Ziynet Odası 
 Odam Olsun 
 Türklider Odaları 
 Sizin Odalarınız 
 Sohbet Odası 
 TV Odası 
 E-Kitap Odası 
 BŞenver 
 Gazete Odası 
 iPad 
 Hakkımızda 
 Şifremi Unuttum 

 

Ali AKCA Gözüyle 


     

 



Tüm Yazıları

       ShareThis
MEKKE ANILARI
12.07.2010
Ali AKCA
Okunma Sayısı : 4011
Oy Sayısı : 2
Değerlendirme : 5
Popülarite : 1,51
Verdiğiniz Puan :
 

 

 

YOLCULUK SÜREKLİ ÖZLEDİM SENİ
İnsan hayatı, ilk ve son noktası bilinmeyen zaman dilimi içinde, iniş ve çıkışıyla üç beş nefes süren kısa bir yolculuk gibidir. Bu yolculuk nerede ve nasıl biteceği asla bilinmeyen, sıkıntılı fakat sonsuz derece zevklidir. Çığlık gibi özgürleşmek isteyen ruhlar, şehirlerin dar kalıplarından usanıp esrarlı bir yolculuğa çıkabilmeyi arzular. İnsanın en çok heyecan duyduğu yolculuklar kutsal beldelere uzananlardır. Bunlar, gönüllerin ulaşmayı dilediği, yaşamak istediği, insanın kendini bulduğu nur şehirleridir. Zamanı gelince çağrılanlar yola düşer, kimine gitmek kısmet olur, kimilerine olmaz. Sırasını beklerken insanı ince, tatlı bir hüzün alır gider. İşte, Mekke ve Medineye uzanan kutsal yollar, en güzel ve en çok özlenen yollardır. İnsan bu şehirlerde manevi hislerden süzülen mutluluğun zirvesine ulaşır, baştan ayağa  kutlu kılınır.

Böyle bir yolcuğa, eskimeyen, eksitmeyen hakiki bir rehber gözetiminde çıkmak tarifsiz mutluluktur. İçindeki uhrevi âhenk ile kutsal beldelere yüz sürenlerin gönül telleri ince ince titredikçe sanki meleklerle binbir iklime kanatlanır. Maddi engeller birer birer tuz-buz olur, gönül perdeleri ardı ardına açılır. Evinden ayrılıp, kutsal beldeleri ziyaret, insanın Yaratıcısı'na olan aşkından gelir. Sevdiği herşeyini, vatanını, evini, ailesini, ana-babasını, kısacası onun için değer taşıyan herşeyi bir kutsal amaç için terkedip, bu çileli, zahmetli, nurlu yolculuğa çıkmak, ancak ondaki ilahi aşk ile mümkündür. Görünen ve görünmeyen ziyaret yöntemini en ince noktasına kadar bilen ve uygulayan yol gösterici sayesinde, bu yolculuğun tadı zor ulaşılan manevi hazlardandır. Mukaddes mekânlar O'nunla  görülür, cennet lezzetlerinin dünyevi zirvesi O'nun rehberliğinde yaşanabilir.

İnsanı insan yapan özellik, Yüce Yaratıcı'sının isteğine göre hareket etmesi, nereden gelip, nereye gittiğinin farkında olmasıdır. Aksi halde diğer yaratıklardan farklı görünse bile, onlardan bir ayırdı kalmayacaktır. Eğer kul bu manevi haz ve dereceleri elde ederek o temiz beldeleri ziyaret edebiliyorsa, ebedi saadete giden asıl yolculuğunda, iman, edeb ve samimiyetle yol alabiliyorsa, kendisine dünya kadar cennet kapısı açılıveriyorsa, tüm bunlara şükür etmenin engin bilincine zaten erişmiştir.

Kutsal topraklarda "umre" yapma isteği aniden içimize doğuverdi. İnandık, karar verdik. Mekke'ye giderken İçimizdeki, hafifliği, sevinci, çepeçevre saran huzuru tarif etmek zor. Bir kutsal amaç için yola çıkmış olmak, içimizdeki coşkuyu, manevi arınmayı sonsuz dereceye ulaştırıyor. Gündüz gün ışığında, gece ay ışığında önümüze açılan sonsuza benzer bir yoldan özgürce ileriye yol katediyoruz... Tarifi sadece o anları yaşamak olarak yapılabilir. Nur beldelerinde insana sevgiyi yansıtan zamanın asırlardır tükenmeyen raksı da denilebilir. Yıllardır hayallerde var olan hayranlıkla özlemi biriken bu şehrin göbeğinde, O'nun evinde misafir olup, bütün dalların birleştiği kök gibi tüm yönlerin kendisinde birleştiği Kabeyi muhteşem haliyle yaşamak, ona yüz sürmek, etrafında dönüp kutsal bir havada erimek bir başka tariftir.

Kuveyt'ten bir öğlen üstü yola çıkıp, karayolu ile 1650 kilometre kat ederek, ertesi gün öğlen olmadan Kâbe'ye ulaşıyoruz... Kâbe otelimize yüz metre mesafede. Daha doğrusu, otelden adım atınca Kâbe'nin mermer meydanına çıkıyoruz...

KUTSAL HAZLAR DERYASINA YOLCULUK (Çarşamba saat 14.00, 16.03.2005)
Kuveyt'ten pırıl pırıl bir havada Nissan Pathfinder marka ciple dört kişiden oluşan iki aile yola koyuluyoruz. Her iki yanda yapmacık yeşilliği olan, inci gibi sıralanmış hoş villalarla süslü, otoyoldan sınıra kadar süren yüz altmış beş kilometre yol bir çırpıda bitiveriyor. Kuveyt çıkış, Suudi Arabistan giriş gümrüğü derken sınır kontrol noktasından yola devam ediyoruz. Sınır geçiş işlemlerimiz kuyruk beklemeden, seri biçimde yapılmış olmasına rağmen bir saati buluyor. Arabistan topraklarının tılsımına kapılmış gibiyiz, aklımızda, hayalimizde hep kutsal nur şehirleri. Açlık susuzluk, yorgunluk hissi yok, uçarcasına ilerliyoruz...

Suudi Arabistan'ın farklılığı sınırdan itibaren hissediliyor. Dökük binalar, eski bilgisayarlar, alabildiğine koyverilmiş sakallarıyla ürkütücü bir hal alan sınır polisleri... Önümüzde uzanan ıssız ovada alabildiğine bomboş düzlük uzayıp gidiyor. Ufukta, güneş ışıkları sanki bulutların arasından süzülüp birer mızrak gibi sarı kum zemine ürkütücü biçimde saplanmışlar. Yollarda eski model, bir yanlarından darbe almış, tamponları sallanan Japon pikapları, bol bol kamyonlar, tırlar, tankerler var. Araçların çoğu göç hissi uyandıran yastık, yorgan ve halı yüklü. Yol kenarlarında yanmış, ters dönmüş, boyası çürümüş, terk edilmiş araçlar yatıyor. Eski lastik tekerlekler küme küme sağa sola atılmış. Boyası paslanmış fıçılar, yanmış, çürümüş arabalar, çadırlar deve kümeleri, kül yığınları, işareti olan ama gerçekte olmayan dinlenme tesis yerleri. Yollarda kimi kırmızı, kimi yeşil beyaz trafik levhaları. Birazcık Arapça bilmek yolda levhaları okumada işe yarıyor. Giderek mor eflatun bulutlarla rengi sarıdan kızıla çalmış, ürkütücü uçsuz bucaksız çöl toprağı, ufukta bir çizgi oluşturup gökkubbe ile birleşiyor. Arazilerin kimi kısımları tel örgülerle çevrilmiş. Yer yer tırmanışlarda, İngilizce yazılı tehlikeli viraj uyarısı en çok karşılaştığımız trafik işaretleri. Deve silüetiyle belirtilen, deve çıkabilir levhasıyla sık sık karşılaşıyoruz. Yol boyu, sağda solda, siyah renkli develer görüyoruz. Uçsuz bucaksız çölde kum yığınlarından oluşan tümsekler var. Yerden yükselen kirli flu bir ufukla mavi gökyüzü el ele verip birleşiyor.

Gün batarken inceden çiseleyen yağmur, birden gök delinmişcesine boşanıyor. Uzun bir süre, ufukta sinsice parlayarak ortalığı aydınlatan şimşeklerle birlikte ilerliyoruz. Isı birden on derece düşüyor. Ovada yanında cipler olan çadırlar görülüyor. Koyun sürülerinin içinde semerli eşekler dolaşıyor. Başlangıçta hızımız saatte yüz otuz kilometre, sonra sabırsızlıktan yüz elli, hatta yüz yetmiş ve nihayet allah ne verdiyse oluyor. Camda ezilen damlalarla ilk kontrol bölgesi Hafr Al Batın'a akşam düşerken ulaşıyoruz. Kontrol noktalarında, kontrol şöyle dursun, polisler bize doğru bakmıyor bile. Şehrin girişinde küme küme develer, birkaç katlı beyaz evler, sokaklarda eski paslı arabalar, garip camekanlı sıvasız dükkanlar, kısaca görüntü kirliliği ve benzin kokusu. Mağazaların levhaları, her şey göz yorucu... Kuveyt'te alışık olmadığımız araba kornaları burda hiç susmuyor. Yol kenarlarında bankalar, döviz büfeleri, lokantalar mevcut. Ağaçların belirli bir düzende kesilmiş olması doğallıktan öte baskı rejimlerini andırıyor. Dükkanlar tavandan dik yerleştirilmiş yüzlerce uzun ampül ile ışıklandırılmış. Evler küçücük camlarıyla yüksek bir avlu içerisinde, sanki şehrin kara çarşaflı kadınları gibi örtünmüş...

