Kurdu !
Denizaltı Ürettirdi !
Savaş Gemileri Ürettirerek Dünyanın En Sağlam Donanmalarından Birini Kurdu !
Soyadı Kanununu Çıkarttı !
Tüm Mazlum Devletlere Örnek Olup Emperyalist Düzeni Bozdu !

Ve Son Olarak Onları En Kızdıran Şeyi YaptıTürk KadınınıDünyanın En İleri Kadını Yaptı !
Dünyadaki Çoğu Devletten Önce Seçme ve Seçilme Hakkı Verdi !

O Dünyayı Değiştirdi ! Bu Yüzden Ona Karşılar !
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
?Kadınlarımız İçin Asıl Mücadele; Nur ile İrfan ile Donanmaktır.?

...Hepinizce bilinir ki, kadınlarımızın bu kadar fedakârlığına, kadınlarımızın bu kadar hizmetine, erkeklerden hiçbir yerde geri kalmayan bu kadar ehliyetlerine rağmen düşmanlarımız ve Türk kadınının ruhunu bilmeyen yüzeysel bakışlar kadınlarımıza bazı yüklemelerde bulunmaktadırlar. Kadınlarımızın hayatta tembelce yaşadıklarını, bilgi ile gelişme ile ilişkileri bulunmadığını, medeni ve sosyal hayat ile ilgili olmadıklarını, kadınlarımızın her şeyden mahrum kaldıklarını, onların Türk erkekleri tarafından, hayattan, dünyadan, insanlıktan, iş güçten uzak tutulduğunu söyleyenler vardır?

?Şunu ilâve edeyim ki, kadınlık meselesinde görünüşteki şekil ve kıyafet ikinci derecededir. Asıl mücadele alanı, kadınlarımız için şekilde ve kıyafette başarıdan fazla, nur ile, irfan ile, gerçek faziletle süslenmek ve donanmaktır. Ben saygıdeğer hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, tersine pek çok yönlerde onların üstüne çıkacak nur ve irfanla hazırlanacaklarına kesinlikle şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım.

- Mustafa Kemal Atatürk.

■ Hâkimiyeti Milliye, 29.3.1923.
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
Gazi Mustafa KemAl Atatürkün Ankara ve İstanbul şehirlerinden birine Atatürk adı verilmesi için bir kanun teklifinin hazırlığı üzerine verdiği cevap:

Bir adın tarihte kalması ve ağızlarda söylenmesi için, şehirlerin temellerine sığınmak şart değildir. Tarih zorlanmayı sevmeyen nazlı bir peridir. Fikirleri tercih eder.

Kaynak: Falih Rıfkı Atay, Babanız Atatürk, Sayfa: 135,
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı

FATMA SEHER ERDEN (KARA FATMA, FOTOĞRAFIN ORTASINDA)

Kara Fatma (Fatma Seher Erden), Kurtuluş Savaşı kahramanımız ve İstiklal Madalyası sahibidir.
1888de Erzurum?da doğdu. Subay Derviş bey ile evlendiğinde Balkan Savaşına katıldı, askerlik hayatını eşi ile birlikte paylaştı. I. Dünya Savaşı?nda Kafkas Cephesi'nde kendi ailesinden dokuz-on kadınla birlikte savaştı. Eşi Derviş Bey'in Sarıkamış'ta şehit olduğu haberini aldıktan sonra memleketi Erzurum'a döndü.
1919'daki kongre günlerinde, Mustafa Kemal'le bizzat görüşebilmek için Sivas'a gitti. Milis Müfreze Komutanı olarak batı cephesinde görevlendirildi. Aldığı talimatla İstanbul'a gitti, silah ve adam kaçırma faaliyetlerinde bulundu. İzmir'in Yunan işgaline uğraması üzerine İzmir'e geçerek kurtuluşu için savaştı.
300 kişiyi aşkın birliği ile I., II. İnönü Muharebesi, Sakarya Meydan Muharebesi ile Dumlupınar Meydan Muharebesi?nde çarpıştı. Büyük Taarruzun ilk günlerinde General Trikopisin birliğine esir düşmüşse de, kaçarak yeniden müfrezesinin başına geçti; Bursa'nın Yunan işgalinden kurtuluşunda rol oynadı. Bir keresinde, onbaşı olduğunda neredeyse sadece kadınlardan oluşan birliği ile düşmanın cephe gerisine bir saldırı düzenledi ve aralarında bir Yunan subayı toplam 25 esir askerle geri döndü.

Savaştan sonra
Fatma Seher Hanım, çavuşluk rütbesiyle başladığı askerlikten üsteğmen rütbesi ile emekli oldu. Emekli maaşını Kızılaya bağışladı.
Savaştan sonra, kendisi ile birlikte savaşa katılan ve bir çatışmada elini ve akli dengesini yitiren kızı Fatma'nın çocuğunu sahiplendi. Torunuyla beraber İstanbul'da bir Rus manastırında yaşamakta iken tanınmış gazeteci Mekki Sait Esen kendisini buldu. Sait Esen'in kendisiyle yaptığı röportaj 1933 yılında Yedigün Dergisi'nde yayımlandı.
Kars mebusu Tezer Taşkıran ve Rize mebusu Yusuf İzzet Akçal tarafından verilen önerge üzerine 1954 yılında TBMM kendisine yeni aylık tahsil etti. Fatma Seher Hanım, 2 Temmuz 1955 günü İstanbul'da hayatını kaybetti, Kasımpaşa'daki Kulaksız mezarlığına defnedildi.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=378452348955346&set=a.180559425411307.45174.171286783005238&type=1&theater
I
I
I
I
I
I
I
I
I
I
I
I

Tarih
Kemal Atatürk'ün karakterinin bir cephesini göstermek
Itibariyle bir noktayı hatırlatmak isterim. Bize savaşlarından birini anlatıyordu.

Birdenbire durdu: ''Görüyorsunuz ya,'' dedi: ''birçok zaferler kazandım. Fakat bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek içimde derin bir keder duyuyorum.''

Cesaret ve zekasından başka yüreği bu kadar yüce olan böyle
Bir Şef'in, yurdu için mucizeler yaratmış olmasına şaşılabilir MI?

George BENNES
Vu Gazetesi
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı

Burası Türkiye Cumhuriyeti! beğenmeyen gider...

31 Agustos 1922 günü Atatürk Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü ile birlikte Yunanlıların çekilirken yakıp yıktığı Çalköy kasabasına gelirler ve orada henüz yangının dumanları tüten bir evin avlusunda buldukları kırık bir kağnı arabasını masa gibi kullanarak durum muhakemesinde bulunurlar ve İzmir?e doğru kaçan düşmanı kovalama kararı alarak tarihimizdeki şu meşhur komutu verir: ?Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir ileri?

Atatürk zaferden iki sene sonra Çalköy?de verdiği nutukta savaş meydanında gördüğü manzarayı şöyle anlatmaktadır:

? Muharebe meydanını dolaştığım zaman ordumuzun kazandığı zaferin büyüklüğü ve buna karşılık düşman ordusunun duçar edildiği felaketin dehşeti beni çok duygulandırdı,o karşıki sırtların gerisindeki bütün vadiler,dereler,korunak ve açık yerler,bırakılmış toplarla, otomobillerle sayısız donanım ve gereçlerle ve bütün bu kalıntılar arasında yığınlar teşkil eden ölülerle,toplanıp, karargahımıza sevk edilen sürü-sürü esir kafileleri hakikaten bir kıyamet gününü hatırlatıyordu?

