Ziynet Odası 
 Odam Olsun 
 Türklider Odaları 
 Sizin Odalarınız 
 Sohbet Odası 
 TV Odası 
 E-Kitap Odası 
 BŞenver 
 Gazete Odası 
 iPad 
 Hakkımızda 
 Şifremi Unuttum 

 

Ersin Özince Gözüyle 



Tüm Yazıları
       ShareThis

 

BİZDEN GÜZELLERİ VAR
08.12.2011
Okunma Sayısı : 10516
Oy Sayısı : 2
Değerlendirme : 5
Popülarite : 1,51
Verdiğiniz Puan :
 

 

BİZDEN GÜZELLERİ VAR

Bloomberg Businesswek dergisi benimle bir söyleşi yaptı.

Sizlere sunuyorum...

.
.

BİZDEN GÜZELLERİ VAR

Dünya nereye gidiyor?

EÖ: Şimdi dünya, esas olarak bu küreselleşme dediğimiz hadiseyle doğal gelişimini izliyor. Yani diğer bir ifadeyle dünyadaki bütün ağırlıklar, yerli yerine oturacak.

Asırlardır dünyayı 'kapitalist' dediğimiz gerek sanayi devrimini gerekse sömürgeciliği öncelikle yaşamış ülkeler domine etti. Sermaye buralarda toplandı, buralardan dağıldı veya dağılmadı. Şimdi ise dünyada ağırlıklar değişiyor.

Yani hem ekonomik, hem sosyal, hem askeri, hem siyasi açıdan dünyayı yeniden keşfediyoruz. Bu kapsamda da alıştığımız tek kutuplu kapitalizm çöküyor.

Yani eskiden tek kutuplu komünizm vardı onun karşısında da tüm serbest dünya vardı. Fakat kapitalizm de aynı şekilde tek kutuplu oldu.

Tek kutuplu ABD mi?

EÖ: ABD ve biraz da İngiltere. Bunlar dünyanın finans ve kapital piyasalarının çoğunluğunu oluşturdular. Bugün bunun böyle olmaktan çıktığı bir dünyada yaşıyoruz. Zaten G2O'nin yapısı bunu gösteriyor.


Ersin Özünce

Bu kötü bir şey mi yoksa iyi mi?

EÖ: Şimdi ben küreselleşme sürecinin dağınık düzende, yani  kendi doğallığında gitmesinden rahatsızım. Bu iş ikendi olgunlaşmasına bırakmış vaziyetteyiz.

Aslında çok iyiymiş gibi görünüyor. Fakat bunun bizi nereye götüreceği belli değil.

Örneğin ben, Türkiye olarak, bu konuda çok kötü etkilendiğimiz kanaatindeyim.

Neden?

Çünkü biz bütün kurumları itibarıyla kendisini Batı kapitalizme paralel geliştirmiş, ona çok bağımlı bir gelişmekte olan ülkeyiz. Ama bakıyoruz ki şimdi bunu bizden çok daha inançsız, bizden çok daha düzensiz yapanlar baş tacı oldu.

Örneğin biz yıllarca gerek siyasi, gerek ekonomik açıdan Batı'nın müttefiki veya uydusu olduk diyelim. Fakat bugün bakıyoruz, Basel prensibinden NATO politikasına kadar hiç ilgisi olmayan bir Uzakdoğu ülkesi, nitelikleriyle değil sırf incelikleriyle dünyayı domine ediyor. Bırakın dünyayı domine etmeyi Çin, Türkiye ekonomisini bile çok etkiliyor.

Yani bugün Türkiye'de Türk sermayedarlarının uyduğu bütün kuralları dikkate aldığınızda, çevre koşullarından Basel prensiplerine, dış ticaretten, Avrupa Birliği kriterlerine, istihdamla ilgili prensiplere, standartlara kadar bütün hususlarda, çok büyük dış ticaret açığı verdiğimiz Çin'in çok büyük tahakkümü altında olduğumuzu düşünüyorum.

Evet  ama ABD ve Avrupa hiçbir zaman onlara, bu kurallara uyun diye baskı yapmadı.

EÖ:
Yapmaz, çünkü onların işine geliyor. Ben burada Türkiye'nin dezavantajından bahsediyorum. Dolayısıyla Çin'in kabak çiçeği gibi açılıp dünyanın sosyal ve iktisadi kısa vadesine bir sel felaketi yahut tunami gibi gelmesini doğru bulmuyorum.