Medine, Mekke, Riyad üçlü yol ayrımına kadar yol oldukça kalabalık, yol yapımı nedeniyle ani yol değişimleri son anda seçilebiliyor. Silecekleri bitkin düşüren yağmur neden sonra diniyor. Belki de uzunca zaman yol aldığımız için biz yağmur bölgesini terkediyoruz. Arabistan'da, gece vakti, yağmur altında, yıldırımlar eşliğinde uzun süre yol almak hem tehlikeli ve hem de büyük bir şans olsa gerek. Fırtına sonrası hep güzel hava. Sanki yıldızlar avucumuzda, karanlık boşlukta kayan yıldızları gördükçe dilek tutuyoruz. İçimizdeki heyacana hakim olamıyoruz, uzun bir yoldan sonra tozlu toprakla birleşen bir başka benzinlikte çaylarımızı içiyoruz. Sonra karanlıklar içinde büyük boşlukta, zihnimizde kutsal Kabe'yi canlandırarak yeniden yola koyuluyoruz. Uykumuzu kovalamak için çakmaklık elektriğiyle ısıttığımız suyla arada bir araçtan inmeden kahve içiyoruz. Mekke yönüne saptıktan sonra, bir hafiflik alıyor bizi. Bir horoz zamansız ötüyor. İçimizdeki kutsal kente kavuşma arzusu bizi yine yola sevkediyor, uykusuz olarak değil, uykumuz olmadığı için yoldan kopmuyoruz. Mola verdiğimiz bir benzin istasyonunda, o saatte gençler bizi görünce benzinliğin önünde araba rallisi yapıyorlar. Oldukları yerden son hızla kalkıp, fren debriyajla arabaları dans ettirip korna çalarak vızır vızır tur atıyorlar. Genelde benzinlik çalışanları Bangladeşliler. Kuveyt'te her evde hizmetçilik yapan Filipinlilerden eser yok burada... 

Korku gölgelerinden silkinip sabaha erişirken, Riyad otoyolu ile birleşen araba tekerleklerinin çokca patladığını öğrendiğimiz Al Zalim bölgesindeyiz. Nur şehri Mekke'ye kalan yolumuz su gibi tükeniyor... Yol tenha, gece 13 dereceye düşen sıcaklık 20 dereceye yükseliyor. Yol kenarında telefon direkleri tin tin bizi izliyor. Otoyol bir metre yüksekliğinde tel örgü ile ayrılmış. Ters dönmüş arabalar, kümelenmiş, yarılmış, patlamış lastik parçaları hiç eksilmiyor. Yol boyu durduğumuz her benzin istasyonu köhne, tuvaletler iğrenç, dört bir yanı, keskin bir üre kokusu sarmış... Temizlik yerlerde sürünen idrara bulaşmış uzun hortumlarla yapılıyor, kir pas içindeki lavoboda sabun yok. Kuvet'te durmadan temizlenen tuvaletler, çıkarken uzatılan kağıttan ve sabunun hiç eksik olmadığı temizlik anlayışından çok farklı bir durum var. Allahtan temkinliyiz, cipte her tür hijyenik malzeme var.

MEKKE'DE SONSUZA DÖKÜLÜR ZAMAN (Perşembe, 17.03.2005)
Kuveyt'ten çıkıp, az yemek, az uyku ile ip gibi uzanan çölde bin altı yüz kilometrelik yolculuktan sonra Mekke'ye çok yakınız. Kızıl Deniz'den seksen kilometre kadar içeride bir milyon dört yüz bin nüfuslu şehir, kutsal müze Mekke... Kente yaklaşırken dikkatimizi ilkin kentin stadyumu ve itfaiye arabalarının sarı renkleri çekiyor. Çatısız, balkonlu evlerin camları küçücük. Trafik ışıklarında siyah distaşeli çocuklar su satıyor. Uzun demir çubuk yüklü tırlar oldukça fazla. Hatta otoyolun en sağ şeridi tır tekerleklerinden çöküp iz oluşturmuş. Gördüğümüz bazı yerler Çin Seddini andıran duvarlarla çevrili. Kent merkezine yaklaştığımızda Al-Haram, Mina ve Arafat levhasını görüyoruz. Gecekondular, kutu kutu evler, kimileri yıkılmış terkedilmiş. Sırtını zincirlenen dağlara yaslamış yüksek oteller arasında sıkışmış kutsal Mekke şehrine çok yakınız. 

Nasıl anlatsam? İçimdeki kıpırtıları, hisleri, duyguları, karşımda görünen bu kutsal şehri... Yüreklerde sevgi, kalplerde nur var, mutluluktan bir kuş gibi hafifliyoruz. Yani gerçeği, apaçık çırılçıplak karşımızda duran gerçeği, nasıl anlatsam? Kelimeler yeter mi? Ya gücüm, nefesim kafi mi? Bir yolu var mı? Mümkün olabilir mi? Ruhumu saran huzuru, güzelliği, gerçeği, ölümsüzlüğü, özleme kavuşmayı, içimizi kaplayan o tarifsiz sırrı. Gökyüzünün farklı renklerini, bu nur şehrini nasıl anlatsam? Yaşamak gerek, mutlaka yaşamak, imkanı yok, anlatamam... Cana can katan kutsal beldede, kalan yolumuz tepeleri çıplak sıra dağlarların arasından geçiyor. Dere boyu ağaçlıklar, bodur çalılıkların, çorak otların arasından ip gibi süzülen sıra sıra ince, çevik develer görüyoruz.

Biraz daha yaklaşınca, sadece müslümanlar girebilir "only muslims" işareti gözümüze ilişiyor. Yasak islam dininden geliyor, şüphesiz bir sırrı var. Aksine, Roma'da St. Peter Kilisesi'ne girişte böyle bir ayrım yok. Ama Roma' da bu topraklarda yaşanan aynı tarih de yok tabi. İkinci ring yolundan devam ederek girişte sağlı sollu otelleri geçip, açık ve güneşli bir havada, saat ona doğru Nur şehrine girerken içimizde yeniden tarifsiz heyecan birikiyor. Dağlar arasında ilk bakışta Amasya'yı anımsatıyor. Çıplak, simsiyah sivri yapısıyla kayalıklar Sivrihisar kayalıklarına çok benziyor. Şehre yaklaştıkça görünen manzara kimi yerlerde Akdeniz'i andırıyor. Dik kale burçlarını anımsatan, üzerinde garip şekiller oluşmuş kayalıklar asırlar öncesinde burada puta tapan insanları da çağrıştırıyor. Yaklaştıkça insanın vucudu nokta nokta kutsal bir hafifliğe uyanıyor. Her an O kutsal beldeyi görme arzusu içimizde kat kat derinleşiyor. Sınırları zorlayan dini duygular trans derecesinde. Gönül taşkın bir deniz olup çalkalanıyor.
MİKAT
Mikat bölgesine ulaştığımızda sabrımız bitme noktasında, Temizlenip bir odada iki parçadan oluşan beyaz pamuklu havlu ihram'ı sırtımıza geçirdik. Üzerimizde iç çamaşırlar dahil dikişli hiçbir şey yok. İhrama girip, umrenin rükünleri tamamlanıncaya kadar kendimize yapılmaması gerekenleri yasaklıyoruz. İhramın, niyet ve telbiyesini yerine getiriyoruz: "Allâh'ım, davetine isteyerek uydum, emrine hazırım. Senin eşin ve ortağın yoktur. Sana yöneldim, hamd senin, nimet senin, mülk de senindir. Eşin ve ortağın yoktur." Tüm kutsal duyguların ruhumuza, gönlümüze akıp gittiğini hissediyoruz.