***

Yunan Ordusu bozguna uğrayarak çekilmeye başlamış ve ardında sayısız askeri malzeme ve silah bırakarak Afyonkarahisar?dan ayrıldıktan sonra kalan malzemenin belirlenerek sayılması için bir heyet kurulmuştu.Heyetin başkanı güvenilir bir kişi olan Devlet memuru Ragıp bey idi.

Ragıp bey o gün çalışma yaptıkları eski Yunan karargahının depolarına 8 yaşlarındaki çok sevdiği oğlunu da getirmişti.Yunan ordusunun terk ettiği depolardaki malzemeler tek tek kayda alınıyor,cinsi,miktarı belirlenerek kullanılabilir olanlar ayrı yere istifleniyordu.

Ragıp bey çalışırken gözleri Oğlunu aradı.
Oğlu kırık bir sandalyeye oturmuş bir şeyler yiyordu.
Ragıp bey hızla masasından kalktı ve oğluna doğru yürüyerek;

?Sen ne yiyorsun ? diye sordu?

Çocuk korkmuştu.Küçücük avucunda birkaç leblebi vardı.
Eliyle az ileride duran çuvalların arasındaki leblebi çuvalını işaret etti.
Ragıp bey kızgınlıkla oğlunun avucundaki leblebileri alarak bir tokat vurdu ve bağırdı;

?Devletin tek bir leblebisi bile bize haramdır?

Elini cebine sokarak yüzpara (zamanın 2.5 kuruşu) verdi.

?Git bakkaldan kendine leblebi al ??

Hey gidi hey,
O günlerden bugünlere! ! !

ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
Rakamlarla Cumhuriyet'in icraatları

Cumhuriyet'in ilk yıllarında elde ettiği, olağanüstü başarıları rakamlar ile sunuyoruz

Genç Cumhuriyet ne yazık ki, modern çağdaş bir ülke üzerinde kurulmadı.Asırlardır kötü yönetimin üzerine, birde savaşlar sonucu bütün kaynaklarını tüketmiş, bir ülke üzerinde Cumhuriyetimiz kuruldu.Genç Cumhuriyet ne yazık ki, sıfırdan bir başlangıç da yapamazdı.Her şeyi yeniden inşa etmek zorundaydı, borçlar vardı, eğitimli nesil yoktu, toprak vardı ama işleyecek köylü yoktu.

Cumhuriyet'i kuranlar, sağlığın herşeyin üzerinde olduğunun bilincindeydi.Bu sebeble ilk uygulamalarda bu yönde oldu.Cumhuriyet'in sağlık konusundaki olağan üstü başarılarını sizlere, Sinan Meydan'ın 'CEHALETTE BOĞULUP SITMADAN ÖLMEDİYSEK EĞER BUNU ONA BORÇLUYUZ ' makalesinden alıntı yaparak aktarıyoruz.

'Türk insanının belini büken amansız hastalıkların kökünü kazımıştır. Sağlık bakanlığına bağlı bir avuç idealist Cumhuriyet doktoru, sıtma, verem, tifüs, frengi, cüzzam ve trahom gibi salgın hastalıklarla mücadele etmiş ve bu hasatlıkları büyük oranda etkisiz hale getirmiştir. 1924 yılında 150 ilçede Muayene ve Tedavievi açılmıştır. Hastane sayısı 1940?ta 198?e ulaşmıştır. 1926?da Manisa ve Elazığ?da Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastaneleri, Ankara ve Konya?da Doğum ve Çocuk Bakımevleri açılmıştır Adana, Malatya, Antep, Kilis, Besni de Trohom Savaş Hastaneleri açılmıştır. Adana, Gaziantep, Malatya, Urfa ve Maraş?taki mücadele sırasında toplam 120 yataklı trahom hastaneleri kurulmuş ve yalnızca 1934 yılında müracaat eden 87.000 kişiden 2.215?i tedavi, 4.318?i ameliyat edilmiştir. 1925-1931 arasında ülke genelinde 40.000 trohomlu tedavi edilmiştir. Adana?da Sıtma Enstitüsü hizmete girmiştir. Değişik bölgelerde 11 Sıtma Dispanseri kurulmuştur. 1931 yılına kadar 2 milyon hasta tedavi edilmiştir. 1924-1938 arasında 17 milyon sıtmalı kontrolden geçirilmiştir, 5 milyonu tedavi edilmiştir, 350 kilometrekare bataklık kurutulmuştur. 1000 km kanal açılmıştır. çıkmıştır. Sıtmayla mücadele konusundaki bu büyük başarının dünyada eşi benzeri yoktur. 1922?de 22 olan Kızılay Dispanseri sayısı 1932?de 339?a, yatak sayısı ise 189?dan 1318?e çıkmıştır. 1960 yılına gelindiğine ülke genelinde doktor sayısı 9.826?ya, hemşire sayısı 2420?ye, ebe sayısı 3126?ya çıkmıştır. 1922?de 1.950 köyde sığır vebası vardı. 1932?de sığır vebası tamamen önlenmiştir.'

Cumhuriyetin bir diğer olağan üstü başarısını, ulaşım politikalarında görebiliriz.İlk olarak demiryolu ulaşımını ele alalım.1923 yılı itibari ile ülkemizde bulunan hat uzunluğu 3.756 km, tren kilometresi 1.427.000 km idi, 1938 yılına gelindiğinde ise bu rakamın 7.148 km tren kilometresi 15.598.000 km'ne ulaştığını görüyoruz.Kara yolu ulaşımında da önemli adımlar atılmıştır.1923 yılı itibari ile ülkemizde, 2.500 km olan karayolları, 1938 yılı itibari ile 21.575 km uzunluğa ulaşmıştırılmıştır.

Cumhuriyetin en önem verdiği konu ekonomi politikalarıdır.Güçlü ve bağımsız bir ekonomi demek, Cumhuriyeti kuranlar için ülkenin tam bağımsızlığı ile eş anlama geliyordu.Bu alanda da büyük başarılar elde edildi.15 yıllık bir zaman içinde gayrisafi milli hasıla ve kişi başına düşen milli gelir, hem dolar cinsinde hem Türk Lirası cinsinde toplamda yüzde yüzlük artışlar sağlanmıştır.Cari açığında, çok büyük bir başarı ile dengelendiğini yine görüyoruz.

Sizlere çok daha uzun bir liste sunabiliriz, Genç Cumhuriyet hemen hemen her alanda çok büyük başarılar elde etmiştir.Bunları bir makalede sıralamak imkansızdır.Bu yazımızın amacı sizleri Genç Cumhuriyetin başarıları konusunda bir fikir sahibi yapmaktı, umut ediyoruz ki bu amacımızda başarı sağlayabilmişizdir.

Bazı tarihçilerin nedense artık, bu rakamları hiç dile getirmediğini adeta sansürlediğini belirtmekte de fayda var.

ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı

ulu önderin vafatı_____ruhun şadolsun büyük insan

ULU ÖNDER ATATÜRK'ÜN VEFATI

İlk rapor: 17 Ekim 1938

Reisicumhur Atatürk'ün duçar oldukları karaciğer hastalığı normal seyrini takip ederken 16 Birinciteşrin (Ekim) 1938 tarihine tesadüf eden pazar günü birdenbire aşağıdaki arazı göstermiştir:

- Saat 14.30'dan, 22.00'ye kadar gittikçe artarak devam eden umumi zaaf ile birlikte hazmi ve asabi araz. Bu saate kadar nabız dakikada 116, teneffüs 22 ve hararet derecesi 36.5 idi.

- Saat 22.00'den bu sabah saat 10.00'a kadar yukarıda ismi geçen araz kıs­men hafiflemiş ve nabız dakikada 104, teneffüs 20, hararet derecesi 37 olmuştur.

- Yapılan muayene ve müşavere neticesinde tespit ve tatbik edilen mudavat­tan sonra umumi ahvalde hafif bir salah görülmekle beraber vaziyet ciddiyetini muhafaza etmektedir.

Müdavi doktorlar:

Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp,

Prof. Mim Kemal Öke,

Dr. Nihat Reşat Belger.

Müşavir doktorlar:

Prof. Dr. Akil Muhtar Özden,

Prof. Dr. Hayrullah Diker,

Prof. Dr. Süreyya Hidayet Serter,

Dr. Abrevaya Marmaralı,

Dr. Mehmet Kamil Berk.

17 Ekim 1938 saat: 20.00

Bugün, dün akşamkine nispetle daha iyi geçmiştir. Asabi arazlarda bir deği­şiklik yoktur, nabız muntazam 116, teneffüs 20, hararet derecesi 37'dir.

18 Ekim 1938 saat: 10.00

Atatürk'ün umumi vaziyetinde büyük bir değişiklik yoktur; geceyi daha iyi geçirdiler. Nabız 90-100 arasında, teneffüs 18, hararet derecesi 36.4'tür.

18 Ekim 1938 saat: 20.00

Reisicumhur Atatürk'ün rahatsızlığı aynı halde devam etmektedir. Nabız 120, teneffüs 18 ve hararet derecesi 38'dir.

19 Ekim 1938 saat: 20.00

Asabi arazlarda hafif, fakat aşikar bir iyilik vardır. Umumi hal daha iyi; nabız muntazam 108, teneffüs 20, hararet derecesi 36.9'dur.

20 Ekim 1938 saat: 10.00

Geceyi çok rahat geçirdiler. Asabi arazlar zail olmak derecesinde azalmıştır. Umumi hal daha iyi, nabız muntazam 102, teneffüs 20, hararet derecesi 36.8'dir.

20 Ekim 1938 saat: 20.00

Asabi arazlar tamamen geçmiştir; umumi salah artmaktadır. Nabız muntazam 94, teneffüs 20, hararet derecesi 37.1 'dir.

Raporlardan da anlaşılacağı üzere, tatbik edilen tedavi ile beraber Büyük Adam'ın müstesna enerjisinin de neticesi olarak iki gün sonra mevcut araz yavaş yavaş hafiflemeye ve umumi vaziyetinde zayıf da olsa bazı salah emareleri görülmeye başlamıştı.

Nihayet ayın 21'inci günü sabahın erken saatlerinde Ali Kılıç ile beraber, yatağının başucunda oturuyorduk. O, yine fakat bu sefer daha seyrek aynı sözleri tekrar ediyordu. Ali Kılıç ile aramızda küçük ve sedef kakmalı bir sigara masası vardı; bir aralık ben buna dayandım, masa gıcırdadı; hayret! Atatürk birdenbire susmuştu. Demek ki kendisinde artık etrafındaki gürültüleri fark edecek kadar bir uyanıklık belirmişti. Derhal nöbetteki doktorlara haber gönderdik; nefes nefese geldiler, hadiseyi kendilerine anlattık; Prof. Neşet Ömer İrdelp, bana:

-'Senin sesine çok alışıktır, hitap et bakalım! ' dedi. Başucuna biraz daha yaklaşıp seslendim:

-'Atatürk! '

Yine, tekrar ededurduğu sözleri kesti ve cevap verdi:

-'Efendim' Devam ettim:

-'Nasılsınız Efendim? ' Hiç gecikmeden:

-'İyiyim! ' dedi; artık belli olmuştu ki yavaş yavaş açılıyor, komadan sıyrılıyordu. Sevinç gözyaşları arasında odayı terk ettik. Doktorlar, Hastanın tam bir sükunet içinde bırakılmasını lüzumlu görüyorlardı. Buna rağmen o gün kendisi ile daha bazı kısa konuşmalar yapılmıştı.

O gün saat: 10.00'da neşredilen rapor:

Geceyi rahat geçirdiler. Umumi salah artmaktadır; nabız muntazam 94, teneffüs 20, hararet derecesi 36,9'dur.

Saat: 20.00'de neşredilen rapor:

Bugünü çok iyi geçirdiler; umumi ahvaldeki iyilik devam etmektedir. Nabız muntazam, kuvvetli 80, teneffüs 20, hararet derecesi 36.9'dur.

Bundan sonra 24 saat zarfında yalnız bir rapor neşredilecektir.

Akşama doğru sakin ve derin bir uykuya dalmıştı. Bu rahat uyku sabaha kadar devam etti. Seher vakti hizmetinde bulunanlardan biri yatak odama koşarak, normal bir halde uyandığını haber verdi; zaten giyinik olarak şezlonga uzanmış, istirahat ediyordum; derhal kalkarak yanına gittim. İlk sözü şu oldu:

-'Gel bakalım, ne dersin; biz gittik, geldik! Bu doktorlar insana adeta can veriyorlar' dedi, arkasından:

-'Bana ne oldu? ' diye sordu. Arkadaşlarla daha evvel mutabık kaldığımız gibi cevap verdim:

-'Biraz fazla ve derince uyudunuz efendim! ' 'Ya bu karyola niye değiştirilmiş? '

Filhakika asıl karyolası değiştirilmişti; çünkü iki kişilik ve çok genişti. Etrafında doktorlann çalışması güç oluyordu. Ayrıca temizlik için şiltelerin vakit vakit değiştirilmesi icap ediyor, pek ağır şeyler olduğu için bunda da zorluk çekiliyordu. Bu sebeplerle yani her iki harekette kolaylık sağlamak maksadiyle, kendisini daha dar ve şilteleri hafif bir karyolaya nakletmiştik.

Uyanır uyanmaz, işte bunun farkına varmış, benden sebebini soruyordu.

Epeyce sıkılarak, hatta biraz da saçmalayarak kekeledim:

-'Temizlik yapmak lazımdı, aynı zamanda bir değişiklik olur diye de düşündük.' Eşsiz zekası; nezaketi, hoşgörürlügü, metaneti, şefkati, kısaca bütün müstesna hasletleriyle beraber tamamen yerine gelmişti ve hiç şüphesiz olup biteni tahmin etmişti; beni sıkıntıdan kurtarmak için:

-'Ne ise! Gerisini sormayacağım' dedi ve muhavereyi kapattı. Arzusu üzerine bu dar karyola kaldırıldı; yerine Yalova kaplıcasındaki yatak odasından bütün takımiyle beraber getirtilen geniş karyola konuldu. Fani hayata bunun üzerinde gözlerini kapamıştır ve bugün yatak odasında; şilte, yorgan, yastık ve örtüsü ile beraber olduğu gibi muhafaza edilmektedir.

