Ziynet Odası       Odam Olsun       Türklider Odaları       Sizin Odalarınız       Sohbet Odası       TV Odası       E-Kitap Odası       BŞenver       Gazete Odası       iPad       Hakkımızda       Şifremi Unuttum   

 

Aydın Boysan Gözüyle 



Tüm Yazıları
       ShareThis

 

Vehbi Koç'u Anarken
22.12.2012
Okunma Sayısı : 5319
Oy Sayısı : 2
Değerlendirme : 5
Popülarite : 1,51
Verdiğiniz Puan :
 

 

Vehbi Koç'u Anarken
Aydın Boysan


Vehbi Bey'le ilk tanışmam 1954 yılında İstanbul Beyoğlu'nda, Koç Grubu'nun İstiklal Caddesi'ndeki Merkez Han'da oldu.

Bu görüşme sonunda İstanbul, Haliç, Sütlüce'de yapılacak olan Arçelik birinci binası için planlama ve inşa görevi bize verildi. Biz de Sayın Vehbi Koç'tan  önemli bir işi almış olmanın sevincine ulaşmış olduk.

Planlama noksanları için hemen ve hızla işe başlandı. Yapı işlerinde temel inşası için hazırlık yapıldı. Temelin  1954 yılı 1 Ekim Cuma günü öğleden önce başlamasına karar verildi.

Bütün hazırlıklar zamanında bitirildi. Kazı, temel inşası, betonarme demiri-kalıbı, betonu, törenin yapılacağı platform, her şey zamanında hazırlandı.

Ama tören başlayamadı. Çünkü görevli bir kişi tören duasını okuyacak imam efendiyi çağırmayı unutmuş bulunuyordu.

Vehbi Bey, durumu öğrenince, kendisi çıkıp bağıra bağıra duayı okudu, temel betonları döküldü, kurban kesildi ve tören yapıldı.

Tören biter bitmez Vehbi Bey Cuma namazına gitti.

Aradan geçti 30 yıl.

1 Ekim 1984 günü ben kendisini İstanbul Etiler'deki evime akşam yemeğine davet ettim.

O zaman Koç Grubu ikinci kişisi Hulki Alisbah ve Arçelik  ikinci kişisi Lütfü Doruk beyler ve birkaç saygıdeğer zat daha buyurdular.

Hep birlikte eski günleri neşe ve zevk ile andık. Ben de bu davet sebebinin Arçelik'te temel atılmasının 30'uncu  yıldönümü günü olduğunu söyledim.

Herkes bir anda tereddütle durdu. Hele Vehbi Bey çok önemsedi ama, benim doğru hatırladığıma güvenemedi.

Şişe içindeki bazı malzemeleri coşarak tüketişim yüzünden.

Ama Vehbi Bey bu kişi!... Aklına taktığını unuttuğunu görmedim.

O akşam mutlaka cebindeki kağıda not almıştı. Nitekim birkaç gün sonra telefon ederek, "Doğru söylemişsin!" demişti.

Kuruluşun  ve işlemeye başlamasının daha ikinci yılında Arçelik yapılan  binaya sığmadı. Arkasındaki arsa da alınarak çok katlı bir bina daha eklendi. Ama kuruluşun geleceği, mutlaka büyük gelişme olanağı olan arsalarda bulunabilecekti.

Hemen arsa aramaya başlandı. Bu arama işi büyük zorluklar doğuruyordu. İhtiyaç her iki yönünde de yüzlerce metrelik düz arazi idi. Ya arazi uymuyordu, ya satın alınması dert oluyordu ya da ruhsat alınması imkansızdı.

Uzun aylar aradıktan sonra İstanbul ili sınırları içinde, satın alınması mümkün ve imar ruhsatı alınabilecek bir arsa bulamayacağımızı anladık.

İstanbul – Kocaeli il sınırları geçtikten sonraki ilk uygun arsayı aldık. 700 bin metrekare arsanın  fiyatı yaklaşık 1.5 milyon lira ve beher metrekaresi yaklaşık 2 lira oldu.
Bu arsa şimdiki  Arçelik Çayırova arsasıdır.