İnsan karakterini örten, dünyevi makamların, tercihlerin, farklılıkların her türlü ayrıcalıkların bir simgesi olan elbiseler terk ediliyor. Dikişsiz beyaz kumaştan yapılmış ihrama bürünülüyor. Allah'ın karşısında insanların hepsinin bir olduğunu anlatan önemli bir sembol bu. Bütün benlik eğilimlerinden iki parçadan oluşan ihram ile kurtuluyoruz. Bir kefeni sembolize eden ihramla, insan ölümü ve ahireti hatırlayıp, mikatta ihrama girmek için toplanan insanlar, Mahşer Günü Allah'ın huzurunda toplanmış insanlığı temsil ederlermiş. İhrama girmek insanın bu duyguyu yüreğinin ta derinliklerinde hissetmesidir. Artık, "insanları ve cinleri Bana ibadet etsinler diye yarattım" buyuran Allaha koşup, Allah'ın üzerlerindeki haklarını eda etmek için bütün dünyevi istek ve arzularından sıyrılmış olarak O'nun huzurundayız.
UMRE
Arafe ve Kurban Bayramı günleri dışında senenin diğer günleri yapılabilen umrenin pek çok fazileti olduğu, özellikle Ramazan ayında yapılması durumunda sevabının bir haccın sevabına denk düştüğünü öğreniyoruz. Öyle ki, Allahın sevgilisi önemini vurgularken "Umre, diğer bir umre ile arasındaki işlenen günahları siler" buyurmuştur. Ey sevgili!. Sana yaklaştıkca gönlümüzdeki engel perdeleri bir bir yok oluyor. Seninle zaman donacak kadar güzel. Sana tutkunuz, vurgunuz. Bizi hiçlik çöllerinden çek kurtar.

Umrenin gereklerini yapmak, Kâbe'yi tavaf etmek için sabırsızlanıyoruz. Mekke'ye girerken dua okuyoruz: "Allahım! Burası Senin Harem'indir, muhterem ve emin kıldığın beldedir. Benim vücudumu da Cehennem ateşine haram kıl. Kullarını yeniden dirilteceğin kıyamet gününde beni, azabından emin olanlardan eyle. Beni, Sana itaat eden sevgili kullarından kıl." Uzaktan hemen gördüğümüz, ancak şehrin karmaşıklığından, yolunu sorarak ancak bulduğumuz Mescid-i Al Haram ile karşı karşıya olan otelimiz Dar Al Tawhid'e yerleşiyoruz.

Kutsal Mescidül Haram'a Es Selam kapısından girerken sağ ayağımızı atıyoruz. Kabeyi görür görmez tekbir getirerek "Allahım! Günahlarımı bağışla ve rahmet kapılarını bana aç, sana dönerken huzurlu dönmemizi kısmet et!" diyerek dua ediyoruz. İnananların kendilerinden geçtiği bir an!.. Ruhlara açılan esrarlı alemdeyiz. O'nun evinde birlikteyiz, aramızda hiç bir şey yok. Ünlü Kara taşa birçok hamleden sonra zorlukla yaklaşıp "Allah'ın adıyla ve Allah en büyüktür. Allahım! Sana iman ettim, Kitabını tasdik ettim, ahdine uydum ve Resulün (s.a.v)'in sünnetine tabi oldum" diyerek yine sağ elimizle dokunup, onu öpüyoruz. 

Kutsal taşın üzerindeki siyah beze bağlı kalın bir halatı koltuğunun altında bir silah kayışı gibi tutarak bekleyen kalın tipli, koca göbekli, esmer Suudi asker o an karşımızda en güçlü kişi gibi. Hac sezonu olmamasına rağmen, insanlar taşa dokunmak için birbirinin üstünde, itişip kakışıyor, kimilerinin ihramı üzerinden sıyrılıyor, kimileri yere düşüyor, terden sırılsıklam olmuş kimilerinin ayakları diğerleri tarafından çiğneniyor. İnsanın tüm gücünü göstererek, diğerlerini hırsla yana itip taşı öpmesi bir "gözüdönmüşlük" anı sergiliyor. Kabe sıcağı vuruyor insanı, alevler içindeyiz sanki. Ancak, bu alev bizi yakmıyor. Hıçkırıklarla ağlayarak yapılan dualar arşa yükseliyor. "Ya rabbi!.. Şu fani dünyada vermiş olduğun ömrü son nefesine kadar senin rızan yönünde güzel hizmetlerde bulunmayı bana nasip et". İnanılmaz!.. O sıcakta yerdeki mermerler inanılmaz biçimde yeterince serin...

Mağrur bakışlı asker, itişip kakışma çoğaldığı zaman müdahele ediyor, yerdeki beyaz mermeri kahverengi bir şerit gibi kesen mermer çizginin sağında yer alan bayanlara taşı öpmeleri için sıra veriyor. Hac zamanı bu taşı öpmek bir yana, Kabenin en dış kısmından bile selamlamak zor olmalı...

Duvarlarından nur akan kabeye yüzünü yaslayıp ayak üstü sessiz gözyaşı dökenler, yarı baygın için için inleyerek, hıçkırarak ağlayanlar hiç eksilmiyor. Mütemadiyen af dileyenler, gökkubbeye erişen ağıtlar, kadınlar erkekler omuz omuza katıla katıla gözyaşı döküyorlar. Allah'ın evinde olmaktan, ondan af dilemekten, sevinçten içi içine sığmayan insanların ağıdı bu. Çoğunluğu fakir, önce af dileyip ruhlarını arındırıyorlar, sonra dünyada erişemedikleri nimetleri, zenginliği, cennet bahçelerini diliyorlar.

Bir yanda inananlar kendinden geçmiş kabenin etrafında pervane olup döndükçe, beyaz ihramları içinde sanki bir mahşer provası yaşıyorlar. Dünyaya gelirken çırılçıplak beyaz bir beze örtünen insanlar, allahın evinde aynı çıplaklıkla Ona geri dönerken arınmayı diliyorlar. Bu toplu huşu içinde, içeri getirilen yeşil bayrakla örtülü cenazeler insana sanki "Ey ahali işte sonunuz budur!" der gibi. 

Kabe'nin etrafında yedi tur atmaya başlamadan önce sağ omuzumuzu açacak şekilde Ihram'a yeniden sarındık. Tılsımlı bir an, tüy kadar hafifliyoruz. İlk uc turda küçük adımlarla hızlı ve çalımlı hareket ederek, son dört turu normal adımlarla hepsi 7 kez dönerek tavafı tamamladık. İlk üç turda "Allahım! Umremi makbul umrelerden, günahlarımı affedilen günahlardan ve Senin yolundaki gayretlerimi şükre değer gayretlerden kıl." Kalan dört turda ise şöyle dua ediyoruz "Rabbim! Merhamet et. Hatalarımızı affet ve ikram et. Bildiğin bütün günahlardan vazgeç. Şüphe yok ki Sen, en Aziz ve en Kerimsin." Tavafın doğru olması için rüknü Yemani istilam edilirken yürümeyi bırakıp tamamen durmak gerekli. Şu duayı okuyoruz. Allahım! Küfre düşmekten, yoksulluktan, Dünya'da ve Ahiret'te rezil olmaktan Sana sığınırım." Rüknü Yemani'de dua yapmak müstehap ve kabul olunan dualardan olduğunu, burada yapılan dualara yetmiş bin meleğin "âmin" dediğini öğreniyoruz. Sonra, Kabe'nin kapısı ile Hacer-i Esved arasında yer alan mültezem'e gelip ve şu duayı okuyoruz "Allahım! Beni, rahmetinden kovulmuş şeytanın şerrinden ve bütün kötülüklerden koru. Rızk olarak verdiğin şeylerde kanaatkar kıl ve onları bana bereketli eyle." Sonra Makam Ibrahim'in arkasında iki kısa rekat namaz kılıyoruz. Makam İbrahim, iki metre boyunda altı sarısı metal renkli, üzerindeki  cam fanusa bir çift ayak izi kalıbı yerleştirilmiş bir simge yer.

Türk mühendislerinin kurduğu tesislerde arıtılan ve dev termoslarda soğutlan Zem zem suyunu yanına bırakılan pet bardaklardan içiyoruz. Buradaki duamız "Allahım! Senden faydalı ilim, bol rızk ve her türlü dert için şifa niyaz ediyorum. Allahım! Beni, azap görmeden ve hesaba çekmeden Cennetine koy ve Firdevs Cennetinde Peygamberin ve efendimiz Muhammed (sav)'e arkadaş kılmakla rızıklandır." 

Safa tepesinden başlayıp merve arasında 4 gidiş ve üç geliş olmak üzere sây yapmak için Safa kapısından Kabe görerek şu duayı okuyoruz "Allah büyüktür, Allah büyüktür, Allah büyüktür, bütün hamd ve senalar Allah'a mahsustur. Bizi hidayete erdiren Allah en büyüktür ve hamd O'nadır. Allah'tan başka ilah yoktur, yalnız O vardır, O'nun eşi ve ortağı yoktur. Hükümranlık O'nundur, hamd ve sena O'na mahsustur. Yaşatır ve öldürür, kendisi ise daima diri ve ölümsüzdür. Hayır yalnız O'nun elindedir. O'nun her şeye gücü yeter, dönüş de O'nadır. Kendisinden başka ilah bulunmayan Allah, bir tekdir. O vaadinde sadıktır. Kulunu zafere ulaştırmış ve ancak O tek başına orduları perişan etmiştir. Allah'tan başka kulluğa ve ibadete layık hiçbir ilah yoktur. Kafirler hoşlanmasa da, dini O'na has kılarak yalnız O'na ibadet ve kulluk ederiz. Allahım! Kitabında "Bana dua edin, size icabet edeyim" buyurdun. Muhakkak ki Sen sözünden caymazsın. Bana İslam hidayetini nasip ettiğin gibi, ölünceye kadar da onu benden almayıp Müslüman olarak ölmeyi niyaz ediyorum."

