|
Tüm Yazıları
ShareThis
|
YÜZYILIN BAŞLARINDA YEDİKULE'DE KOZMOPOLİT BİR DÜNYA
05.08.2009 |
|
Okunma Sayısı : |
5655 |
|
|
Oy Sayısı : |
4 |
|
|
Değerlendirme : |
5 |
|
|
Popülarite : |
3,01 |
|
|
Verdiğiniz Puan : |
|
|
|
|
|
|
YÜZYILIN BAŞLARINDA YEDİKULE'DE KOZMOPOLİT BİR DÜNYA Vitali Hakko . . . .
Bu yazı değerli insan, saygıdeğer işadamı Vitali Hakko'nun vefatından sonra onun anısına Türklider Odasına konulmuştur...
. .
. . YÜZYILIN BAŞLARINDA YEDİKULE'DE KOZMOPOLİT BİR DÜNYA
Bütün çocuklar, hayatlarının beş aşağı – on yukarı birbirinin benzeri olduğunu sanırlar. Oysa büyüyüp, dünyayı ve insanları görüp tanıdıktan sonra, kendi hayatları ile diğer çocukların hayatları arasında uçurumlar olduğunu görürler. Bu fark, zenginlik, fakirlik farkı değildir.
Çocukların kendi dünyaları arasındaki farktır. Bu farkı yaratan nedenler arasında kuşkusuz zenginlik, fakirlik de vardır.
Babanızın işi, dininiz, diliniz de rol oynar. Ama aynı zamanda, ileride büyüyecek, bir kişilik sahibi olacak çocuğun, bütün bunları içinde yaşattığı o kendine özgü dünyasının da bir etkisi vardı.
Bütün çocuklar gibi, benim de kendime özgü bir çocukluğum oldu.
Yedikule'de birbirinie bitişik üç ahşap evden birinde (ortadakinde) dünyaya geldim. Çocukluğum da İstanbul'un bu güzel semtinde geçti.
Evimiz iki katlı idi. Biz, iki oda, bir mutfak ve tuvaletten oluşan alt katta oturuyorduk. Üst katta bir Rum aile, yanımızdaki evde ise Karamanlı Yusuf Efendi ve ailesi otururdu.
Yusuf Efendi'nin evinin giriş katı da bir bakkal dükkanıydı. Dolayısıyla mahallenin trafiği yoğun bir yerindeydik.
O zamanlar (1913'te doğduğuma göre bu yüzyılın başlarından söz ediyorum) İstanbul'da, özellikle bu kenar semtlerde, bambaşka komşuluk anlayışı vardı.
Komşuluk kimi yerlerde hısım-akrabalıktan da önemliydi. Komşular arasındaki ilişkilerde, din, inanç farkına bakılmaz, ahlaka, sohbete, tatlı dile, güler yüze bakılırdı.
Oturduğumuz semt, bugün olduğu gibi, o günlerde de İstanbul'un yoksul semtlerinden biriydi. Ama bu yoksul semt, yaşamasını bilen, gönlü zengin insanlarla doluydu. Güzel havalarda, akşamları, yemekten sonra konu- komşu , bizim üç evin taş merdivenlerine, yamalı mindeleri koyup oturur, sohbeti koyulaştırırlardı.
Rumların Ortadoks yortularında, evlerden ve Yusuf Efendi'nin bakkal dükkanından sandalyeler çıkarılır, gece yarılarına değin Rumca dedikodu yapılırdı. Bu sandalyeler, çocuk gözüme Avrupa mobilyalar gibi görünür, Rumca ise, Türkçe ve Ladinodan (İspanya'dan göç eden Musevilerin konuştuğu eski İspanyolca) sonra üçüncü dil olarak (handiyse anadili olarak) hafızamda yer ederdi.
Bilmiyorum, böylesi bir mahalle yaşamına kozmopolit sıfatı yakışır mı? Ama, o günlerde, dünyanın , kuşkusuz en büyük kozmopolit metropollerinden biri olan İstanbul'un bu kıyı semtinde, bizler, Rum, Musevi, Ermeni, Arnavut, Müslüman Türk hep bir arada yaşar ve dilimiz ne olursa olsun çok iyi anlaşırdık.
Kimi yerlerde , bir "azınlık" çoğunluktaydı. Ben ve kardeşlerim Rumcayı evimizde konuşulan kendi dilimiz Ladinodan daha iyi konuşurduk.