Zorluklar bitmedi. Hiç akla gelmez bir bela çıktı ki, azaplara gömüldük.

Meğersem Kocaeli- İstanbul illeri arasında sınır ihtilafı varmış, bu arsa da o ihtilafı  sınır içinde imiş.

Ancak akıllı  ve bilgili  dostlarım sayesinde biz tesis için geçerli  bir ruhsat almayı başardık.

Çayırova arsası Vehbi Bey'e sürekli bilgi verilerek tasvibi alınarak satın alınmıştı. Ancak arsayı henüz görmemişti.

Taşınma kesinleşince kendisine arsayı göstermek istedik. 1965 seçimlerinden bir gün önce, 9 Ekim  1965 günü holdingin ikinci kişisi Hulki Alisbah Bey'le birlikte arsaya gittik.

O gün arsanın içi ve çevresi iyice gezildi. Vehbi Bey de arsayı ve fiyatını  beğendi ama, bir düşüncesini söylemeden  duramadı, "Gözünüz doymamış, dağı taşı satın almışsınız." Dedi.

O gün Alisbah Tuzla sahilinde öğle yemeğine gitmeyi önerdi. O önden gitti. Biz peşinden Vehbi Bey'in  otomobilinde gittik. Hava o kadar güzeldi ki  Vehbi Bey'le Tuzla kıyısındaki mezarlığın yanında denize bile girdik, restorana sonra gittik.

Hulki Bey restoranda yanındaki masada oturan iki genç adamla ahbap olmuştu  bile… İki genç adam Mülkiye mezunu ve yedek subay okulu öğrencisi idiler. Hulki Bey de eski bir Mülkiye mezunu idi. Hemen yakınlaşmıştılar.

Yemek neşe içinde yendi. İki genç adam, "Bizi de İstanbul'a kadar alır mısınız?" dediler. Vehbi Bey, "Buyurun!" dedi, geldiler.

Yola çıktıktan biraz sonra gençler sordu: "Amca! Sen kimsin? Adın ne?" dediler. Vehbi Bey ise gayet sakin, "Ben Vehbi Koç'um" dedi.

Ama bu sözü duyan gençler birden gülme, kahkaha atma krizine girdiler. "Adama bak! Ben Vehbi Koç'um diyor!" diye gülüyorlardı. Ancak araba ilk benzincide durunca iki genç adam veda etmeden kayboldular.

Her yaptığı  bir kenara Vehbi Bey'i sırf bu davranışı nedeniyle bir kez daha övgü ile anıyorum.

Bizim Vehbi Bey'le yürüyüş takımımızın sporcularından birisi Ayduk Koray arkadaşımızdı.

Onun  sahibi olduğu teknelerle uzun yıllar yaz gezilerine çıktık. Adriyatik Denizi'ne, Venedik'e kadar gittiğimiz oldu.

Bu gezilerden birinde Bodrum kıyılarında dolaşıyorduk.

Bir gün öğle zamanı  demir attığımız yerde yanımıza bir tekne yanaşarak demir attı.

Bir de baktık ki o teknede Vehbi Bey konuk olarak bulunuyor. Zaten tekne sahibi Şarık Tara da hepimizin ahbabıydı.

Hepimiz sevindik. Hep birlikte olmak istedik. Öğle yemeği  öteki teknede, akşam yemeği ise bizim teknede hep birlikte yenecekti.

Akşam sofrasına hazırlanan bizim tekneye konuklar buyurdular. İçki ikramı başladı.

Bizim teknenin demcileri olan Tarık Minkari (Prof. Dr.) ile ben  başlangıcı önce Zubrovka ile yaptık.

Zehir zıkkım  bir Polonya votkası olan bu içkiden  sonra biz ikimiz yine, viski ile devam ettik.

Sonra yemek başlayınca kırmızı şarap ve beyaz şarap göçürdük. Yemekten  sonra elbet kahve ile konyak içtik.