Sa'y tamamlandıktan sonra duamız "Rabbimiz! İbadet ve itaatlerimizi kabul eyle. Bize afiyet ver ve bizi bağışla. Sana itaat ve şükür etmede bize yardım et." Safa tepesinden her inişde "Allahım! Sen'den rahmetini gerektirecek davranışları, mağfiretini kazandıracak gayretleri, her türlü günah ve kötülüklerden kurtulmayı, bütün iyilikleri elde etmeyi, Cennetine nail olmayı ve Cehennem ateşinden kurtulmayı niyaz ediyorum." diye yakarıyoruz.
 
As-Safaa ile Al-Marwah arasındaki uzun mesafeyi yine yalın ayak, klimanın serinliğinde,  ilk üç geçişi yeşil hat içinden koşar adımlarla, kalanı 4 geçişi normal tempoda yürüyerek bitiriyoruz. İki yeşil direk arasında "Allahım! Bize dünyada da iyilik ver, Ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru! Rabbim! Bana mağfiret et, merhamet et, affet, ikram et ve bilmediklerime karşı merhametli ol. Muhakkak sen cömertlerin en yücesisin. Allahım! Senden hidayet, korunma, Haramlardan uzaklaşma, zenginlik istiyorum. Allahım! Sana zikir etmede, şükretmede ve iyi kulluk yapmada bana yardım et." diye dua okuyoruz.

Yanımızda huşu içinde Kuran'dan ayetler okuyarak yürüyen Malezyalı, Endonezyalı, Hintli, Kırgız, Nijeryalı, Mısırlı ve Afrikalı müslümanlar var. kimisi rehber eşliğinde tüm duaları tekrarlıyarak yapıyor, kimi elinde dua kitabı oradan okuyor, kim kendi dilinde yakarıyor. Turu tamamladığımızda bir parmak ucu kadar saçımızı makasla birkaç yerden kesiyorlar. Bu törenle birlikte umreyi tamamlamış oluyoruz. Hac gerekleri ise daha uzun ve karmaşık. Kabe etrafındaki turda Türkleri göremiyoruz. Hanımlar kara çarşaflara yahut farklı renklere bürünmüş. Suudiler siyah, Endonezyalı hanımlar beyaz, Malezyalılar rengarenk, Pakistanlılar islemeli kumaşlarla örtünme yolunu seçmişler.

Mescid-i Haram'da her vakit namaz kılmaya çalışıyoruz (burada kılınan namazın yüz bin namaza denk olduğunu öğreniyoruz. Günde beş vakit namaz düşünüldüğünde kaç güne denk gelen bir ibadet) birden fazla tavaf yapıyoruz. Çünkü yabancılar için Mescid-i Haram'daki en faziletli ibadet tavaf deniliyor. Yüzbin namaz, milyonlarca secde izi gül gibi anlımızda parlıyor.

Hacı, tavaf ederken, güneş sisteminde kendi yörüngelerinde yürüyen yıldızlara benzer. Ka'be güneşi temsil eder ve insanlar onun etrafında dönen, ona tabi yıldızlar gibidirler. İşte bu nedenle tavaf, Tevhid'in bu dinin merkezinde yer alışının canlı bir timsalidir. Hacı, dairesel hareketlerle Kabe etrafında dönen insan seline katılır ve Allah'a bütün benlikleriyle teslim olmaya azimli Muvahhidlerin içinde kaybolur. Bu insan seli içinde benlik yoktur, biz bilinci vardır. Tavaf 7 kez yapılır ve Hacer-ül Esved'in bulunduğu noktadan başlar ve biter. Hacı, sağ eliyle Hacer'ül-Esved'e dokunmalıdır ki bu hareket, ibadet ve taat konusunda Allah'la ahidleşmeyi sembolize eder. Ahidleşmenin ardından Makam-ı İbrahim'e geçilir ve 2 rekat namaz kılınır. Burası, Hz. İbrahim'in Ka'beyi inşa ederken ilk taşı (Hacer'ül-Esved'i) koyduğu mekandır. Allah'la ahidleşen hacı, artık İbrahim'in kimliğine bürünmeli ve tek başına bir Ümmet olan İbrahim gibi davranmalıdır (Nahl:120). Daha sonra Safa ve Merve tepeleri arasında bulunan Mes'a'ya gidilir. Tavaf ve ahidleşmeden sonra bu iki tepe arasında 7 kez gerçekleştirilen koşu, insanın dünya hayatındaki cehdini sembolize eder. Hacı burada Hz. İsmail'in annesinin su aramak için gösterdiği o büyük cehdi temsilen sa'yeder. Sa'y, dünyada insanın çalışıp-çabalamasının sembolüdür. İnsan, bu dünyaya kulluk için gelir; Allah ondan bu konuda söz alır ve bu ahidleşmenin ardından dünya hayatı başlar. Kul, bu yolda cehd ve cihad eder. İşte sa'yi böyle anlamak gerekir. Sa'y 7 kez yapıldığı için başladığı yer olan Safa'da değil, Merve'de biter. Bu da, insanın doğum ve ölümü boyunca izlediği doğrusal hattın karşılığıdır. Tavaf da dairesel hareketlerle aynı yere gelen hacı, Sa'y sonrasında, hayat serüvenini temsilen, başladığı yerde değil, yolun bitimindedir. Hacı, sa'y sonunda ahdine vefa göstermiş ve hayatını bu yolda çalışarak geçirmiştir. Zilhiccenin 9'uncu günü hacılar Arafat'a çıkarlar. Arafat, Hz. Adem'in Hz. Havva ile buluştuğu, birbirlerini 'tanıdığı' yer olarak bilinir. MİNA
Mina'da Bayram'dan sonra 3 gün süren Teşrik günlerinde kalmanın bir anlamı vardır. İlk gün büyük şeytanı taşlayıp bozguna uğrattıktan sonra, Şeytan'ın tamamen mağlup edildiğinden emin olmak için, ikinci ve üçüncü günlerde de sırasıyla birinci, ikinci ve üçüncü putlar taşlanır. Burada amaç, kesin bir zafer kazanmaktır. İlk gün Şeytan'a karşı kazanılan zaferden sonra, taşlar elden bırakılmaz, çünkü Şeytan'a karşı savaş, ancak bilincin sürekli uyanık tutulmasıyla mümkündür. İşte Mina'da beklemenin ve Şeytan taşlamaya devam etmenin anlamı budur. Mü'min her an cihada hazır olmalıdır. Her anı cihad üzere olmalıdır. Bilincini sürekli diri tutmalıdır, büyük zafere ancak böyle ulaşabilir.

Mina'da şeytanı zar zor bulduğumuz taşlarla taşladık...

KABE ve ÇEVRESİ
Sabah ezanı okunuyor. Kabenin dış bahçesindeki giriş kapılarına doğru her yönden karınca gibi insan akını başlıyor. Aman allahım!.. Mermerlerin nabzında çarpan "Allahu Ekber" sesiyle her yer çınlıyor. Müezzinin sesi perde perde gökyüzüne yayılıyor. Tarifsiz biçimde gönülden, yanık ve etkileyici. İnsan vucudunun her zerresini ürpertip tir tir titretiyor. Beytullahın etrafı çok kalabalık, tavaf hiç durmuyor, dünyanın dört bir yanından gelen müslümanlar, eşleri, kucaklarında çocukları, sakat arabalarında yaşlıları, anne-baba veya yakınları, her renk ve tipte insanlar zemini beyaz mermer döşeli Kabeyi yalın ayak beyaz ihramlarıyla tavaf ediyorlar. Kimilerinin ağzında misvak var. Burada namazı cemaatle kılmak apayrı bir duygu, muhteşem bir his, doyumsuz bir zaman, sonsuz bir sevap. İnsanlar kabenin en dış kısmında kalan otellerde üçer beşer birleşmiş mermer bahçede bulundukları yerde saf saf namaza durmuşlar. Çocuklar anne ve babalarının kucağında yahut yerdeki halının üstünde ağlıyorlar. Zem zem suları kuyudan değil, her yerden beyaz pet bardaklarla içilebiliyor.