22 Ekim 1938 günü neşredilen rapor:

Bir hafta evvel zuhur eden arazlar tamamiyle geçmiştir. Nabız muntazam, kuvvetli 80, teneffüs 19, hararet derecesi 36.8'dir. Hastalık normal seyrine avdet etmiştir; günlük tebliğ neşrine lüzum kalmamıştır.

Atatürk daha evvel de işaret ettiğimiz gibi çoktan beri Ankara'ya gitmek niyetini besliyordu. Elim akıbetini sezmiş olmakla beraber Ankara 'ya dönerek vasiyetnamesini yazdırırken söylediği işleri tamamlamak ve bilhassa Cumhuriyetin 15'inci yıldönümü münasebetiyle yapılacak geçit resminde bulunarak bir kere daha halka ve orduya doğrudan doğruya hitap etmek için vakit kazanabileceğini ümit ediyordu.

Bu düşünce ile ölçüleri epeyce değişmiş bulunan vücuduna uygun yeni elbiseler ısmarlamıştı; bir taraftan da Ankara'da geçit resimlerinin yapıldığı Hipodrom'daki şeref tribününe asansör konulmakta idi.

Fakat acaba istediği vakti kazanabilecek miydi? İlk komadan çıktığının ertesi günü muhterem Dr. Nihat Reşat Belger, bana: 'Ancak daha 20 gün kadar yaşayabilir' dediğine göre bu, biraz şüpheli görünüyordu. Sonra acaba böyle bir yolculuk ve faaliyet hastalığı üzerinde ne gibi tesirler yapardı; zayıf vücudu bunlara dayanabilir miydi?

Tabiidir ki, bu suallere yine ancak doktorlar cevap verebilirdi.

Binaenaleyh biz de onlara başvurduk; bu husustaki kati mütalaalarını açıkça bildirmelerini rica ettik. Derhal aralarında bir toplantı yaptılar; epeyce uzun süren müzakerelerde bulunduktan sonra beni yanlarına çağırdılar.

Heyet adına rahmetli Prof. Akil Muhtar Özden konuştu:

-'Açık söyleyeceğim: Aziz Hastamız çok zayıf ve ümitsiz bir haldedir. Ömrü artık günlerle sayılacak kadar azalmıştır. Yolda ne kadar itina edilirse edilsin, vukuu pek muhtemel ani bir kalp durması ile bu müddetten birkaç gün daha eksilebilir. Bu duruma göre kati kararın ailesi tarafından verilmesi lazımdır' dedi. Halbuki Atatürk'ün aileden sayılacak yalnız bir hemşiresi vardı; o da fevkalade üzgün ve şaşkın bir haldeydi. Esasen o kıymettar varlığı, hangi şartlar içinde olursa olsun, bile bile ölüm tehlikesine maruz bırakmaya kim rıza gösterebilir, buna kim ve nasıl cesaret edebilirdi?

Elim bir imkansızlık karşısında bulunuyorduk; zaten mevcut olan derin ızdırabımız tahammül edilemez bir hadde yükselmişti, kıvranıp duruyorduk.

Bereket versin ki tereddütle geçen birkaç gün zarfında hastalığın nasıl seyrettiğini gören kendisi de vaziyeti kavramış, kararından vazgeçmişti.

Verilen karar üzerine Cumhuriyet Bayramı günü Büyük Millet Meclisi'nde yapılmış olan merasimde, tebrikleri Cumhurbaşkanı adına Büyük Millet Meclisi Reisi rahmetli Mustafa Abdülhalik Renda kabul etti.

Atatürk'ün içinden yetiştiği kahraman Türk ordusuna gönderdiği aşağıda yazılı son mesaj da -ki bunu Genelkurmay Başkanı rahmetli Fevzi Çakmak ile beraber hazırlamışlardı- aynı gün Hipodrom'da yapılan geçit resminden evvel Başvekil Celal Bayar tarafından çok heyecanlı tezahürler arasında okundu: 'Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan Kahraman Türk Ordusu;

Memleketini en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmış isen, Cumhuriyetin bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtaları ile mücehhez olduğun halde, vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur.

Bugün, Cumhuriyetin 15'inci yılını mütemadiyen artan büyük bir refah ve kudret içinde idrak eden Büyük Türk Milletinin huzurunda Kahraman Ordu; sana kalbi şükranlarımı beyan ve ifade ederken, Büyük Ulusumuzun iftihar hislerine de tercüman oluyorum.

Türk Vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini dahili ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır. Büyük Ulusumuzun, orduya bahşettiği en son sistem fabrikalar ve silahlarla bir kat daha kuvvetlenerek büyük bir feragati nefis ve istihkarı hayat ile her türlü vazifeyi ifaya müheyya olduğunuza eminim.

Bu kanaatle Kara, Deniz, Hava ordularımızın kahraman ve tecrübeli komutanları ile subay ve eratını selamlar ve takdirlerimi bütün Ulus muvacehesinde beyan ederim.

Cumhuriyet Bayramının 15. yıldönümü hakkınızda kutlu olsun.'

1 Kasım 1938 günü Büyük Millet Meclisi'nde açış nutkunu, Anayasanın 36'ncı maddesindeki hükme uygun olarak yine Başvekil okumuştu.

Bilindiği gibi bu açış nutukları, Hükümetin bir yıllık faaliyet programları mahiyetindedir ve esasları Hükümet tarafından tespit edilir.

Atatürk, her yıl Vekaletler tarafından hazırlanan esasları ve malumatı alır, inceler, icap ederse Başvekil ve ilgili Vekillerle fikir teatisinde bulunur, sonra bunları kendi mütalaa ve tavsiyelerini de ilave etmek suretiyle bir araya getirerek nutku bizzat hazırlardı. Nutukta bilhassa bir yıl evvel yapılacağı ifade edilen işlerin ne dereceye kadar tahakkuk ettirildiğini açıklamaya çok ehemmiyet verirdi.

Bu yıl çok arzu etmesine ve hükümetten daha Eylül başında nutka mevzu olacak malumatı istemiş olmasına rağmen maalesef o çalışmasını yapamadı. Yalnız Başvekil ile görüşerek esaslar üzerinde mutabık kaldı. Nutuk, Hükümet tarafından hazırlandı ve bir gün hazırlanan bu nutku, kendisine Başvekil Celal Bayar okudu; dikkatle dinleyip bazı cümlelerini tekrar ettirdikten sonra tasvip etti ve sonuna:

'Büyük Kamutay; şimdiye kadar olduğu gibi, bütün işlerinizde başarılar dilerim,' cümlesini ilave ettirdi.

Cumhuriyet Bayramı gün ve gecesini çok düşünceli ve heyecanlı geçirdi; bilhassa merasim dönüşü Sarayın önünden vapurla geçen Kuleli Askerı Lisesi talebelerinin bando refakatinde İstiklal Marşı okumak suretiyle yaptıkları pek hararetli tezahürat, heyecanını en yüksek haddine çıkarmıştı.

Gece Kız Kulesi'nden atılan havai fişekler de hassasiyetini arttırmakta, kendisini pek muzdarip etmekteydi; telefonla ilgililerden rica etmek suretiyle bunu durdurmuştuk.

Aziz Hastamızın artık iştihası büsbütün kesilmiş, zaafı çok artmıştı. Karnındaki mayi süratle çoğalıyor, göğsünü ve kalbini tazyik ediyor, nefes almasını güçleştiriyordu, dayanılmaz bir ıstırap içindeydi.