Yemekten sonra oturduğumuz sohbet sırasında Tarık'la ben, içimiz yanmış, teneke içindeki soğuk iki birayı bitirdik. İçimiz yanmış, bir teneke bira daha istedik.

Vehbi Bey, "Üç etti!" dedi. Biz geniş geniş gülümsedik.

Peşinden biz birer teneke daha bira isteyince Vehbi Bey, "Bunun tenekesi kaç para yahu?" dedi.

Biz kahkahayı bastık.

Vehbi Bey benim bütün ömrümde en çok çalıştığını gördüğüm insanların başında gelirdi.

Ancak uluslararası uygar kişilerin alışkanlığı gibi tatil yapmayı da hiç ihmal etmezdi. Bütün yıl içinde de, hafta sonu ve bayramlarda da…

Yaz tatillerinde uzun yıllar boyunca Erdek'te Pınar Otel'e gitme alışkanlığını terk etmedi. Bu otel bu nedenle bizim yaşamımıza girdi.

Deniz kıyısındaki bu otelin  kaç yıldızlı  olduğu  belli değildi.

Kaç yıldız hak etmiş olduğunu da hiç bilemedim. Ancak sahipleri tanıdığımız makbul insanlardı.

Büyük Otel, Grand Otel değildi. Kalabalığı yoktu. Az insan  oluyordu. Hele Vehbi Bey'le gittiğimiz zamanlar neredeyse bütün otel  tanıdıklarla doluyordu.

Yazların birinde ben aynı zamanda gitme fırsatını  iş yüzünden bulamadım.

Vehbi Bey haber yollayarak  bari kısa bir süre olsun gitmemi istedi.

Ben de arzusuna uyarak iki gün için gittim. İki gün sonra, "Gitme!" dedi. Ben de dört gün kaldım.

1988 yılındaydık. Vehbi Bey'le birlikte bir GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) gezisine gittik. O sırada Atatürk Barajı inşaatı henüz tamam olmamıştı. Yapının hızla ve başarıyla devamına sevinmiştik.

Gezinin sonunda helikopterle Diyarbakır'a gidilecek, orada bir gece geçirdikten sonra uçakla İstanbul'a dönülecekti.

Yapı yerinde görevli mühendis dostlarım beni o akşam görmek istemediler. Akşam yemeğinde birlikte olmak istediler.

Kabul ettim. Mersin'den balık getirmişlerdi.

Benim helikoptere binmediğimi gören Vehbi Bey kuşkulandı. Nedenini sorunca, "Ben helikopterden korkarım!" dedim. İnanmadı, yine sordu. "Senin canın benden kıymetli mi?" dedi.

Ben ise, "Bırakın bari canım kıymetli olsun… Bana bir şey olursa, benim çoluk çocuğuma kim bakar?" dedim. O da hemen bana sordu: "Bana bir şey olursa, sen benim  çoluk çocuğuma bakar mısın?"

Ben hemen  ve yüksek sesle, "Bakarım" dedim.

Etrafımızda kahkahalar patladı.

Bunca yıl sonra sözümden dönmüyorum. Sağlayabileceğim şartlara katlanırlarsa buyursunlar.

Kış tatillerinden birinde, 1988 kışında birlikte Uludağ'a gittik.

Günlerimizi onun yaptığı programa uyarak yaşamakta idik.

Örneğin, "8:30'da buluşalım, 8.45'de kahvaltı edelim, 10.30'da otelin kazan dairesini gezelim. 11.00'de yürüyüşe çıkalım. 13:00'de öğle yemeği için buluşalım…" gibi programlara uyardık.

Günün birinde yürüyüş arkadaşlarımızın birisi takımdan ayrılıp bir ağaca doğru yöneldi. Ben uzaktan  bağırdım: "Bana bak! Programda yoksa yapamazsın!.."

Vehbi Bey ailesi 1970'li yıllarda, Büyükdere'deki köşkün bahçesinde yaz davetleri verilirdi. Bu bina daha sonra Sadberk Hanım Müzesi olmuştur.