Ezan dört çeyrekte okunduğunda, gözlerde uykular dağılırken içeride yatan insanlar görünüyor. Girişte insanlar tek tek aranıyor. Aşagı sarkmış yüzlerce pervaneler, sütünlar arasından sarkan acık mavi sayısız avizeler, onların arasında mermerler üstünde altın yazılarla siyah örtüsü içinde bütün haşmetiyle Kabe. Ön kapısı yazdızlı hatlar içinde, tam köşede Hacer Ül Esved taşı. Onu öpmek için birbirini iten, ezen, zorlayan müslümanlar. Sağ elleri havada ağlayarak dua eden Mültezimde müslümanların huşu içinde ağlamaklı sesleri. Kutsal taşın tam yanı başında göbekli bir polis insanları sıraya sokmaya çalışıyor. Solda kadınlar, sağda erkekler birbirini omuzlayarak santim santim yaklaşmaya O kutsal taşı öpmeye çalışıyorlar. Giyimler farklı, karşıda minareler, hemen yanında  bakır renginde üç büyük kubbe, beyaz mermer kaplı zemin, etrafında simetrik kemerli sutunlar, onun üstünde duvar, ikinci kat farklı mimaride yapılmış. Kabenin hemen üstünde Hilton ve Darul Tehvid otellerinin üst katları görülüyor. Minare ile gökyüzünün birleşmesine engel olmuş gibi, Ecyad kalesinin yerinde Zemzem Tower yükselmiş insanların kimi uyuyor, bazıları kuran okuyor, kimi dua ediyor binlerce otamatik musluktan zemzem suları içiyorlar. Zemzem suları boşaldıkça, kara hortumlarla dolduruluyor. Safa ile Merve arasında tek taraftan üfleyen klimalar var. Cenazeler yeşil sargılar arasında Kabeye hızlı hızlı getiriliyor. Kabe'nin tüm zemini, bölüm bölüm ilaçlı sularla, yirmi kişilik gruplarla bölüm bölüm hızla temizleniyor. Sesler, gürültüler karışmış durumda. Klimalar, dualar, konuşmalar, bir uğultu oluşturuyor. Görevliler golf arabalarıyla oradan oraya gidiyorlar. Kabe'ye girişte padişah koltuğuna oturmuş görevliler tarafından  çantalar araştırılıyor. Her yerde saatler, kırmızı mavi, sarı desenli hoş biçimde tavana asılı halılar var. Her yere kameralar yerleştirilmiş, cocuklar aileleriyle birlikte. İbrahim aleysselamın makamı, onun ayak izlerinin olduğu bir altın fanus onun arkasında kılınan namazlar. Kabede oluşan sesler sanki bir şelaladen akan sulara benziyor. İnsanlar, insanlar, farlı renklerde, sakat arabalarında, durmadan tavaf ediyorlar, Safa ile Merve arasında bir sel gibi akıyorlar.

Kabenin etrafında bulunan kapalı bölümlerden üst kata çıkıp, yukarıdan bakıldığında ihtişam daha da büyüyor. Allah'ın evinde insanların pervane gibi dönüşü hiç kesilmiyor. Hiçbir zaman durmayan, eksilmeyen, kesilmeyen büyüleyici bir tavaf sürüyor. Kabenin içi halılarla kaplı, İnsanlar kendinden geçmiş ellerinde dua kitapçıkları, kimileri ezbere, kimileri bir rehber eşliğinde Arapça veya kendi dillerinde dua okuyup Allaha yakarıyorlar. Duvarı, kendine has siyah kalın beze altın yaldızlı hat sanatı yazılarla kaplı Kabeyi binlerce görevli temizliyor. Yer yer yenilemeler, tamirler ve restorasyonlar devam ediyor. Safa tepesinin üzerinde yer alan ihtişamlı kubbe restore ediliyor. Namaz kılarken arada bir cenazeler getiriliyor. Mekkede ölenler hiç eksik olmuyor. Ölüler toprağa aceleyle atılırmış, mezar yaptırma adetleri yokmuş ve ölüye fazlaca saygı olmadığı gibi hemen unutulur gidermiş.

Mekke... Ardında oteller, onun ardında dağlar, onların arkasında Arafat ve çepeçevre nur, çepeçevre nur... "Sırtını dağlara dayamış, etrafı ünlü oteller arasında sıkışıp kalmış olsa bile muhteşem siluetiyle Allahın eşsiz, benzersiz evi. Kral Fahed Kapısının tam karşısında olan Dar'ül Tawhid otelinin dördüncü katından bakıldığında; önce Kabe, onun arkasında biraz daha yüksek otellerin silüeti ve onların arkasından ise zincirlenen dağlar görünür. Eskiden duvarlarının yarıya kadar açık olduğu, henüz etrafında hiç bir otelin olmadığı nostaljik Kabe görünümünden eser yok şimdi. Minarelerin arkasında tepelerin eteğinde bir bölümde kalan Mekke'nin tek tük eski evlerinin nostaljik görünümü ölgün ışıklarıyla Kabeye fon oluşturmuş. Merve tepesinin gerisinde Hazreti Peygamberin evinin olduğu yerde bugün bakımsız, köhne bırakılmış, bayanların girmesinin yasak olduğu kütüphane olarak hizmet veren bir ev var. 

Otelden aşağıya bakıldığında, Kabenin mermer döşeli en dış kısmında insanlar karınca gibi hareket halinde. Birçok giriş kapısından yirmi dört saat insanlar girip çıkıyorlar. Yeryüzünde günü an be an, saniye saniye ve dakika dakika tümüyle yaşayan bir başka yer var mıdır? King Fahed giriş kapısının tam karşısında dış avluda yürüyen merdivenle inilen alt geçitler oluşturulmuş. Mermer dış yapısıyla, ışıklandırılmış göz kamaştırıcı minareleri, bir stadyumu aydınlatır gibi iç kısmı aydınlatan yukarıda kalmış spot ışıklar hem göz alıyor ve hem manevi havayı zorluyor. Kabenin etrafındaki mescidin hemen gerisinde kalan siyah renkli tepeler, inşaat halindeki oteller, yanında sanki legolardan yapılmış Hilton oteli ve diğerleri... Mekke uyanırken Kutsal bölgeyi etrafa yayılan korna sesleri tırmalıyor. Kent Cuma sabahına korna sesleriyle uyanıyor.

Çıkış kapılarından adım atar atmaz insanların etrafını ünlü Mekke dilencileri sarıyor. Altın dişli siyah derili genç Afrikalı kadınlar, işportacılar gibi etrafımızı sarıp dua ederek para koparmaya çalışıyorlar, kollarındaki sıra sıra altın bilezikleri görmek için çaba gerekmiyor. İnsanları Kabenin girişine kadar yahut çıkıştan itibaren takip edip para istiyorlar. Kabeyi kuşatan otellerin her yanı fast food lokantaları ile dolu. Onların önünde isportacılar, satıcılar, misvak demetleri, bidonlar içinde musluktan dolan sözde zem zem suları, yer fıstığı ve güvercinlere verilen buğday vs. satıyorlar. Afrikalı kadınların kızların göz altlarından aşağı göz yaşı kanalını andıran birer çizgi oluşturulmuş, onlarda esmer tenlerinde beliren altın bilezikleriyle dileniyorlar. Yapımı devam eden otellerin yarısı bitmiş durumda...Yıkılmış harfiyatı yapılan yamaçlar var. 
Kabenin Es-Selam kapısı tarafında şimdi kütüphane olarak kullanılan Peygamberimizin doğduğu evi görüyoruz. Cebel-i Rahme, Arafat vadisinde bulunan eteğinde Hz. Peygamber'in vakfe yaptığı küçük bir dağı ziyaret ettik. Ancak, Mekke şehrinin kuzey doğusunda Mekke şehir merkezi ile Mina arasındaki Cedbel-i Nur (Hira Dağı) Hz. Peygamber'e ilk vahyin geldiği mağaranın bulunduğu dağı göremiyoruz. SEVR MAĞRASI: Mekke şehrinin güneyinde Arafat'a giden yola yakın olan Sevr Mağrasını, Medine'ye hicret ederken müşriklerin şerrinden saklandığı mağaranın bulunduğu dağları, Mekke şehrinin en eski mezarlığı olan, Hz. Peygamberin hanımı Hz. Hatice'nin mefdun olduğu Cennetül mualla'yı görmeye vaktimiz olmuyor...