Babam (bu kitapta ondan çok az söz edeceğim, çünkü hayatımda ne yazık ki çok fazla yeri olmadı), o sıralar (1916-17 yılları ) Fransızların yönetimindeki Compagnie de Chemin de Fer (demiryolu şirketi)'de çalışıyordu.
Üç çocuklu annemin ise tek sorunu evimizi çekip çevirmekti. İlk erkek çocuk, beş yaşında tifodan ölmüş. Bir yıl sonra (1912) ablam, ondan bir yıl sonra da ben doğmuşum. Bana ilk çocuğun adını (Vitali) vermişler. Ben sekiz yaşındayken kardeşim Albert doğdu. (bu satırları yazdığımda, çok şükür biz üç kardeş hayattayız ve üçümüz de Vakko'da işimizin başındayız.)
Çocukluk yıllarımı öyle çabucak geçmek istemiyorum. O yılları kelimelere aktarmak benim için çok zor. Gene de deneyeceğim.
Yedikule'de elli altmış kadar Musevi aile vardı.
Bunlardan bazıları hali vakti yerinde ailelerdi. Onlar, Yedikule semtinde, ama başka başka mahallelerde otururlardı. Bu mahalleler, bizimkinden bir hayli uzaktaydı. Bu nedenle onların çocuklarıyla arkadaşlık yapamazdım.
Ancak bayramdan bayrama, yani yılda iki kez, Roshashana ve Yom Kıpour günleri, sinagogta görürdüm onları. Tek bir sinagogumuz vardı, o da Yedikule'deydi.
Özellikle Roshashana ve Yom Kıpour günleri biz çocuklar için özellikle önemliydi. Hiç unutmam, altı-yedi yaşlarındaydım, babam elimden tutup Mahmutpaşa'ya götürmüştü.
Erkek çocuklar için, daha o zamanlar hazır giyim vardı, ama kızlar için yoktu.
O gün, babam bana kısa pantolunlu bir takım elbise almıştı. Ceketinin üç cebi vardı. İkisi yanlarda, biri de göğsünde. Üçü de aplike cep. Ceplerin üzerinde ise, altın suyuna batmış metal düğmeler yer alıyordu. Önde ise, ceketi iliklemek için iki kocaman düğme vardı ve onlar da parıl parıl parlıyordu. Ama asıl ilginç olan bu düğmeler değil, üst cebine beyaz bir kordonla tutturulmuş olan düdüktü.
Ceketi giyip de düdüğü üfürdüğümde dünyayı durduracakmışım gibi oluyordum. Bu endenle, yatağa bile ceketimle girip yatmak istiyordum.
Sonunda bu düdüğü öylesi bir yerde öttürdüm ki, yalnız ben değil, başkaları da dünyanın durduğunu sandılar.
Düdüğü öttürdüğüm yer sinagogtan başka bir yer değildi. Bayram sabahı herkes sessizlik içinde duasını ederken, ben , içimdeki o dayanılmaz arzuyu yenemeyip düdüğümü dudaklarıma götürüp derin bir soluk aldım; sonra o soluğu olanca gücümle üfürdüm. Sinagogun sessizliği içinde düdüğümün sesi çın çın öttü bu beni son derece mutlu etti.
Dua edenler dualarını kestiler, Hahambaşı, Tanrı'nın evine hangi polis , bekçi ayak basıp düdük öttürmeye cesaret ediyor gibilerinden çevresine bakındı .
Ve dudaklarında düdük, küçük Vitali suçüstü yakalanıp karga tulumba kutsal yerin kapısı önüne konuldu.
Kapının önünde düdüğümü bir kez daha öttürdüm. Benim bir parçam olan yeni elbisemin ayrılmaz bir parçasıydı bu düdük. Ben de onu kullanıyordum. Ama, o yaşta, bunu nasıl, hangi kelimelerle, kime anlatabilirdim?
Babam akşamları işten erken dönerdi. Kapıya vardığında hep arka çebinde taşıdığı büyük demir anahtarı çıkarıp sokak kapısının açarken "Korason" diye bağırırdı. Bu İspanyolca kelime ("Corason") "Canım" anlamına gelir. Babamın dilinde ise "Corason" benim adımdı.
Bana "Vitali" demez, "Korason" derdi.
Ben de her akşam , aynı saatte, evde olmaya özen gösterirdim bu sihirli sözcüğü duymak ve duyar duymaz koşup, kendimi babamın kollarına atmak için.