O zaman bu köşkün büyük ve güzel koru bahçesinde ailenin büyük yaz davetleri düzenlenirdi. İki yüz kadar konuk katılırdı.

Ancak Vehbi Bey'in bir endişesi vardı. Yaz günü de olsa, yağmur da yağmasa Boğaziçi kıyısında akşamın erken saatinde kırağı yağıyordu. Vehbi Bey de bu erken ayrılış yüzünden  "Masrafa yazık oluyor!" diye sıkılıyordu.

Nasılsa benim aklıma bir kırağı yağmasını önleyecek bir tedbir geldi. Arçelik'te bir nedenle alınmış  ve duran çok büyük çadır bezleri olduğunu biliyordum.

Vehbi Bey'e, "Ben bu işe çare bulurum!" dedim. "Ne masraf olur?" dedi. Ben, "Hiç olmaz! Arçelik'te ambarda duran çadır bezlerini kullanarak gereceğim. Kırağı yağmayacak!" dedim. Bir endişesi vardı "Yahu' karpuz sergisine benzemesin!" dedi. Benzemeyeceğine inandırdım.

Gerçekten de mimar oluşum nedeniyle bilirdim. Kare büyük kumaşlar karşılıklı  iki köşesi yukarı , öteki iki köşesi aşağı bağlanırsa yerinde sağlam  dururdu. Bu biçimde mühendislik  statik  bilimde "hiperbolik paraboloit" denilirdi.

Gerçekten de o kocaman yelken bezleri ağaçlara güzel bağlattım. O gece kırağı yağmadı. Konuklar da erken kaçmadı. Masraf etmeden bir çözüm bulduğumuz için hepimiz sevindik.
En önemlisi, karpuz sergisine de benzemedi.

Dünyanın büyük ülkelerinden Çin'den yazar sıfatım nedeniyle bir davet almıştım. Üç hafta süreyle Çin'in  önemli yerlerini ve şehirlerini konuk olarak gezebilme olanağı beni de sevindiren bir fırsattı.

Hafta sonu yürüyüşünde bu bilgiyi Vehbi Bey'e sununca memnun oldu ve bir istekte bulundu, Çin'de başarı ile uygulanan nüfus kontrolünü nasıl yaptıklarını öğrenmeli ve kendisine bildirmeli idim. Kendisi de gerçekten bu konuyu ülkemiz için benimseyen ve uğraşmak için vakıf kuran, öncülük eden bir kişiydi.

Çinliler son devletlerini yeni kurduklarında doğumları teşvik bile etmişlerdi. Ancak kuruluşta yarım milyar olan ülke nüfusu hızla bir milyara ulaşmıştı.

Bu değişim Çinli devlet adamlarını ürkütmüş, bu yüzden başlarına gelecek olanları kavramışlar, ülke nüfusunu planlama önlemlerini dikkatli hesaplarla almışlar ve dürüstçe uygulama alanına sokmuşlardı. Çin uygulamaları öyle bizim yasaklarımız gibi de yapılmıyordu. Kesindi geçerli idi.

Çin gezisi dönüşü bu edindiğim nüfus kontrol doküman ve bilgilerimi Vehbi Bey'e sundum.
Beni bir akşam Büyükdere'deki evine çağırarak raporumu okuttu. Dikkatle dinledi. Bazı sorular yöneltti. Onları da açıkladım.

Sunduğum bilgi ve dokümanlara teşekkür etti. Bana bir de hediye kutusu verdi.
Hediye paketi açmak alışkanlıktır ya! Hediye güzel bir masa çakmağı idi. Çakmağı evirip çevirirken altındaki  "Ford Bayiler Toplantısı" yazısını okudum.

Ben geniş geniş gülünce Vehbi Bey uyardı: "Sen benim elime bedava geçen şeylerin, bana kaça mal olduğunu bilmezsin ki!.." dedi.