Açıkça görülüyordu ki hastalık son sathasına girmiş ve herhalde ikinci defa su almak zarureti belirmişti; kendisi de; bunu ısrarla talep etmekte idi.

Yalnız doktorlar, ölümü tesri edeceğini bildikleri için bu ameliyeyi mümkün olduğu kadar geciktirmek istiyorlardı; fakat buna imkan bulamadılar. Atatürk 7 Kasım 1938 Salı sabahı kendilerine: 'Daha fazla dayanamayacağını, suyun derhal alınmasını' kati bir lisanla ifade etti. Doktorlar hiç değilse 24 saat daha kazanmak için son bir teşebbüste bulundular; ilk ponksiyonu yapan Prof. Operatör Mim Kemal Öke'nin Sarayda olmadığını, o saatte Gülhane'de talebesine ders vermekle meşgul bulunduğunu söylediler ve ameliyenin ertesi güne tehir edilmesini rica ettiler; dinlemedi:

-'İşte Dr. Mehmet Kamil Bey var; zaten bu işi en iyi beceren de o imiş. O yapsın! ' emrini verdi. Çaresiz kalan doktorlar, hazırlık yapmak üzere odadan çıktıktan sonra, kaşlarını çattı; hiddetli bir sesle:

-'Niçin tereddüt ediyorlar, olacak olur; ' fakat karnını işaret ederek 'bu 'insuportable'dır' dedi.

Hazırlık bitince rahmetli Dr. Mehmet Kamil Berk suyu çekmeye başladı (saat 12.20) Atatürk bütün suyun alınmasını emrediyor ve her an kaç litre alındığını öğrenmek istiyordu.

Sayın Prof. Dr. Nihat Reşat Belger, bu sahneyi şöyle hikaye ediyor:

-'Atatürk su çekme esnasında suyun hepsinin çekilmesini ısrarla emrediyordu; bizlere kaç litre var? Sayın' diyordu. Sayan bendim ve her yarım litreyi bir sayarak on iki litre yerine hakikatte altı litre su çekmiş bulunuyorduk. Fakat bu tedbire rağmen niha'i koma 7- 8 saat sonra baş gösterdi.

Ponksiyondan sonra, ateşi biraz yükselmiş olmakla beraber, epeyce rahatlamış, akşam saat 20.00'den, gece yansına kadar sakin uyumuştu. Gece yarısı uyanmış, saat 2.00'den sonra kendisinde hafif bir unutkanlık hali başlamıştı ve bu hal dört saat kadar devam etmişti.

8 Kasım 1938 günü çok yorgun olmakla beraber sakindi Doktorlar sıra ile yanına geliyor, icap eden tedaviyi yapıyorlardı.

O gün gıda olarak saat 6.00'da altı kaşık sütlü kahve, 8.30'da beş kaşık sütlü çay, 11.00'de bir miktar yulaf unundan puriç, 13.00'de altı kaşık süt, 15.00'i 10 geçe biraz çorba ve 17.15' de dört kaşık elma suyu almıştı. Saat 18.00' den sonra yanından aynlıp, günlük işlerimle meşgulolmak üzere büroma inmiştim; çok geçmeden fenalaştığını telefonla bildirdiler. (Saat 18.35) Telaşla husus'i daireye koştum; yatak odasının iç içe olan iki kapısı arasındaki boşlukta Ali Kılıç duruyordu. Odaya girdiğim zaman Atatürk'ü şu vaziyette gördüm: Yatağın ortasında, iki elini yanlanna dayamış, oturuyor ve mütemadiyen öğürerek: 'Allah kahretsin' diye söyleniyordu. Ara sıra da hizmetçilerin tuttukları tasa koyu kahverengi bir mayi (pıhtılaşmış kan) çıkarıyordu.

Nöbetçi doktor Abrevaya ile o sırada yetişen Prof. Neşet Ömer İrdelp kendisine yine bir taraftan bazı ilaçlar enjekte etmeye, bir taraftan da buz parçaları yutturmaya başladılar. Bir aralık sağında bulunan tuvalet masası üzerindeki saate baktı; herhalde iyi göremiyordu ki bana sordu:

-'Saat kaç? ' Cevap verdim: '7.00 Efendim.'

Aynı suali bir, iki defa daha tekrar etti, aynı cevabı verdim. Biraz sükunet bulunca yatağa yatırdık; başucuna sokuldum:

-'Biraz rahat ettiniz değil mi efendim? ' diye sordum.

-'Evet! ' dedi.

Arkamdan Neşet Ömer İrdelp yanaşıp rica etti:

-'Dilinizi çıkarır mısınız efendim? '

Dilini ancak yarısına kadar çıkardı; Dr. İrdelp tekrar seslendi:

-'Lütfen biraz daha uzatınız! '

Nafile! Artık söyleneni anlamıyordu; dilini uzatacağı yerde tekrar tamamen çekti; başını biraz sağa çevirerek Dr. İrdelp'e dikkatle baktı ve 'Aleykümesselam' dedi; son sözü bu oldu ve ikinci ponksiyondan tam 30 saat sonra komaya girdi.

Bu seferki koma devresi sakin geçiyor; Dev Adam, yatağında adeta uyur gibi yatıyor; gerçi ara sıra küçük ihtilaçlarla hafifçe sıçrar gibi oluyorsa da bu asabi haller her defasında ancak birkaç saniye sürüyor ve tekrar sükuna kavuşuyordu.

Saatler ilerledikçe hançeresinde yavaş yavaş kesik hırıltılar başlamıştı.

Doktorlar bir an bile Saraydan ayrılmıyorlar ve her zaman olduğu gibi canla, başla vazifelerini yapıyor, ilmin emrettiği bütün tedbirleri alıyorlar; ara sıra 'Ouabain', 'Huile Camphre' gibi enjeksiyonlarla beraber 'Glycose' seromu yapıyorlar. Ne çare ki bunlann hiçbirisi müessir olamamakta, Büyük Kurtarıcı anbe an ölüme yaklaşmaktadır.

Koma devresinde yayınlanan raporlar:

8 Kasım 1938 Salı saat: 23.00

Bugün saat 18.30'da hastalık birdenbire normal seyrinden çıkarak şiddetlenmiş ve sıhhi vaziyetleri yeniden ciddiyet kesbetmiştir; hararet derecesi 36.4, nabız muntazam 100, teneffüs 22'dir.

9 Kasım 1938 saat: 10.00

Geceyi rahatsız geçirdiler; umumi hallerindeki vaziyet ciddiyetini muhafaza etmektedir. Hararet derecesi 36.8, nabız muntazam 128, teneffüs 28'dir.

9 Kasım 1938 saat: 20.00

Bugünü yorgun ve dalgın geçirdiler. Umumi ahvaldeki ciddiyet biraz daha ilerlemiştir. Nabız muntazam dakikada 124, teneffüs 40, hararet derecesi 37.6'dır.

9 Kasım 1938 saat: 24.00

Saat 20.00'den itibaren dalgınlık artmıştır. Umumi ahval vehamete doğru seyretmektedir. Hararet derecesi 37.6, nabız 132, teneffüs 33'tür.