ZEMZEM SUYU

Hz. İbrahim, Cenab-ı Allah'ın emri üzerine hanımı Hz. Hacer ile henüz süt emmekte olan oğlu Hz. İsmail'i bugünkü Zemzem kuyusunun bulunduğu yere bıraktı. O tarihte Mekke'de hiçbir insan yaşamıyordu. İçecek su da yoktu. Hz. İbrahim, hanımı ve oğlu için biraz hurma ve bir miktar da su bırakarak oradan ayrıldı. Yiyecek ve içeceğin bulunmadığı bu ıssız yerde kalmak Hz. Hacer'e çok zor geldi. Bir müddet sonra Hz. İbrahim'in bıraktığı su bitti. Hz. İsmail ağlamaya, su istemeye başladı. Annesi ne yapacağını şaşırdı. Hz. İsmail'in ağlamalarına daha fazla dayanamadı. Safa Tepesi'ne çıktı. Birini görebilmek ümidiyle sağa sola baktı. Kimseyi göremeyince de Safa ile Merve arasında koşmaya başladı. Yedinci defa Merve'ye çıktığında bir ses işitti ve Cebrail'i gördü. Cebrail, yeri kazıyordu. Nihayet su göründü. Hz. Hacer buna çok sevindi. Suyun aktığını görünce, "Dur, dur" manasında "Zem zem" dedi. Kabe'nin hemen yanından çıkan Zemzem, borularla Kudey bölgesine taşınıyor. Buradan tankerlerle Mekke'nin Ruseje bölgesinde Türkler tarafından kurulan işleme tesislerine getiriliyor, cam kaplı 50 tonluk depolarda toplanıyor. Önce karbon ve kum filtrelerinden, daha sonra da UV ışın filtresinden geçirilerek dezenfekte edilen zemzem suyu, 20 litrelik gün ışığı geçirmeyen damacanalara el değmeden dolduruluyor. Tesislerin duvarlarını Suudi kraliyet ailesinin önde gelenlerinin resimleri süslüyor.

Müslümanlar için kutsal sayılan zemzem suyunu Zemzem United Office işletiyor. Hacılar, Kabe içerisi ve çevresine yerleştirilen bidonlardan istedikleri zaman ücretsiz zemzem içebiliyorlar. Tesis Genel Müdürü İmamil Zemzemi, hacılarını uyararak United Office hizmetleri dışında hiçbir yerden Zemzem suyu alınmamasını belirtiyor. Dışarıdaki suların hem mikrop barındırdığını hem de hacılara Zemzem suyu yerine başka kuyu sularının satıldığını ifade ediyor.
MEDİNE, ZAMAN KALPLERDE TÜKENEN BİR SEVGİDİR (Cuma, 19.03.2005)
Medineye dört yüz otuz iki kilometre yolumuz var. Otelde kahvaltıdan sonra yola koyuluyoruz.  Medine'ye giderken bolca sevap kazanmış olmak gözlerimizdeki sevinç ve içimizdeki mutluluktan belli oluyor. Kanatlanacak gibi hissediyoruz kendimizi... Giderken yol boyu sıra dağlar arasında otoyol bir yılan gibi kıvrılmış önümüzde uzanıyor. Yol kenarlarında küçük siyah dağ keçileri boyları bir iki metreyi geçmeyen ağaçları kemiriyorlar. Sadece bir dinlenme tesisi var. Yolda Sivrihisarı andıran kayalıklarla karşılaşıyoruz. Medineye yaklaştıkça yol boyu dağlık alanlar giderek birbiri arkasında görünmeye başlıyor. Kahverengi renkler yer yer siyaha açlıyor. Aklımızda hep hicret var, efendiler efendisinin buralardan geçişini hayal etmeye çalışıyoruz. Develerle geçilen kum çölllerinden buralarda eser yok. Yol boyu sanki dağlardan özenle toplanarak yol kenarlarındaki arazilere yerleştirilmiş taş parçaları var. Üç şeritli yolda kontrol noktaları dahil kimse arayıp sormuyor. Kontrol noktalarında polis arabaları, yol üstünde plastik fıçılardan başka  kimseler yok. Yollarda arapça "Alla hümme salli a la Muhammed, Allahuekber, Elhamdülillah" gibi her 10 kilometrede bir hatırlatma levhaları trafik işaretleri gibi yerleştirilmiş. Yolda kayalıklar, tepeler, dağlar gitgide esrarlı görünümlere bürünüyor, sivri tepesinin her iki yandan aşağıya simetrik inen dik höyükler var. İrili ufaklı tepeler, perde perde, kat kat birbiri ardına dizili dağlar...

İyice yaklaştığımızda birden bire düz bir ova ile karşılaşıyoruz. Şehir yolun solunda kalıyor, pırıl pırıl yemyeşil, binalar çatısız, düzgünce yayılmış, yol ortadan palmiyelerle ayrılmış, şehir sırtını dağlara yaslamış, minareler farklı bir mimaride göğe doğru uzanmış, temiz, güzel ve hepsinden önemlisi kutsal bir şehir.

Kutsal şehre Cuma günü girerken düzlükte muhteşem minareleriyle camiler rahatca görülebiliyor. Peygamberimizin mezarının olduğu Mescid'i Nebi camiine yöneliyoruz. Burada Cuma kılmak ne büyük kısmet. Ya Rabbi!  Şükürler olsun sana! Bize bu günleri yaşattın. Medine'de müslümanların kurduğu ilk mezarlık olan Cennet'ül Baki'ye giremiyoruz. Mescidi Nebevi'nin doğu tarafında bulunan bu kabristanda on bine yakın sahabe gömülü diyorlar. Başta Hz Osman, Hz. Peygamberin amcası Hz.Abbas, halası Hz. Safiye, en küçük oğlu Hz. İbrahim, kızları Hz. Rukiye, Ümmügülsüm ve Hz. Fatıma, torunu Hz. Hasan, süt kardeşi Osman B. Maz'un burada mefdun. Kenar duvarlarından bakıyoruz, iki yanına taşlar konulmuş mezarlar var. Sonra Hz. Peygamberin hicret esnasında Kuba'dan Medine'ye Cuma günü hareket ettiğinde, öğle vakti gelince Cuma namazını kıldığı yer olan Medine-Kuba yolu üzerindeki Mescid-i Kuba'yı ziyaret ediyoruz. 

Müslümanların iki kıbleli tek mescidi olan Mescid'i Kıbleteyni zamansızlık nedeniyle ziyaret edemiyoruz, ama "Daha önce müslümanların Mescid-i Aksa istikameti olan kıblesi hicretten 18 ay sonra Şaban ayının 15'inde gelen vahiy ile Bakara suresinin 144. ayeti nazil olduktan sonra, Hz. Peygamber Kudüs'e yönelik olarak kıldırdığı ikindi namazının son iki rekatını namazı bozmadan Kabe'ye yönelerek tamamladığını; bu sebeple, Seleme oğulları mescidine iki kıbleli mescid anlamına gelen Mescidül-Kıbleteyn" denildiğini öğreniyoruz. Medine'nin beş kilometre kadar kuzeyinde olan Uhud dağına çıkamıyoruz. Kısmet bu, bin altı yüz kilometre geliyorsun, bazen 10 kilometre ileriye gidemiyorsun. Hz. Harun Peygamberin burada gömülü olmasının ayrı bir kıymet kazandırdığını, Hicretin üçüncü yılında müslümanlarla müşrikler arasında burada büyük bir savaş yapıldığını, Ashab-ı Kiramdan 70 kişinin şehid olduğunu, bu dağın eteklerinde gömülü olduklarını biliyoruz. Hz Peygamberin amcası Hz. Hamza'da bu şehitlerin arasındadır. Dönüşte rehberimiz Muhammed bizi hurma çarşısına götürüyor. Medine hurmalarından, özellikle de peygamber efendimizin kendi eliyle dikmiş olduğu hurma ağaçlarının meyvesi olan ufak, siyah ve tadı hoş hurmalardan alıyoruz...

Medine Mekke'den daha sıcak ve içten. Peygamber efendimiz "Medine'yi ve medinelileri sevin çünkü ben onları çok sevdim, sizde sevin" buyurmuş, bizde çok seviyoruz. Kutsal kentlerde hayat erkeklere göre düzenlenmiş, erkekler her yere her an girebiliyorlar, bayanlara ise zaman sanki dilimlenmiş. Mekke gibi Medine'de de hiç canlı hayvana görülmüyor. Bu kutsal şehirde müslümanların tutumu pek farklı. Türkler, İranlılar ve Mısırlılar modern; Kenyalı, Hintli ve Pakistanlılar insanı şaşırtıyor. Yattıkları yerde namaz kılıyorlar, namaz kılınan yerde yemek yiyorlar ve uyuyorlar. Siyahi ayakları nasırlaşmış, namaz sonrası oldukları yere kıvrılıp yatıveriyorlar. 

GERİ DÖNMEK MÜMKÜN MÜ?
Ne Mekke gecelerine doyum oluyor, ne de Medine kandillerine. Geri dönmek çok zor. Üşütecek kadar serin bir gecede pervane gibi mescidin etrafında haleye dönüşen nurani ahenk, içerden dışarıya doğru sanki nur ikiliminde birşeyler buharlaşıyor. Medine, kendisini her görene, "işte yaşanabilir nur şehri" dedirten bir peygamber kenti. Bir türlü bu şehirden ayrılmak istemiyoruz. Bir ömür onunla içiçe burada yaşamak, doğru, dürüst, gönlünce ve güzel yaşamak.