Banam beni kollarının arasında sıkar, sonra birkaç kez havaya atıp tutardı. Mutluluk benim için işte o andı. Biraz dinlendikten sonra üstünü değiştirirdi babam. Değiştirdiği gene bir iş pantalonuydu. Çünkü babamın evde ikinci bir işi vardı.
Arka bahçeye bir kümes yapmıştı. Bu kümeste, her kümeste olduğu hibi bir horozla birkaç tavuk vardı . Sabah kahvaltılarında biz çocuklara bu tavukların çiğ yumurtası içirtilirdi.
O zamanlar, çiğ yumurtanın çocuk sağlığına son derece faydalı olacağı inancı vardı. (Ben de her sabah bu yumurtalardan içe içe büyüdüm. Ven on sekiz yaşına geldiğimde boyum 1.56'yı bulmuştu!)
Tabii ki, babam boş zamanında sadece tavuklarla uğraşmıyordu. Kümesi babam yapmıştı ama, tavukların yemini, suyunu annem veriyordu.
Babamın gerçek hobisi marangozluktu.
Marangozluk hobiden öte bir şeydi babam için. Evde, atölye için uygun bir yer olmadığından , tezgahın evin çamaşırhanesinde kurmuştu. Tezgahın üzerinde, çekip, kerpeten, testere, rende gibi aletleri durur ve bunları kimseye kullandırmazdı. Babam, eve getirdiği tahtaları bu daracık mekanda işler; masa, tabure, dolap gibi eşyalar yapardı.
Günün birinde içine dört kişinin sığabileceği büyüklükte garip bir sanduka yaptı. Sandukanın yüksekliği, çocuk hafızam beni yanıltmıyorsa kırk santimetre kadardı.
Ön tarafında bir boruya tutturulmuş bir direksiyon, aşağıda ayakların eriştiği yerde de pedallar vardı. Pedallar sandukanın dört bir ucuna yerleştirilmiş tekerlekleri döndürüryor, böylece sanduka yavaş yavaş yol alıyordu.
Birkaç hafta süren uzun bir uğraştan sonra ortaya çıkan bu garip aletin çevresinde tüm aileyi toplayan babam, bana dönüp , "Bunu senin için yaptım Korasan" dedi. "Şimdi gir içine otur ve korkmadan pedallara bas."
Hemen, büyük bir merak, aynı zamanda korkuyla sandukanın içine girip oturdum. Bir an tereddüt ettim. Ama babamın teşvik edici bakışları, ayaklarımın pedalları bulmasına ve çevirmesine yetti.
Ve….olağanüstü bir şey oldu, bu koca şey (ona ne ad vereceğimi bugün de bilemiyorum) hareket etti… yürümeye başladı.
O yürüdükçe ben daha hızla çeviriyordum pedalları. Alkışlar arasında bahçe duvarına toslayınca durduk.
O yaz boyunca, kardeşlerimi, ama özellikle komşu kızı Despina'yı yanıma oturtup, bahçede turlar atıp durdum.
Despina'yı özellikle yapılı, güçlü kuvvetli olduğu için seçmiştim. Bacaklarımda derman kalmayınca, ya da bir yokuşta, Despina atlar, arkadan iter, böylece hiç yolda kalmazdık.
Hayatımda çok otomobilim oldu. Ama bu ilk pedallı arabamı unutamam.