İtalyan FIAT ile Koç Holding'in  Bursa'da otomobil fabrikası kurmak için anlaştıkları yıldı.
Vehbi Bey FIAT'ı merak ediyordu. Bursa'daki  fabrika binalarının  da nasıl planlanacağı ve yapılacağını elbet merak ediyordu. İtalyanlar ise binanın  Türkiye'de nasıl yapılabileceğini merak ediyorlardı. Bu iki merak birleşince benim  İtalya'ya FIAT tarafından davet edilmem sonucu doğdu. Ben de gittim.

Milano'da uçaktan alınıp Torino'ya götürüldüm. Konukları olarak bir otele yerleştirildim. Bir hafta sürecek  incelemeye başladım.

FIAT sözcüğü zaten Fabbrica Italiana Automobili Torino sözcüklerinin baş harfleriydi . Şehrin neredeyse bütünü bir FIAT yerleşmesi idi. Planlama ve üretim  şartlarını öğrendim. Zaten daha önce Almanya  ve başka ülkelerde de otomobil fabrikaları gezmiştim. Hepsinin benzer yanları vardı ama, önemli olan benzemeyen yanlarıydı.

Hafta sonu yine Milano'ya giderek, yazdığım raporu Vehbi Bey'e sundum.
FIAT'çılarla birlikte kendisini karşıladık. Konuk edileceği Otel Galleia'ya geldik.
Odasına çıkan Vehbi Bey biraz sonra beni çağırdı. Telaş içinde, aradığı  bir şeyi bulamıyordu. Anladım ki aradığı kıblenüma, yani pusula idi. Namaz kılacaktı da kıble yönünü bulmak istiyordu.

Bu gezilerde hep yanımda, çantamda taşıdığım haritaları çıkararak cihetine koydum. Torino ile İstanbul arasındaki yön farkının neden doğduğunu haritada gösterdim inandı.

Bu arada gördüğüm pek sevimli  bir bilgi oldu.Vehbi Bey'in iki bavulundan bir tanesinin yarısına yakını Ankara armudu ile doluydu. Ben geniş geniş sırıtınca kızdı ve sordu: "Ne gülüyorsun?" Yani dalında çürüyüp ziyan mı olsun?" dedi.

1996 yılını yaşamakta idik. Ben, Vehbi Bey ile Hulki Alisbah ve Lütfü Doruk beyleri bir akşam yemeğine davet ettim. Öyle lüks otellere falan değil, Samatya kıyısındaki Pehlivan Yaşar'ın  meyhanesine…

Pehlivan Yaşar Erkan 1936 Berlin Olimpiyatları'nda altın madalya kazanmış tek sporcumuz idi. Ahbabım olurdu. O akşam bize çok güzel ve nefis bir sofra hazırlamıştı. Hepimiz de memnun olmuştuk.

Aradan birkaç gün geçti. Vehbi Bey'den  bir telefon aldım… Diyordu ki. "Ben dün akşam  o senin götürdüğüm Yaşar'ın  restoranına gittim.

Yine dört kişiydik. Sen ne ısmarladı isen tıpatıp aynısını ısmarladım. Yaşar benden 15 lira fazla para aldı… Bunu niye yaptı?

Ben şaşırdım. O akşam yanımda oturan Vehbi Bey benim ne ödediğimi uzanıp görmüştü.

Vehbi Bey'in birlikte gittikleri ise eşi Sadberk Hanım ile ünlü bir politikacımız ve eşi idi.

Ben Yaşar'a telefon açıp farklı hesabın nedenini sordum. O ise "Vallahi ben fazla para almadım. O gün aynı balıklar daha pahalı idi," dedi.

Yaşar sonra o gün hediye taze balık göndererek kendisini affettirdi.

"Sizi seven yaşlı bir büyüğünüz olarak" yazdığını belirttiği uzun mektuplarla benim ayarsızlığımı yine eleştiren Vehbi Koç'a bir gün dedim ki:

"Siz ömrünüzde benim yaşadığım hayatın  tadını almamışsınız ki… Yalnız bir gün benim yaşadığım hayatın tadını alın, sonra da ben sizin  gibi yaşayayım." İki elini havaya kaldırarak karşı  koydu, "Bir gün senin gibi yaşamak mı?... Allah korusun!... Ben o bir günde ölür giderim."