Geri dönmek zor!.. Bugün iyi, yarın kötü; yüzüne hoş arkandan nahoş, dedikodusu bol, bir anı diğerine uymayan, sevdiği belli olmayan, olsa bile hemen çıkar gözeten; gerçekten, sadelikten, samimiyetten uzak biçare gönüllerin arasına geri dönmek zor... Bu nur ve huzur beldesinden hem de tam ruhunu arındırmışken insana, tuzaklar içine geri dönmek zor. O'nun izine iz sürmüşken. Sıcak bir dost, temiz bir yürek, samimi bir gönül yoksa, yüzleri türlü maskelerle ortalıkta dolaşan topluluğa kalkıp geri dönmek faydasız.  Gözü parayla doymayan, aç komşusunu düşünmeyen, her istediğini alacağını sanan, yalanlarla dolanlarla işini yürütenlerle, kendisini sırtında taşıyanı çıkar uğruna satanlarla yeniden birlikte olup kaynaşmak oldukça zor.  Ama, döneceğiz ne çare!..   

Hep duyardık. Fakat yaşamak çok farklı bir şey, hiç bir şeyde tadılamayacak kadar özgün bir haz, ne para, ne pul, ne de dünyadaki kısır döngü zevkler... İllaki nur şehirleri, gecenin doyumsuz, sönmeyen kandilleri... Gerçekten ayaklar zorlanıyor geri gitmek ve buradan ayrılmak için. Ağırlaşıyor ve gözümüz arkada kalıyor, mahkum olduğumuz dünya oyuncaklarına dönmeyi hiç istemiyoruz. Tadına doymak yok, bu tadımlık zevklerden doymaya çalışmak boşuna. Tükenmeyen lezzetler cennette deniyor. Cennet hayaliyle dalıyoruz istemeksizin dönüş düşüncelerine...

Birlikte yola çıktığımız genç aile ile, geri dönmek bir yana, bizleri Mescidül Haram ve Mescidül Nebevi'ye ulaştıran Allahtan, bu fani dünyadan göçmeden Mescidül Aksa'yı da bizlere görmeyi nasip etmesini diliyoruz. Bu kutsal üçlü halkanın tamamlanması ne yüce bir görev, ne sonsuz bir ilahi aşk. Cennette olmaya benzer bir huzur. Yüce allahım ne olur bize ve dileyene nasip et!..

Başka şehirlerde öldüremediğimiz zaman sanki burada her gün hızla intihara koşuyor. Veda ziyareti ile Peygamberimize "Bu son değil, ilk olsun" duasıyla ve huzurundan huzurla ayrılıyoruz. "İnşallah en kısa zamanda ziyaret edelim" diye içimizde kopan ısrarlı bir arzunun teskin olmayan ruh hali ile izin isteyip bir nurani menzilden Mekke'ye doğru yeniden yola çıkıyoruz. Elimizde efendimizin kendi elleriyle toprağa ektiği küçük siyah hurmalar, içtiğimiz zemzemlerin içimizde topladığı nur hafifliğiyle gidiyoruz... Geri dönmek ne kadar zor!.. 

GÖZBEBEĞİMİZDEN İZLENİMLER
Müslümanların gözbebeği ve kıble olarak seçtikleri bu kent inanılmaz derecede emlak spekülatörlerinin kurbanı olmuş... Hüzne kapılmamak elde değil. Kabe'nin etrafı dört bir yandan yüksek otel ve alışveriş merkezleri ile kuşatılmış. Onu korumak için Osmanlının yaptığı tarihi Ecyad Kalesinin yıkılarak şimdi yerinde "Zemzem Tower" adında yeni bir otelin yapılıyor olması insanın nankörlük derecesinin en açık bir göstergesi değil midir? Bu otelin konaklama ünitesi, Harem-i Şerif'in yanı başında olma özelliğiyle insanlara odalarından çıkıp bahçeye iner gibi Harem-i Şerif'e giriş imkanı sunacakmış. Bu sayede, Mekke şehrinin herhangi bir yerinden kutsal mescide gelmek için zahmet edip yürüyerek herhangi bir kapıdan girmek yerine insan bulunduğu her yerde Kabe'nin içinde ibadet etmiş sayılacakmış. İşte nokta notka kutsallığı eriten, gizemi yok eden, insanları sınıflandırmaya yönelten bir anlayış. Ne var ki, sonunda para-pul var.

Aslında hotel yapılmadan önce olabilirliği üzerine çok tartışılmış; görünen odur ki, Zemzem Tower daha uzun yıllar kendisinden söz ettirecek, ancak ne yazık ki geriye dönüş olamayacaktır. İçinde alışveriş merkezi, ziyaretçilerin geniş ve ferah bir alanda gezebilecekleri, rahatça vitrinleri izleyip, kolayca alışveriş yapabilecekleri ve diğer katlara kolayca geçebilecekleri şekilde tasarlanan otelin bulunduğu yer itibariyle elli bin kişinin aynı anda namaz kılabilmesi mümkün olacak.Tüm bu özellikleriyle mükemmel olsa bile, bundan kaç mümin yararlanacaktır. Ayrıca bu oteller Mekke'den daha uzağa yapılamaz mıydı?

Kabe'de oksijen tükeniyor, nefes alınamıyor. Tüm bu kuşatmalarla giderek etrafı beton yığını haline gelen Kabe'nin kutsallığını gölgelemek kime ne yarar sağlayacaktır? Kabe'nin ulvi havasının korunması, her yıl Suudi ekonomisinin döviz girdisinin üçte birisini sağlayan üç milyon civarında hacıya rahat bir ortam sağlanması için etrafında bir kilometrelik geniş bir mekanı boşaltmak gereklidir. Vatikan gibi serbest bir kent haline getirilmesini, hatta Cidde ile birlikte özel statüye kavuşturulmasını isteyenler yok değil. Çılgın bir trafiği olan Cidde ile arasında bir tren yolu kurulması, kentin dünyanın dört bir yanındaki İslami mimariye özgün yeniden tasarlanması, hizmet sektörünün kalite ve etkinliğinin kesinlikle arttırılması zorunlu gözüküyor.

Kabenin etrafında fast food dışında adamakıllı bir yemek yemek fırsatı yok. Dünyanın çeşit ve lezzet açısından sayılı mutfaklarından biri olan Osmanlı mutfağından buralarda eser yok. Saraylarda hazırlanan dillere destan lezzetlerimizi nasıl da kaybetmişiz. Bir şekilde varlığını sürdüren ancak Uzak Doğulu insanların yapımıyla garip bir lezzete bürünen Türk kahvesi geride kalan tek gururumuz. Bayanlar araç kullanamıyor, haç mevsimi dışında lokantalarda eşleriyle birlikte yemek bile yiyemiyor. Garip bir kural değil mi? Kabede kutsal taşı öpmek için iç içe geçen kadın-erkek, neredeyse omuz omuza kabeyi tavaf edip, Safa ile Merve arasında sırt sırta sa'y edebiliyorlar. Fakat usulüne uygun olsa bile ayını lokantada yemek yiyemiyorlar. Sadece uluslararası otellerin restoranlarında yemek yenilebiliyor. Ayrıca, temizlik anlayışı aramak boşuna. Aile salonlarının olduğu, betonlarla yahut perdelerle ayrılan bölümlere, garsonlar her gelişte kapıya vurarak içeri giriyorlar. Çöpler sağda solda hemen göze batıyor. Sağlıklı yemek yeme imkanı yok gibi. Otellerin yemek saati namazlara endekslenmiş. Beş yıldızlı otellerin alt katları, üç metrelik yerlerde pizzacı, hamburgergi fast food hizmeti veriyor. Yemek vakitlerinde ellerinde hazır yiyecek paketleriyle müşterileri otelden içeriye akın ederken görülüyor.

Mikat bölgesinde ihrama girmek için kiralanan odalar ne yazık ki, bakımsız, kirli, tuvaletleri berbat, sabunsuz, banyosu çalışmıyor. Yerlerde lekeler, böcek ölüleri, çöpler açıkta, kağıt, havlu hiçbir şey yok. İhram giyilen mikat bölgeleri bu kadar kendi haline denetimsiz bırakılmamalı...

Mescidi Haram'ın hangi kapıdan girilirse girilsin, ayakta ne varsa çıkarılıp yalın ayak yürünüyor. En dış mermer bahçeden mescide, oradanda Kabe'nin olduğu açık alana gidene kadar epeyce bir mesafe kat etmek gerekir. Çok önemli bir husus gözden kaçmasın, yalın ayakla mermer zeminde dolaşmak ayakları müthiş yoruyor. Yorgunluğa dayanmak nur denizinde yüzüldüğü için olsa gerek...

Medine şehri medeni, düzgün, temiz. Çarşısı, pazarı, ahalisi ve gelir seviyesi ile Mekke'den daha varlıklı görünüyor... Medine'nin misafiri ve kendisini emanet ettiği ensar ruhunun bugün devam eden çizgisi içinde peygamberimizin kutlu ve nurlu yerlerine hürmetin doruk noktasında yapılan düzenlemelerle ibadet huzuru korunmuş olan mescidin gece kandilleri sonsuza yanıyor. Hayat Arabistan'da Türkiye'den ucuz, umre zamanı böyle, hac döneminde pahalı oluyormuş. Pazarlık yapmak gelenek olmuş, bayağı indirim oluyor.