Bunu sadece Çin açısından diyorum. Bunu normalize edilmesi lazım. Yani dünya bugün Afrika açken Çin'i doyurmaya çalışarak da sorunlarını çözemeyecek. Ama şu şekilde de çözemeyecek: Geçenlerde bir ahbabım diyor ki, Avrupa ülkeleri içtikleri viskinin 12 yıllık değil de sekiz yıllık olmasına razı olsalar, krizden çıkarlar. Yani refahlarından birazcık fedakarlık etseler, o kadar çok birikimleri var ki krizden çıkarlar, problemi çözerler diyor. Ben bu çelişkileri dünyanın götüremeyeceği kanaatindeyim.

Nitekim bu Soğuk Savaş dönemi sona erdikten sonra dünya, birden barışa gark olacak, bir barış gezegeni olacak zannediyorduk. Bunun hiç de böyle olmadığını gördük, görmekteyiz.

Dolayısıyla ben küreselleşme sonrasında yaşadığını düşündüğüm krizin dünyayı, iyiye götürdüğü kanaatinde değilim. Küreselleşmenin mutlaka dizginlenmesi gerektiği kanaatindeyim.

Yani kontrolsüz bir sürece bırakılmaması lazım. Daha doğrusu bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin o kontrol sürecinde daha fazla söz sahibi olması lazım.

Dünya 2008'de krizle sarsıldı ve o kriz hala devam ediyor. Kontrolsüz finans sistemi, hırslı finansçılar ve iş dünyasının kural tanımaz bazı mensuplarının yarattığı krizin ne zaman sona ereceğini de söyleyebilen yok. Buna rağmen neden hala üniversitelerde en çok işletme, pazarlama ve finans gibi bölümlere talep var? İnsanlar krizin sorumlusu olarak bu disiplinin elemanlarını görmüyorlar mı? Bir diğer sorun da bu kadar olaydan sonra neden üniversiteler, bu işin sebeplerini doğru dürüst inceleyen dersler okutmazlar? Neden ahlak dersi konulmaz? Neden bu işin sorumluları o üniversitelerde sorguya çekilmez? Nasıl bu hale geldiğimiz neden konuşulmaz üniversitelerde?


EÖ: Birincisi yine dengeler kaydı. Doğrusu bir pozisyon kaçırıldıktan sonra geri gelmiyor. Gelişmiş ülkeler maalesef müspet ilimden çok uzaklaşmış vaziyetteler.

Yani bu ülkelerde ilimle uğraşan çok ciddi müesseseler, çok ciddi Ar-Ge faaliyetleri, üniversiteyle iş hayatını çok daha koordine çalıştıran  kültür var tabii. Hele bir tek gözüyle değerlendirmemizin yanlış anlaşılmaması lazım. Yalnız bugün üniversite ortamının, eğitiminin zengin olduğu ABD'deki olguyu da incelediğimizde, yüksek lisans ve lisansüstü tahsil yapanların çok büyük bölümünün özellikle Çin ve Hindistan gibi ülkelerden geldiğini görüyoruz.

Şimdi problem bir yandan da toplumların hırsından kaynaklanıyor. Yani bir toplum bilime, bilimsel akla ne kadar çok değer veriyorsa talep de o kadar artıyor.

Özetle şöyle söyleyelim, müspet ilimin şahikasına varmak istiyorsanız profesör olup bilime mi kendinizi adamak istersiniz yoksa, ne bileyim , hizmet sektöründe çalışıp bankacı olup ailenizi daha iyi geçindirmek mi istersiniz?

Yani bugün Türkiye'de o Cumhuriyet'in ilk dönemlerindeki paradigma tamamen değişmiştir. Ne diyor Atatürk? Benim manevi mirasım bilimdir, akıldır diyor. Bugün kaç kişi topluma böyle bir miras bırakmaktan söz edebilir. Boş ver sem mirası, para bırak denir. Atatürk onu topluma söylerken ne büyük bir heyecan, büyüme, gelişme hırsı varmış Türkiye Cumhuriyeti'nde.

Şimdi dolayısıyla bu tür daha çok kişisel tercihlerle değil, toplumun buna verdiği önemle öne çıkıyor ve geri planda kalıyor. Bir de, diyelim ki değer verdiniz. Bugün en ucuz bilimsel emek ne yazık ki  yine Uzakdoğu'da.