1938 yılı Kasım ayının 10'uncu günü saat 9.00. Türk Vatanının Kurtancısı, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu, Eşsiz İnkılapçı ve beşerin Müstesna Evladı Büyük insanın fena aleminde ancak 5 dakikası kalmıştır; gözleri kapalıdır; göğsü mütemadiyen inip, çıkmaktadır.

Odada ve bütün Sarayda derin ve ruhani bir sükut hüküm sürüyor.

Sağ tarafta başucunda Operatör Mim Kemal duruyor; Dr. Kamil Berk başını onun omuzuna dayamış, hıçkırıyor...

Prof. Dr. Akil Muhtar Özden kendinden geçmiş, odanın içinde telaşlı adımlarla durmadan dolaşıyor; hem ağlıyor, hem de mütemadiyen: 'Aman Yarabbi' diye mırıldanıyor.

Ben yatağın sol tarafında ayakta duruyorum; yanımda Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe var. Her tarafım uyuşmuş, bütün duygularım donmuş bir halde, o güzel, onurlu çehreye dalmış, bakıyorum. Hazin sessizlik içinde kulağıma yalnız Dr. Mehmet Kamil ve Prof. Akil Muhtar'ın hıçkırıkları çarpıyor.

Saat tam 9'u 5 geçiyor. Birdenbire gözleri açılıyor, dikkat ediyorum: Gök mavisi gözlerinde hala bildiğimiz çelik parıltıları ışıldamaktadır.

Bir an sert bir hareketle başını sağa çeviriyor. Bana öyle geliyor ki, bu hareketiyle etrafındakilerin şahıslarında ilahı bir aşk ile bağlandığı ve inandığı aziz milletini son defa askerce selamlamaktadır.

Birkaç saniye sonra o Azametli Varlık, milletinin kalp ve idrakiyle beşer tarihindeki ölümsüz hayatına göçmüş bulunuyordu.

Ben de artık hıçkırıklanmı zaptedemedim; yatağı dönüp diz çöktüm, sağ elini ellerimin içine aldım, öptüm ve yüzüme gözüme sürdüm.

Bu sırada Operatör Mim Kemal gözlerini kapatıyor, Mehmet Kamil de çenesini bağlıyordu.

Yerimden kalktım, yapılacak vazifelerim vardı; gözyaşlarımı sildim ve odadan çıktım.

O gün öğleye doğru gazetelerin çıkardığı fevkalade nüshalarda müdavi ve müşavir tabiplerin, Büyük Kaybımızı bildiren son raporuyla, hükümetin bu husustaki resmi tebliği neşrediliyordu.

Ulu Önder Atatürk'ün doktorları tarafından yazılan son rapor.

Resmi Tebliğ:

'Müdavi ve müşavir tabiplerinin neşredilen son raporu Atatürk'ün dünyaya gözlerini kapadığını bildirmektedir.

Bu acı hadise ile Türk vatanı; büyük yapıcısını, Türk milleti ulu şefini, insanlık büyük evladını kaybetti. Milletimize, içimiz yanarak bu tarife sığmayan ziyandan dolayı en derin taziyetlerimizi sunarız.

Kederlerimizin tesellisini ancak ve ancak O'nun büyük eserine bağlılıkta ve aziz vatanımızın hizmetinde ararız. Şurasını da her şeyden evvel beyan etmeliyiz ki ölmez olan O'nun büyük eseri: Cumhuriyet Türkiye'sidir.

Hükümetimiz, içinde bulunduğumuz bu mühim anda bugüne kadar olduğu gibi dikkatle vazife başındadır. Müesses olan nizamı ve vaziyeti idame hususunu, büyük Türk milletinin Hükümetiyle tek vücut olarak teyit ve temin edeceğine şüphe yoktur.

Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun 33'üncü maddesi mucibince Büyük Millet Meclisi Reisi Abdülhalik Renda, Reisicumhur Vekaleti vazifesini deruhte etmiş ve ifaya başlamıştır.

Gene Keşkilatı Esasiye Kanunu'nun 34'üncü maddesi mucibince Büyük Millet Meclisi derhal yeni Reisicumhur intihap edecektir.

Türkiye'nin en büyük makamına Teşkilatı Esasiye Kanunu'na göre geçecek zatın etrafında hükümetiyle, şanlı ordusu ile ve bütün kuvvetiyle Türk milleti, sarsılmaz bir varlık olarak toplanacak ve yükselmesine devam edecektir.

Bugün ayrılığına ağladığımız büyük şefimiz Atatürk, her vakit Türk milletine güvendi; eserlerini bu güvenle yaptı, idamesi esbabını da istikmal ederek güvenle büyük milletimize bıraktı. Ebedi Türk Milleti, O'nun eserlerini ebediyetle yaşatacaktır. Türk gençliği O'nun kıymetli vediası olan Türkiye Cumhuriyeti'ni daima koruyacak ve O'nun izinde yürüyecektir.

Kemal Atatürk, Türk'ün tarihinde ve gönlünde daima yaşayacaktır.'

Kaynak: Atatürk'ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, ISBN: 975-08-0882-7. Sayfa:722-731
-
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
atatürkün tabutunun açıldığı gün

Atatürk'ün tabutunu açtılar şaşkına döndüler
Mustafa Kemal Atatürk'ün naaşının bulunduğu tabut 10 Kasım 1953'te Anıtkabir'e naklinden bir gün önce açıldı.

Ulu önderin yüzü, yapılan tahnit işleminin başarısı nedeniyle vefatından 15 yıl sonra bile hasta yatağında sanki uyuyormuş gibi duruyordu
Atatürk'ün naaşı, Anıtkabir'deki ebedi istirahatgahine nakli öncesinde Etnografya Müzesi'ndeki geçici kabirde tutuldu. Naaş, 10 Kasım 1953'te Anıtkabir'e törenle nakledildi. Ali Güler'in Sarı Paşa - İnsan Atatürk kitabında yer verilen bilgiye göre, Profesör Kamile Şevki Mutlu, Atatürk'ün Anıtkabir'e naklinden önce tabutunun açılması anını şöyle anlattı:

'Yüksek Sanat Okulu grubundan gül ağacı tabutun kapağını açmalarını rica ediyorum. Ne çevik ve enerjik bir çalışma. Vidaların sökülmesi dakika sürmüyor. Eşimin ve öbürlerinin yardımıyla katafalka çıkıyorum. Gül ağacı tabut içinde her yanı lehimli galvaniz tabut görünüyor. Bunun kapağının yalnız üç kenarında lehimin sökülmesini istiyorum. Bu da hemen yerine getiriliyor. Lehimi sökülmeyen kenarın da dışa çevrilerek kapağın açılmasıyla derin bir rahatlığa kavuşuyorum. Duyduğum rahatlığın nedeni naaş ile galvaniz tabut arasındaki boşlukları silme dolduran ince tahta tozunun ıpıslak oluşu ve koruyucu eriyikteki şimik maddelerin kokusunu almış olmam coşkum artıyor. Demek Ata'nın fizik varlığını hiç bozulmamış olarak yaşamının sona erdiği anda nasılsa öylece görebileceğim. Oysa kulaklarımıza ne söylentiler gelmişti. Konservasion iyi yapılmamış. Çürüyüp bozulma sonucu meydana gelen fazlarla tabut patlamış, nöbetçi er kokusundan bayılmış ve daha neler...