Her bakış, alan genişliğini ve uzayan açıklıkla birlikte asude, ferah ve havadar bir kulluk atmosferinde dinlendiriyor. Ayakkabı düzeninden, çıkış disiplinine, avlu dediğimiz mekânın temiz ve her türlü trafiğe kapalı olmasına kadar selim bir aklın davetçisi oluyorlar. Caminin avlusu ve çevresinde gecenin geç saatlerinde tezgahlar kapalı iken bile, bir düzen göze çarpıyor. Birçok peygamberlerin kabri ancak bölge olarak bilinirken, Peygamberimiz vefat ettiği yerde defnedilmiş, nokta olarak bu kadar net, tescilli ve alemin tanıklığında inşa edilmiş dolayısıyla kutlu kabrinin yeri kesin bilinmektedir.

Cidde'ye gitmeden edemiyoruz. Günü birlik, otoyoldan, tehlikeli ve anlaşılmaz biçimde hızlı trafiği takip ederek öğle üzeri şehre ulaşıyoruz. Kızıl deniz kıyılarında kurulan bu şehri beğeniyoruz. Yapılaşma göz tırmalamayacak kadar güzel. Her iki yanda çarşıların bulunduğu geniş ana caddesi görülmeye değer. Kızıldeniz kıyısındaki Emir sarayına yakın  sulardan göğe yükselen bir dev fıskiye görülmeye değer. Cidde'nin bazı çarşılarında bayanlar başı açık dolaşabiliyor. Cidde giderek daha fazla kozmopolitleşen bir şehir.  

Dönüşte dik kayalıkları tırmanıp, korkunç uçurumları izleyerek Taif yolundan Riyad'a gidiyoruz. Yol kıvrıla kıvrıla tepeye ulaştığında Al Hada'ya ulaşıyoruz. Yolun her iki yanında, irili ufaklı bakır kıçlı yüzlerce vahşi maymun görünüyor. Hınçlı hınçlı atlayacakmış gibi bakıyor geçen arabalara. Hatta, kamyon şöförlerinin kendilerine saldırmamaları için onlara muz, fıstık attıkları söyleniyor. Taif bir yayla kenti, Mekkelilerin yazlık evlerinin bulunduğu bir tarihi şehir. Cadde boyu çiçeklerle bezenmiş, evlerin güzelliği hemen farkediliyor. Göğe yükselen selvi ağaçları bize Karacaahmet mezarlığını anımsatıyor. Osmanlı'nın Mithat Paşa'yı buraya sürdüğünü, paşanın burada öldüğünü,  bu konuyu işleyen Hıfzı topuz'un "Taifte Ölüm" romanı anımsıyoruz. 

Dileğimiz her isteyenin Mekke ve Medine'ye gelmesi, bizim ise "son gelişimiz" olmaması.

Ali AKÇA
Kuveyt, 31 Mart, 2005
 

Kötü         Çok İyi  Oyla 
           
Tüm yazıları        ShareThis
  Geri  |  Arkadaşıma Gönder  |  Yazıcı Dostu
                 

    Hayat Verenler : Microsoft    HP Türkiye    PBS Bilişim    SAY Ajans    SFS - MAN    Superonline       

Türk Liderler:

Abbas Güçlü, Adil Karaağaç, Ali Ağaoğlu, <Ali Kibar, Adnan Nas, Adnan Polat, Adnan Şenses, Ahmet Başar, Ahmet Esen, Alber Bilen ,Ahmet Cemal Kura, Ali Abalıoğlu, Ali Naci Karacan, Ali Sabancı, Ali Koç, Ali Saydam, Ali Talip Özdemir, Ali Üstay, Arman Manukyan, Arzuhan Yalçındağ, Asaf Güneri, Atila Şenol, Attila Özdemiroğlu, Avni Çelik, Ayduk Koray, Aydın Ayaydın, Aydın Boysan, Ayhan Bermek, AyşeKulin, Ayten Gökçer, Başaran Ulusoy, BedrettinDalan, Bedri Baykam, Berhan Şimşek, BetülMardin, Bülend Özaydınlı, Bülent Akarcalı, Bülent Eczacıbaşı, Bülent Şenver, CağvitÇağlar, Can Ataklı, Can Dikmen, Can Has, Can Kıraç, Canan Edipoğlu, Celalettin Vardarsuyu, Cengiz Kaptanoğlu, Cevdetİnci, Çoşkun Ural, Cüneyt Asan, Cünety Ülsever, Çağlayan Arkan, Çetin Gezgincan, DenizAdanalı, Deniz Kurtsan, Didem Demirkent, Dilek Sabancı, Dr. Oktay Duran, Ege Cansel, Em. Org. Çevik Bir, Emre Berkin, Engin Akçakoca, Enver Ören, Erdal Aksoy, Erdoğan Demirören, ErhanKurdoğlu, Erkan Mumcu, Erkut Yücaoğlu, Ergun Özakat, Ergun Özen, Erol Üçer, Ersin Arıoğlu, Ersin Faralyalı, Ersin Özince, Ethem Sancak, Fatih Altaylı, Fatih Terim, Ferit Şahenk, Ferruh Tanay,Feyhan Kalpaklıoğlu, Feyyaz Berker, Fuat Miras, Fuat Süren, Füsun Önal, Göksel Kortay, Güler Sabancı, Güngör Kaymak, Hakan Ateş, Halit Soydan, Halit Kıvanç, Haluk Okutur, Haluk Şahin, Hamdi Akın, Hasan Güleşçi, HayrettinKaraca, Hazım Kantarcı, Hilmi Özkök, Hüsamettin Kavi, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Hüsnü Özyeğin, Işın Çelebi, İbrahim Arıkan, İbrahim Betil, İbrahim Bodur, İbrahim Cevahir, İbrahim Kefeli, İdris Yamantürk, İhsan Kalkavan, İshak Alaton, İsmet Acar, İzzet Garih, İzzet Günay, İzzet Özilhan, JakKamhi, Kazım Taşkent, Kemal Köprülü, Kemal Şahin, Leyla Alaton Günyeli, LeylaUmar, Lucien Arkas, Mahfi Eğilmez, MehmetAli Birand, Mehmet Ali Yalçındağ, Mehmet Başer, Mehmet Günyeli, Mehmet Huntürk, Mehmet Keçeciler, Mehmet Kutman, Mehmet Şuhubi, Melih Aşık, Meltem Kurtsan, Mesut Erez, Metin Kalkavan, Metin Kaşo, Muharrem Kayhan, Muhtar Kent, Murat Akdoğan, Murat Dedeman, MuratVargı, Mustafa Koç, Mustafa Özyürek, Mustafa Sarıgül, Mustafa Süzer, Mümtaz Soysal, Nafi Güral, Nail Keçili, Nasuh Mahruki, Nebil Özgentürk, Neşe Erberk, Nevval Sevindi, Nezih Demirkent, Nihat Boytüzün, Nihat Gökyiğit, Nihat Sırdar, Niyazi Önen, Nur Ger, Nurettin Çarmıklı, Nuri Çolakoğlu, Nüzhet Kandemir, Oğuz Gürsel, Oktay Duran, Oktay Ekşi, Oktay Varlıer, Osman Birsel, Osman Şevket Çarmıklı, Ozan Diren, Özen Göksel, ÖzdemirErdoğan, Özhan Erem, Pervin Kaşo, R.BülentTarhan, Raffi Portakal, Rahmi Koç, Rauf Denktaş, Refik Baydur, Rıfat Hisarcıklıoğlu, SakıpSabancı, Samsa Karamehmet, Savaş Ünal, SedatAloğlu, Sefa Sirmen, Selçuk Alagöz, SelçukYaşar, Selim Seval, Semih Saygıner, SerdarBilgili, Sevan Bıçakçı, Sevgi Gönül, Sezen Cumhur Önal, SinanAygün, Suna Kıraç, Süha Derbent, Süleyman Demirel, ŞadanKalkavan, Şadi Gücüm, Şahin Tulga, Şakir Eczacıbaşı, Şarık Tara, Şerif Kaynar, ŞevketSabancı, Tan Sağtürk, Taner Ayhan, Tanıl Küçük, Tanju Argun, Tansu Yeğen, TavacıRecep Usta, Tayfun Okter, Tevfik Altınok, Tezcan Yaramancı, Tinaz Titiz, Tuna Beklevic, Tuncay Özilhan, Türkan Saylan, Uğur Dündar, Uluç Gürkan, Umur Talu, Ümit Tokçan, Üzeyir Garih, Vehbi Koç, Vitali Hakko, Vural Öger, Yaşar Aşçıoğlu, Yaşar Nuri Öztürk, Yılmaz Ulusoy, Yusuf Köse, Zafer Çağlayan, Zeynel AbidinErdem

Tecrübeleriniz ve birikimleriniz toprak olmasın @ Copyright 2004 turklider.org