1990'lı yıllarda sırtıma çok ağır iş yükü binmişti. Anadolu'da yapı  yerleri de dolaşıyordum. Bazı cumartesi sabahları erken kalkıp yürüyüşe gidemiyordum. Ayduk Koray dostum, Vehbi Bey adına sorguya çekince diyordum ki: "Sahiden yorgunum. Ben 90'lık Vehbi Bey'in peşinden yürürken  gözlerim kararır da düşersem, kimseye dert anlatamam…"

Şaka değildi. Vehbi Bey 90'lı yaşlarında bile "Doksanlık Fırtına" idi.
Dünyanın ve Türkiye'nin olaylarını ara vermeden izledi. Hiçbir zaman güllük gülistanlık olmamış dünya ve ülkemizin gelişmeleri onu sürekli endişelenmeye götürdü. Endişesiz yaşadığı gün  olmadı. Yaşamı kendisine zehir etti.

Bir nokta atlanamaz. Benim de özel yaşamımda uygun görmediği yanları sürekli belirtmekten, değişmesini istemekten vazgeçmezdi. Bana yaptığı yazılı ve sözlü uyarılar sabrının ve takipçiliğinin  ilginç, hatta sevimli işaretleridir.

Bu uyarıların ne denli haklı ve içten olduğunu yıllar sonra daha iyi anlıyorum. Görünüşteki bazı yanları şimdi açıklamadan da duramayacağım.

Demek istemiyorum ki bu konuda benim hakkımda yanlış düşünmüştür. Sadece bu düşüncesi birazcık da olsa yanlı olmuştur.

Mimar olarak ne yaptıysam doğru ve iyi yapmıştım. Bu nedenle yüreğim rahattı, yüksünmedim.

Kesilmemiş kişisel ilişkilerin keyfi sürüp gidiyordu. Ben ise Vehbi Bey'in yanında her zamankinden çok içmeye devam ediyordum.

Vehbi Koç merhum unutulacak insan değildi. Bu bölümü yazarken sanki yine onunla birlikte oldum.

Aynı şartlarla birlikte bir kez daha yaşasaydık, acaba bazı ölçüsüzlüklerimle davranışlarımı değiştirir miydim diye düşünüyorum.

Sonunda diyorum ki, hiçbir davranışımı azıcık bile olsa değiştirmezdim. Sahte davranış olurdu, kendimden utanırdım.

Aklına koyduğu ya ta taktığı konuyu bir sonuca kavuşturmadıkça aklında çıkarmazdı.
Bu örnek gibi veya benzerleri gibi, uygar alışkanlıkları nereden görüp aldığı da hayretlere seza idi. 1901 Ankara doğumu ve görgüsü ile…

Ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu 1923 yılında 22 yaşına kadar ulaşmış , taaaa o zamanlar Ankara'sının  görgüsü ile genç yaşına varmış iken.

Üstelik Vehbi Bey o yaşa kadar aldığı terbiyenin öğrettiği hiçbir özelliği 96 yaşına kadar hiç terk etmemiş iken…  Başta din görevlilerinin, tüm aile terbiyesi ve toplum görevlerinin öğreti ve görgülerini hiçbir eksik  bırakmadan, tüm gerekleri be incelikleriyle yerine getirmekten hiç ama hiç vazgeçmemiş iken.

1901 Ankara'sının hatırlamak için düşünmeye günümüz Ankara'sından başlamak, unutmayalım ki bizi doğru sonuçlara ulaştırmaz da, garip biçimde yanıltır. O zaman herhangi bir Anadolu şehri olan Ankara sokaklarının taşıtı sadece çift öküzlü hayvan arabalarıydı. Vehbi bey'in 22 yaşına kadar  yaşadığı şehir böyle bir yerdi.