Şöyle bir anımı anlatayım. Bundan yaklaşık 10 yıl kadar önce Fransız Arc Grubu'nun başında Philippe Durant diye bir kişi vardı. Onlar cam ev eşyasında dünyada birinci, biz ikinciyiz. Geldi buraya konuşuyoruz.

Bana dedi ki,"Bakın ben Uzakdoğu'ya yatırım yaptım, orada sizden ucuza işçi çalıştırıyorum. Ama siz hala avantajlısınız, çünkü sizden ucuza kaliteli mühendis çalıştıramıyorum. Siz 2 bin dolar verseniz gayet kaliteli  mühendis istihdam edebiliyorsunuz.

Ama 5-10 seneye kalmayacak  sadece niteliksiz işçiyi değil, nitelikli beyni de sizden daha ucuza Çin'de bulacağız." Nitekim öyle de oldu.

ABD'de bundan iki ay önce bir sempozyuma katıldım. Orada şöyle düşünceler dile getirildi: Finans sektörü önemli bir avantajı, mühendislik tahsili yapmış birçok insanın kendi alanlarına dönmesi olacak. Ama bence bu da çok gerçekçi  değil, çünkü gelişmiş ülke toplumları artık sadece kol gücünün değil, beyin gücünün de rekabetini yapma noktasını geçmiş durumda.

O zaman ne yapacaklar?

Daha niş alanlara çekilecekler. Mesela artık bilgisayar yapmıyorlar, yazılım da yapmıyorlar.

Ne yapıyorlar, onu ürüne döndürecek beceriyi gösteren üretim tarzı uyguluyorlar. Yahut, enerji dediğimiz zaman elektrik santrali kurmakla ilgilenmiyorlar, bugün nükleer enerjiyi Avrupa üretiyor. ABD ise büyük bir ihtimalle enerji sorununu çözme peşinde.

Peki bizi krize getiren olaylar, ahlaki sorunlar niye konuşulmuyor?

EÖ: Biz Türkiye olarak çok açık bir toplum olma eğilimindeyiz. Bir anımı anlatayım. 1994'te Harvard Business School'da bir üst düzey  yönetici eğitimine girmiştim ve o sırada Türkiye krize girdi. İşte orada arkadaşlarımın hepsi benim için üzülüyor, sen geriye döndüğünde işine dönebilecek misin, sizin banka ne durumda falan diye soruyorlar.

Altı- yedi arkadaş aynı binada kalıyoruz. Herkesin ayrı odası var ama oturma odamız beraber. Onlar beni teselli etmeye çalışıyorlar. Hatta geri dönmeye mali gücün yetmezse, biz sana millerimizden bilet alalım filan diyorlar.

Yani ilgilendiler sağ olsunlar. Karım da bana Türkiye'den haftalık dergiler gönderiyor.

O zaman internet falan yok ya. Bu dergilerimizden birini görmüşler, bana dediler ki "Ya karın sana porno dergi mi gönderiyor?" Bunlar nasıl dergiler böyle.

Dedim ki ne porno dergisi, onlar bizim ülkede çıkan aktüalite dergiler, ama dikkat çeksin diye bunlara kimi zaman öyle kapaklar yapıyorlar ki…

Şakalaşıyorlardı arkadaşlar bizim ülkemizde böyle dergiyi poşete sokarlar diye.

Amerikan toplumu son derece tutucudur. Yani Amerika'da insanların hala çok ciddi sosyal kurumlara bağlılığı, devlete bağlılığı esas. Bu kendi kusurlarını da görmemek konusunda böyle.

Örneğin 11 Eylül sonrasında bu olayı biraz da Amerika'nın yanlış politikalarıyla ilintilendirenler oldu. Irak olayıyla ilgili birçok eleştiri oldu. Hatta şu an yaşadığımız krizle ilgili eleştiriler var.

Ancak Amerikan toplumu bunlara çok büyük bir sempatiyle destek vermiyor ve bilakis son derece acımasız yaklaşıyor.

Yani benim gözlediğim Amerika, dünyanın en serbest ülkesi olmasına rağmen bir yandan son derece ilkel yönleri olan bir ülke.

Örneğin bugün dünyada insanlara en kolay silah ruhsatı verilen veya idam cezasını uygulayan birçok eyaleti olan bir ülke ABD. Bu ülkede hakim zümrenin hatalarıyla ilgili konular Türkiye'deki kadar gündeme gelmiyor.