Meclis Başkanı Ata'nın yüzünü görünce bayıldı
Bu dedikodulardan yıllarca bir doktor ve bir patalog olarak nasıl üzülmüşüm. Şimdi ise şu ıslak tahta tozu ve şimik maddelerin özel kokuları bana her işin yolunda yapılmış olduğunu kesin olarak haber veriyordu. Tahta tozu tabutun ayak yönüne doğru toplandı. Naaş kahverengi muşamba ile sarılı olarak göründü. Yüzünü örten ıslak pamuk kitlesi kaldırılınca Ata'nın heykel gibi duran yüzü ile karşılaştım. Ata ve eseri bir an birbirimize bakıştık sanki... Uzun sarı saçlarından ince bir tutam sol göz kapağının üstüne düşmüş. Ata sanki yıllarca önce Dolmabahçe Sarayı'ndaki hasta yatağında uyuyor... Ağzımdan hemen şu sözler döküldü: bu konservasyonu Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nin eski hocalarından Profesör Lütfi Aksu yapmıştı, kendisi de iki yıl önce öldü, nur içinde yatsın... Evet, ideal bir konservasyondu bu. Sayın hoca konservasyon eriğinden iki şişe doldurup ağızlarını lehimlemiş, üzerine yapıştırdığı etiketlerine eriğin kimyasal yapısını yazmayı bile unutmamış ve şişeleri Ata'nın koltuklarına yerleştirmişti. Başımı iki yana çevirdiğim zaman kimse nefes bile almıyor sandım. Aşağıda duran komite üyelerine (Yüzünü görmek ister misiniz?) dedim. Ansızın bir fısıltıyla karışan geri çekilir gibi bir hareket ve sonra yine derin sessizlik. Saygı duruşundaki subaylara varıncaya değin herkesin bir bir katafalka çıktığını, hele Meclis Başkanı Abdulhalik Renda'nın Ata'nın yüzü ile karşılaşır karşılaşmaz tabutun yanına yığıldığını unutmam... O sırada Doçent Cahit Özden elimi öpüyor ve coşkuyla (Hocam sağolun bana bu günü yaşattınız) diyor.
Komite üyelerine naaşın tahta tabuta hemen o gün konulmasının sakıncalarını ve bu işin Anıtkabir'e götürme törenin yapılacağı ertesi sabahın erken saatlerine bırakılmasının bilimsel zorunluluğunu açıklıyorum. Numune Hastanesi'ne gönderdiğim Doktor Şerif Yazgan'a bir miktar fiksatör hazırlatıp galvaniz tabut içine ekliyoruz. Kapak yeniden lehimleniyor, üzerine gül ağacından tabut kapağını da koydurtuyorum ve oradan ayrılıyoruz.'

ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
atatürkün defnedildiği gün

Defin görevlisi o anları anlattı
Mustafa Kemal Paşa'nın ölümünün 75. yıl dönümünde Atatürk'ün defini sırasında kabir odasında bulunan hayattaki son sivil olan Yekta Güngör Özden törenin detaylarını anlattı.

NAKLİNDE DEFİNDE GÖREV ALDI

Türkiye Milli Talebe Federasyonu Yayın Komisyonu Başkanı olması nedeniyle Atatürk'ün naaşının nakli ve defin sırasında görev alan eski Anayasa Mahkemesi Başkanlarından Yekta Güngör Özden, tören sırasında yaşadıklarını anlattı.

'NÖBET TUTACAK ÖĞRENCİLERİ BELİRLEDİM'

O dönem Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğrenci olduğunu belirten Özden, kendisine verilen görev kapsamında ilk olarak Etnografya Müzesi'nde saygı nöbetinde bulunacak öğrencileri belirlediğini söyledi. Kendisinin de bulunduğu öğrencilerin 4 Kasım 1953'te saygı nöbeti tuttuğunu ifade eden Özden, nakil töreninde de görev aldıklarını bildirdi.

'YÜRÜYÜŞTEKİ SESSİZLİK ÇOK DUYGULUYDU'

Naaşın Anıtkabir'e nakli sırasında çok sayıda vatandaşın güzergahta beklediğini anlatan Özden, 'Şimdi bile insan duygulanıyor, yürüyüşteki sessizliğe. Güzergah boyunca bütün pencerelerde, halk yollara dolmuş, ağaçlarda gençler var ancak top arabasının, askerin ayak sesi ve güzergahı dolduranların hıçkırıklarından başka bir şey duymuyorsunuz. Büyük bir saygı, huşu vardı' diye konuştu.

'UZUN UZUN AĞLADIM'

Kortejin bir saati aşkın sürede Anıtkabir'e gelebildiğini dile getiren Özden, görevi kapsamında diğer öğrencilerle kortejin düzenini sağlamaya çalıştıklarını söyledi.

'10 kişiydik'

Anıtkabir'de Aslanlı Yol'un başında naaşın askerlerin omuzlarına alındığını aktaran Özden, buradan mozole binasının önündeki katafalkta konulduğunu belirtti. Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın konuşma yaptığını anlatan Özden, daha sonra tabutun yeniden askerlerin omzuna alındığını söyledi. Naaşın mozoleden mezar odasına indirildiğini ifade eden Özden, odada bazı askerlerin dışında Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Meclis Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Adnan Menderes, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Nuri Yamut, Atatürk'ün kız kardeşi Makbule Atadan ve kendisinin de bulunduğu 10 kişi olduğunu söyledi.

'MAKBULE HANIM KIÇKIRARAK AĞLIYORDU'

'Bunların hiçbiri hayatta olmadığına göre bu on kişiden hayatta kalan tek ben oluyorum' diyen Özden, şunları kaydetti:

'Defin işlemi sırasında toprak atılırken Makbule Hanım hıçkırarak ağlıyordu. Ben de kenarda onları izliyordum. O kadar insanın içinde bulunmanın verdiği bir sevinç ama aynı zamanda Atatürk'ü ebediyen sizden uzaklaştıran bir işlemi görüyorsunuz, onun üzüntüsü var. İkisinin arasında çalkantılı bir durumdayım. Defin işleminin tamamlanmasının ardından tutanaklar imzalanınca Makbule Hanım iyice ağlamaya başladı. Yanına gittim, koluna girerek odadan çıkmasına yardımcı oldum.'

'ANLADIM Kİ BİR DAHA GELMEYECEK '

Törenin ardından kaldığı yurda gittiğini belirten Özden, 'Uzun uzun ağladığımı hatırlıyorum sonra uyumuşum. Anladım ki Atatürk bir daha gelmeyecek. Sanki 15 sene önce ölmemiş de o gün ölmüş gibi hissettim' dedi.

Özden, o gün bir çelenkten aldığı parçayı hatıra olarak sakladığını da kaydetti.

ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
SATI KADIN
Ankara'da yakıcı bir yaz günü idi.Atatürk beraberinde arkadaşları ve yaverleri oldugu halde Kızılcahamam'a giderken Kazan Köyü yakinlarinda durmus ve otomobilinden inmisti. Köyün kadini, genci, yaslisi, ihtiyari köylerin içinden geçen, kösede duran bu yabanci konuklari görünce hep kosustular. Kimi su seyirtti, kimi ayran, bunlardan biri, gügümünden aktardigi soguk ayrani Ata'ya uzatti:
- bir soguk ayran içermisiniz,dedi.
Bu çorak iklimin kavurdugu yüzünde bronzlasmis türk kadinin en bariz ifadelerini tasiyan, bir türk anasi idi. Bögrüne sıkıştırdığı kundağı biraz daha bastirdiktan sonra, sag elindeki ayran bardagini uzatti, bekledi. Ata'sı, ayrani kana kana içmis ve biran durakladiktan sonra ona:
- Senin kocan kim? Diye sormustu
Köylü kadini,yüzü tunçlasmis, elleri nasirli bir Türk anasi Ankara'nin kendine has sivesi ile kocasinin Sakarya harbinde bogazindan yaralanmis bir cengaver oldugunu söyledi. Ata bir soru daha sordu:
- ne zaman dogdun?
- 1919'da Atatürk Samsun'a çiktigi zaman dogdum.
Ata, bir an düsündü. Yil 1934 idi. Kadinin bu ifadesine göre 15 yasinda olmasi lazim gelirdi. Halbuki karsisindaki kadin 25 yaslarinda görünüyordu tekrar sordu:
- nasil olur
Evet, nasil olurdu.bu Satı Kadın hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin isgal altinda geçirdigi aci yillari ima ederek:
- evet pasam,ondan evvel yasamiyordum ki!
Bu espiri ata'yi bir hayli düsündürdü. Ayrilirken yaverine kadinin ismini ve adresini not ettirdi.daha sonra biz sati kadini büyük millet meclisine giren ilk kadin milletvekili olarak görmekteyiz.


Kötü         Çok İyi  Oyla 
           
Tüm yazıları        ShareThis
  Geri  |  Arkadaşıma Gönder  |  Yazıcı Dostu
                 

    Hayat Verenler : Microsoft    HP Türkiye    PBS Bilişim    SAY Ajans    SFS - MAN    Superonline       

Türk Liderler:

Abbas Güçlü, Adil Karaağaç, Ali Ağaoğlu, <Ali Kibar, Adnan Nas, Adnan Polat, Adnan Şenses, Ahmet Başar, Ahmet Esen, Alber Bilen ,Ahmet Cemal Kura, Ali Abalıoğlu, Ali Naci Karacan, Ali Sabancı, Ali Koç, Ali Saydam, Ali Talip Özdemir, Ali Üstay, Arman Manukyan, Arzuhan Yalçındağ, Asaf Güneri, Atila Şenol, Attila Özdemiroğlu, Avni Çelik, Ayduk Koray, Aydın Ayaydın, Aydın Boysan, Ayhan Bermek, AyşeKulin, Ayten Gökçer, Başaran Ulusoy, BedrettinDalan, Bedri Baykam, Berhan Şimşek, BetülMardin, Bülend Özaydınlı, Bülent Akarcalı, Bülent Eczacıbaşı, Bülent Şenver, CağvitÇağlar, Can Ataklı, Can Dikmen, Can Has, Can Kıraç, Canan Edipoğlu, Celalettin Vardarsuyu, Cengiz Kaptanoğlu, Cevdetİnci, Çoşkun Ural, Cüneyt Asan, Cünety Ülsever, Çağlayan Arkan, Çetin Gezgincan, DenizAdanalı, Deniz Kurtsan, Didem Demirkent, Dilek Sabancı, Dr. Oktay Duran, Ege Cansel, Em. Org. Çevik Bir, Emre Berkin, Engin Akçakoca, Enver Ören, Erdal Aksoy, Erdoğan Demirören, ErhanKurdoğlu, Erkan Mumcu, Erkut Yücaoğlu, Ergun Özakat, Ergun Özen, Erol Üçer, Ersin Arıoğlu, Ersin Faralyalı, Ersin Özince, Ethem Sancak, Fatih Altaylı, Fatih Terim, Ferit Şahenk, Ferruh Tanay,Feyhan Kalpaklıoğlu, Feyyaz Berker, Fuat Miras, Fuat Süren, Füsun Önal, Göksel Kortay, Güler Sabancı, Güngör Kaymak, Hakan Ateş, Halit Soydan, Halit Kıvanç, Haluk Okutur, Haluk Şahin, Hamdi Akın, Hasan Güleşçi, HayrettinKaraca, Hazım Kantarcı, Hilmi Özkök, Hüsamettin Kavi, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Hüsnü Özyeğin, Işın Çelebi, İbrahim Arıkan, İbrahim Betil, İbrahim Bodur, İbrahim Cevahir, İbrahim Kefeli, İdris Yamantürk, İhsan Kalkavan, İshak Alaton, İsmet Acar, İzzet Garih, İzzet Günay, İzzet Özilhan, JakKamhi, Kazım Taşkent, Kemal Köprülü, Kemal Şahin, Leyla Alaton Günyeli, LeylaUmar, Lucien Arkas, Mahfi Eğilmez, MehmetAli Birand, Mehmet Ali Yalçındağ, Mehmet Başer, Mehmet Günyeli, Mehmet Huntürk, Mehmet Keçeciler, Mehmet Kutman, Mehmet Şuhubi, Melih Aşık, Meltem Kurtsan, Mesut Erez, Metin Kalkavan, Metin Kaşo, Muharrem Kayhan, Muhtar Kent, Murat Akdoğan, Murat Dedeman, MuratVargı, Mustafa Koç, Mustafa Özyürek, Mustafa Sarıgül, Mustafa Süzer, Mümtaz Soysal, Nafi Güral, Nail Keçili, Nasuh Mahruki, Nebil Özgentürk, Neşe Erberk, Nevval Sevindi, Nezih Demirkent, Nihat Boytüzün, Nihat Gökyiğit, Nihat Sırdar, Niyazi Önen, Nur Ger, Nurettin Çarmıklı, Nuri Çolakoğlu, Nüzhet Kandemir, Oğuz Gürsel, Oktay Duran, Oktay Ekşi, Oktay Varlıer, Osman Birsel, Osman Şevket Çarmıklı, Ozan Diren, Özen Göksel, ÖzdemirErdoğan, Özhan Erem, Pervin Kaşo, R.BülentTarhan, Raffi Portakal, Rahmi Koç, Rauf Denktaş, Refik Baydur, Rıfat Hisarcıklıoğlu, SakıpSabancı, Samsa Karamehmet, Savaş Ünal, SedatAloğlu, Sefa Sirmen, Selçuk Alagöz, SelçukYaşar, Selim Seval, Semih Saygıner, SerdarBilgili, Sevan Bıçakçı, Sevgi Gönül, Sezen Cumhur Önal, SinanAygün, Suna Kıraç, Süha Derbent, Süleyman Demirel, ŞadanKalkavan, Şadi Gücüm, Şahin Tulga, Şakir Eczacıbaşı, Şarık Tara, Şerif Kaynar, ŞevketSabancı, Tan Sağtürk, Taner Ayhan, Tanıl Küçük, Tanju Argun, Tansu Yeğen, TavacıRecep Usta, Tayfun Okter, Tevfik Altınok, Tezcan Yaramancı, Tinaz Titiz, Tuna Beklevic, Tuncay Özilhan, Türkan Saylan, Uğur Dündar, Uluç Gürkan, Umur Talu, Ümit Tokçan, Üzeyir Garih, Vehbi Koç, Vitali Hakko, Vural Öger, Yaşar Aşçıoğlu, Yaşar Nuri Öztürk, Yılmaz Ulusoy, Yusuf Köse, Zafer Çağlayan, Zeynel AbidinErdem

Tecrübeleriniz ve birikimleriniz toprak olmasın @ Copyright 2004 turklider.org