. . . |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Tüm yazıları |
ShareThis
|
|
|
|
|
|
Türk Liderler:
Abbas Güçlü, Adil Karaağaç, Ali Ağaoğlu, <Ali Kibar, Adnan Nas, Adnan Polat, Adnan Şenses, Ahmet Başar, Ahmet Esen, Alber Bilen ,Ahmet Cemal Kura, Ali Abalıoğlu, Ali Naci Karacan, Ali Sabancı, Ali Koç, Ali Saydam, Ali Talip Özdemir, Ali Üstay, Arman Manukyan, Arzuhan Yalçındağ, Asaf Güneri, Atila Şenol, Attila Özdemiroğlu, Avni Çelik, Ayduk Koray, Aydın Ayaydın, Aydın Boysan, Ayhan Bermek, AyşeKulin, Ayten Gökçer, Başaran Ulusoy, BedrettinDalan, Bedri Baykam, Berhan Şimşek, BetülMardin, Bülend Özaydınlı, Bülent Akarcalı, Bülent Eczacıbaşı, Bülent Şenver, CağvitÇağlar, Can Ataklı, Can Dikmen, Can Has, Can Kıraç, Canan Edipoğlu, Celalettin Vardarsuyu, Cengiz Kaptanoğlu, Cevdetİnci, Çoşkun Ural, Cüneyt Asan, Cünety Ülsever, Çağlayan Arkan, Çetin Gezgincan, DenizAdanalı, Deniz Kurtsan, Didem Demirkent, Dilek Sabancı, Dr. Oktay Duran, Ege Cansel, Em. Org. Çevik Bir, Emre Berkin, Engin Akçakoca, Enver Ören, Erdal Aksoy, Erdoğan Demirören, ErhanKurdoğlu, Erkan Mumcu, Erkut Yücaoğlu, Ergun Özakat, Ergun Özen, Erol Üçer, Ersin Arıoğlu, Ersin Faralyalı, Ersin Özince, Ethem Sancak, Fatih Altaylı, Fatih Terim, Ferit Şahenk, Ferruh Tanay,Feyhan Kalpaklıoğlu, Feyyaz Berker, Fuat Miras, Fuat Süren, Füsun Önal, Göksel Kortay, Güler Sabancı, Güngör Kaymak, Hakan Ateş, Halit Soydan, Halit Kıvanç, Haluk Okutur, Haluk Şahin, Hamdi Akın, Hasan Güleşçi, HayrettinKaraca, Hazım Kantarcı, Hilmi Özkök, Hüsamettin Kavi, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Hüsnü Özyeğin, Işın Çelebi, İbrahim Arıkan, İbrahim Betil, İbrahim Bodur, İbrahim Cevahir, İbrahim Kefeli, İdris Yamantürk, İhsan Kalkavan, İshak Alaton, İsmet Acar, İzzet Garih, İzzet Günay, İzzet Özilhan, JakKamhi, Kazım Taşkent, Kemal Köprülü, Kemal Şahin, Leyla Alaton Günyeli, LeylaUmar, Lucien Arkas, Mahfi Eğilmez, MehmetAli Birand, Mehmet Ali Yalçındağ, Mehmet Başer, Mehmet Günyeli, Mehmet Huntürk, Mehmet Keçeciler, Mehmet Kutman, Mehmet Şuhubi, Melih Aşık, Meltem Kurtsan, Mesut Erez, Metin Kalkavan, Metin Kaşo, Muharrem Kayhan, Muhtar Kent, Murat Akdoğan, Murat Dedeman, MuratVargı, Mustafa Koç, Mustafa Özyürek, Mustafa Sarıgül, Mustafa Süzer, Mümtaz Soysal, Nafi Güral, Nail Keçili, Nasuh Mahruki, Nebil Özgentürk, Neşe Erberk, Nevval Sevindi, Nezih Demirkent, Nihat Boytüzün, Nihat Gökyiğit, Nihat Sırdar, Niyazi Önen, Nur Ger, Nurettin Çarmıklı, Nuri Çolakoğlu, Nüzhet Kandemir, Oğuz Gürsel, Oktay Duran, Oktay Ekşi, Oktay Varlıer, Osman Birsel, Osman Şevket Çarmıklı, Ozan Diren, Özen Göksel, ÖzdemirErdoğan, Özhan Erem, Pervin Kaşo, R.BülentTarhan, Raffi Portakal, Rahmi Koç, Rauf Denktaş, Refik Baydur, Rıfat Hisarcıklıoğlu, SakıpSabancı, Samsa Karamehmet, Savaş Ünal, SedatAloğlu, Sefa Sirmen, Selçuk Alagöz, SelçukYaşar, Selim Seval, Semih Saygıner, SerdarBilgili, Sevan Bıçakçı, Sevgi Gönül, Sezen Cumhur Önal, SinanAygün, Suna Kıraç, Süha Derbent, Süleyman Demirel, ŞadanKalkavan, Şadi Gücüm, Şahin Tulga, Şakir Eczacıbaşı, Şarık Tara, Şerif Kaynar, ŞevketSabancı, Tan Sağtürk, Taner Ayhan, Tanıl Küçük, Tanju Argun, Tansu Yeğen, TavacıRecep Usta, Tayfun Okter, Tevfik Altınok, Tezcan Yaramancı, Tinaz Titiz, Tuna Beklevic, Tuncay Özilhan, Türkan Saylan, Uğur Dündar, Uluç Gürkan, Umur Talu, Ümit Tokçan, Üzeyir Garih, Vehbi Koç, Vitali Hakko, Vural Öger, Yaşar Aşçıoğlu, Yaşar Nuri Öztürk, Yılmaz Ulusoy, Yusuf Köse, Zafer Çağlayan, Zeynel AbidinErdem
|
|
|