Bir ikinci anımı da şöyle anlatayım: Harvard Business School'da uluslararası rekabet hukukuyla ilgili bir ders görüyoruz.

Bir Amerikan hukuk firmasının çok üst düzey partner seviyesinde temsilcisi olan hukuk profesörü hocamıza, devlet yetkilisi konumundaki Nijeryalı bir arkadaşımız şu soruyu sordu:

Dedi ki "Kendi ülkenizde en küçük rüşveti en ağır şekilde cezalandırıyorsunuz, ama sizin şirketiniz bizlerin ülkelerinde her türlü rüşveti veriyorlar, hem de devlet başkanlarına, devlet yetkililerine ."

Hatırlasanız 70'li yıllarda bizde de askeri savaş uçaklarının alımıyla ilgili rüşvet verildiği ortaya çıkmıştı Amerikan belgelerinden. Beyefendinin cevabı şöyle oldu: "Siz rüşvet almaktan vazgeçer, rüşveti ahlaki bir davranışla kaldırırsanız, o zaman böyle şeyler yapmayız." Bu demagojik bir cevaptı tabii. Fakat bugün ABD, yaşanan büyük krizde halkına hesap vererek değil krizin faturasını başka bir yerden çıkartabilmek çabasıyla kurtulmaya çalışıyor.

Onun için de bu işin gerçek sebepleri pek fazla konuşulmuyor galiba…


EÖ: Konuşulmuyor. Aslında benim birçok konuşmamda şöyle ifadeler kullanmam büyük rahatsızlık hissetmemdendi: Gün geldi "bankacı olduğuma utanıyorum" dedim . Çok büyük bir ayıp, çok büyük bir ihanetti dışarıda yaşananlar… Bu sadece ABD'de yaşananlardan değil, Avrupa'da yaşananlarla da ilgili. Hele bizim gibi ülkeler açısında tam da "ele verir talkını, kendi yutar salkımı" sözüne benziyor.

Hem bizim gibi ülkelere örnek olmaya çalışıp, yol yordam gösterip kendileri kötü sonuç veren işler yaptılar. Maalesef dünyanın birçok yerindeki bankacılığa baktığımızda çifte standardı sonuna kadar görüyoruz. Zaten bankacılık dünya insanının refahı için, dünya ekonomisinin entegrasyonu, yani daha koordine, daha sinerjik çalışması için yapılsaydı, dünya bu hale düşmezdi.

Bunun etkilerinin uzun yıllar devam edeceği kanaatindeyim. Neden? Çünkü güven duygusu ortadan kalktı. Yalnız kamu maliyesini değil özel sektör finansını da olumsuz etkilediler. Neden? Çünkü gaz gibi uçtu gitti güven.

Yunanistan'ın borçları silinecek. Tabi bu durum Avrupalı bankaların bilançolarını da etkileyecek. Bu gelişme bizim bankalarımıza nasıl yansır? Sendikasyonlar ne kadar etkilenir?


EÖ: Şunu söylemek istiyorum. Bizatihi Yunanistan ile ilgili durumun, ahlaki yönden çok büyük bir problem yaratacağı kanaatindeyim. 10 yıl devletler için çok kısa bir süre.

Ülkemiz Batı'nın, Yunanistan'dan çok daha fazla siyasi ve iktisadi müttefikidir. Buna rağmen 10 yıl önce krize girdiğinde Türkiye Cumhuriyeti'ne "askeri destek verirsen yardım alırsın" dendi.
Nereden türediği belli olmayan bir takım uzmanlar bugün Yunanistan'ı borcunu silerek kurtarmaya çalışıyor.

Bence bu Yunan milletine de, bizim gibi ülkelere de yapılabilecek en büyük kötülük. 'Ülkeyim' diyen bir ülkenin ayağa kalkıp 'ben borcumu ödeyeceğim' demesi lazım. Nüfusu 10 milyona düşmüş, savaşlar yorgunu, Kurtuluş Savaşı vermiş bir ülkenin Osmanlı'nın borcunu ödemeye kalkışması bir onur meselesidir.

Yunanistan'ın borçlarını silmeye yönelik yaklaşımının hiç doğru olmadığını düşünüyorum. Önce bu paraların nereye gittiğinin hesabının verilmesi lazım. Bu para kimdeyse çıkarıp vermesi lazım veya Yunan halkı haksız bir zenginleşme yaşadıysa bunun geri ödenmesi lazım.