Hiç unutmayalım ki o zaman Osmanlı Anadolusu'nun  tümünde yaşayan insanların günümüz Türkiyesi'nde yaşanan ülke ve dünya şartlarını hayal etme yetenekleri bile hayallerine sığmaz iken.

Dünyaya bu zamanlarda ve bu şartlarda gelmiş olan Vehbi Bey'in 22 yaşından sonra, sıradan bir Anadolu şehrinde başladığı ömründen de sonra, Ankara'nın  da, Türkiye'nin de, dünyanın da ulaştığı  şartlara kolaylıkla uyabilme yeteneği göstermiş iken.

Bu anlatım da yetmez, Vehbi Bey 1901 Ankara doğumu ve 1923 Türkiye Cumhuriyeti görgüsü ile Anadolu'dan  başlayıp , dünyanın 20'inci yüzyıl uygarlığı ve endüstrisi şartlarına uymak şöyle dursun, öncü olabilmek gibi müstesna bir vatandaş olabilmesi yeteneğine ulaşmış iken.

Öte yandan üretimlerini artık dünyaya da ulaştırabilen endüstri ve iş kuruluşlarının sağlam temellerini atmış iken… Önemlidir, hayır ve kültür kurumları ve bir üniversite bile kurmuş iken.

Ömrü boyunca hiç terk etmediği bir huyu da bulunuyordu: Tutumlu yaşamak gibi…
İnsan olarak yaşamımızın ilginç bir yanı, beynimizde yaşadığımız önceki zamanları ve yaşayacağımız gelecek zamanları  yaşadığımız günlerle üst üste getirerek, hepsini birden yaşayabilmektir.

İşte şimdi vefatından beri 15 yıl geçmiş olan Vehbi Koç merhum ile yine birlikte olduk.

Ben zaten 1954 yılından beri kendisinden hiç uzaklaşmadım, kopamadım.

Rahmet, saygı ve sevgiyle anıyorum.


Kötü         Çok İyi  Oyla  
  Geri  |  Arkadaşıma Gönder  |  Yazıcı Dostu
 
Tüm yazıları
ShareThis

    Hayat Verenler : Microsoft    HP Türkiye    PBS Bilişim    SAY Ajans    SFS - MAN    Superonline       

Türk Liderler:

Abbas Güçlü, Adil Karaağaç, Ali Ağaoğlu, <Ali Kibar, Adnan Nas, Adnan Polat, Adnan Şenses, Ahmet Başar, Ahmet Esen, Alber Bilen ,Ahmet Cemal Kura, Ali Abalıoğlu, Ali Naci Karacan, Ali Sabancı, Ali Koç, Ali Saydam, Ali Talip Özdemir, Ali Üstay, Arman Manukyan, Arzuhan Yalçındağ, Asaf Güneri, Atila Şenol, Attila Özdemiroğlu, Avni Çelik, Ayduk Koray, Aydın Ayaydın, Aydın Boysan, Ayhan Bermek, AyşeKulin, Ayten Gökçer, Başaran Ulusoy, BedrettinDalan, Bedri Baykam, Berhan Şimşek, BetülMardin, Bülend Özaydınlı, Bülent Akarcalı, Bülent Eczacıbaşı, Bülent Şenver, CağvitÇağlar, Can Ataklı, Can Dikmen, Can Has, Can Kıraç, Canan Edipoğlu, Celalettin Vardarsuyu, Cengiz Kaptanoğlu, Cevdetİnci, Çoşkun Ural, Cüneyt Asan, Cünety Ülsever, Çağlayan Arkan, Çetin Gezgincan, DenizAdanalı, Deniz Kurtsan, Didem Demirkent, Dilek Sabancı, Dr. Oktay Duran, Ege Cansel, Em. Org. Çevik Bir, Emre Berkin, Engin Akçakoca, Enver Ören, Erdal Aksoy, Erdoğan Demirören, ErhanKurdoğlu, Erkan Mumcu, Erkut Yücaoğlu, Ergun Özakat, Ergun Özen, Erol Üçer, Ersin Arıoğlu, Ersin Faralyalı, Ersin Özince, Ethem Sancak, Fatih Altaylı, Fatih Terim, Ferit Şahenk, Ferruh Tanay,Feyhan Kalpaklıoğlu, Feyyaz Berker, Fuat Miras, Fuat Süren, Füsun Önal, Göksel Kortay, Güler Sabancı, Güngör Kaymak, Hakan Ateş, Halit Soydan, Halit Kıvanç, Haluk Okutur, Haluk Şahin, Hamdi Akın, Hasan Güleşçi, HayrettinKaraca, Hazım Kantarcı, Hilmi Özkök, Hüsamettin Kavi, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Hüsnü Özyeğin, Işın Çelebi, İbrahim Arıkan, İbrahim Betil, İbrahim Bodur, İbrahim Cevahir, İbrahim Kefeli, İdris Yamantürk, İhsan Kalkavan, İshak Alaton, İsmet Acar, İzzet Garih, İzzet Günay, İzzet Özilhan, JakKamhi, Kazım Taşkent, Kemal Köprülü, Kemal Şahin, Leyla Alaton Günyeli, LeylaUmar, Lucien Arkas, Mahfi Eğilmez, MehmetAli Birand, Mehmet Ali Yalçındağ, Mehmet Başer, Mehmet Günyeli, Mehmet Huntürk, Mehmet Keçeciler, Mehmet Kutman, Mehmet Şuhubi, Melih Aşık, Meltem Kurtsan, Mesut Erez, Metin Kalkavan, Metin Kaşo, Muharrem Kayhan, Muhtar Kent, Murat Akdoğan, Murat Dedeman, MuratVargı, Mustafa Koç, Mustafa Özyürek, Mustafa Sarıgül, Mustafa Süzer, Mümtaz Soysal, Nafi Güral, Nail Keçili, Nasuh Mahruki, Nebil Özgentürk, Neşe Erberk, Nevval Sevindi, Nezih Demirkent, Nihat Boytüzün, Nihat Gökyiğit, Nihat Sırdar, Niyazi Önen, Nur Ger, Nurettin Çarmıklı, Nuri Çolakoğlu, Nüzhet Kandemir, Oğuz Gürsel, Oktay Duran, Oktay Ekşi, Oktay Varlıer, Osman Birsel, Osman Şevket Çarmıklı, Ozan Diren, Özen Göksel, ÖzdemirErdoğan, Özhan Erem, Pervin Kaşo, R.BülentTarhan, Raffi Portakal, Rahmi Koç, Rauf Denktaş, Refik Baydur, Rıfat Hisarcıklıoğlu, SakıpSabancı, Samsa Karamehmet, Savaş Ünal, SedatAloğlu, Sefa Sirmen, Selçuk Alagöz, SelçukYaşar, Selim Seval, Semih Saygıner, SerdarBilgili, Sevan Bıçakçı, Sevgi Gönül, Sezen Cumhur Önal, SinanAygün, Suna Kıraç, Süha Derbent, Süleyman Demirel, ŞadanKalkavan, Şadi Gücüm, Şahin Tulga, Şakir Eczacıbaşı, Şarık Tara, Şerif Kaynar, ŞevketSabancı, Tan Sağtürk, Taner Ayhan, Tanıl Küçük, Tanju Argun, Tansu Yeğen, TavacıRecep Usta, Tayfun Okter, Tevfik Altınok, Tezcan Yaramancı, Tinaz Titiz, Tuna Beklevic, Tuncay Özilhan, Türkan Saylan, Uğur Dündar, Uluç Gürkan, Umur Talu, Ümit Tokçan, Üzeyir Garih, Vehbi Koç, Vitali Hakko, Vural Öger, Yaşar Aşçıoğlu, Yaşar Nuri Öztürk, Yılmaz Ulusoy, Yusuf Köse, Zafer Çağlayan, Zeynel AbidinErdem

Tecrübeleriniz ve birikimleriniz toprak olmasın @ Copyright 2004 turklider.org