Gerçi Yunanistan'daki krizin Türkiye'ye olumsuz etkileyebileceğini düşünmüyorum. Yunanistan'dan başlayan problem Avrupa'ya büyük bela getirdi. Bu problemi muktedir bir şekilde ele almakta geciktiği için Avrupa ağır bir itibar kaybına uğradı.

Geçen yüzyılın en büyük icadıydı Avrupa Birliği. Daha ilk virajda böyle bir sorun yaşayıp ağır yara alması çok yazık oldu. Demek ki Avrupa Birliği liderlerinin böyle bir sorunu yönetecek vizyonu yokmuş.



Yani özetle Türk bankaları bu durumdan pek etkilenmeyecek?


EÖ: Muhakkak ki etkileyecekler. Ancak çok etkilenmemeleri lazım. Bu durum şöyle etkiliyor bizim bankaları: Bizim bankalarımızın çoğunluğu Avrupa sermayesine satıldı. Öncelikle buradan etkiler.

Daha iyi ya, belki de Türk sermayesi bir gün satın alır Avrupalı ortaklarını…
EÖ: Mümkün değil. Günümüzde Türkiye ve Avrupa'nın kabul etmek zorunda kaldığı prensiplerle bankacılığa sermayedar gelmez. Hele Türkiye'ye geleceğini hiç zannetmiyorum. Çünkü Türkiye şu anda bankacılığını cazip olmaktan çıkarmak için ne lazımsa yapıyor.

Dünyanın en iyi bankası olsanız ve Türkiye'nin en iyi bankasını satın alsanız, bugün huzur içinde işinizi büyüteceğiniz, kazandığınızı ülkenize götürebileceğiniz koşullar belli değil Türkiye'de. Yıllardır Türkiye'de çok iyi sermaye yeterliliğinden bahsediyoruz. Bugün banka yatırımcısının Türkiye'de bankasına koyduğu sermayenin temettüsünü alması kısıtlı.

Bunun sebebi Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'nun (BDKK) politikaları mı?


EÖ: Bunun sebebi hem BDDK, hem de Türkiye'nin kredi notunun düşük olması. Türkiye, bankacılık sermayesi açısından ne koysanız vakum gibi çeken bir ülke. Şimdi kendimizi banka sermayedarının yerine koyalım.

Ne verirseniz ne alacaksınız Türkiye'den… Türkiye'de banka büyütmek de kolay değil. Sistem büyük oyuncuların ve hala ciddi bir kamu payının etkisinde. Diğer taraftan piyasalar sığ. Merkez Bankası (TCMB) fevkalade dominant. Tabii ki dominant olacak, ama Türkiye hala küçük bir bankacılık piyasası olmanın sıkıntılarını da yaşıyor.

Mesela TCMB dominant diyoruz. Ama TCMB son zamanlarda birbiriyle çelişen açıklamalar yapıyor. Bundan sonra piyasada şöyle bir şey ortaya çıkıyor: TCMB tahmin edilebilir değil ve güvenilmez. Bu yoruma katılıyor musunuz?


EÖ: Bu beni pek ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren yatırımcı davranışları. Neden? Çünkü lafla peynir gemisi yürümüyor. Tasarruf sahiplerinin, yatırımcıların talepleri var. Sizden verim isterler, sizden para isterler, kazanç isterler.

Kazandıracak mısın? Kazandırmayacak mısın? Türkiye'de yalnız Merkez Bankası'nın değil, genel olarak bir düşük faiz politikası var. Hatta zaman zaman Sayın Bakanımız, Sayın Başbakanımız sadece reel faizin değil, faizin bile düşük olması gereği üzerinde duruyor.

Peki o zaman yatırımcıya, senin bizden alacağın bir şey yok, daha iyi yerlere bak demek gibi oluyor. Daha iyi yerler de var. Türkiye hep kendini güzel gibi hissediyor.

Yıllar önce bir İsrail Merkez Bankası Başkanı "Bu güzellik yarışması. O günün güzelleri kimlerse onlar arasından en güzel olan tercih edilecek demişti." Velhasıl Türkiye istikrarlı ve verimli bir piyasa görünümü arz etmiyor şu sıralar. Bizden daha güzelleri var.

Avrupa'da ülkelerin kredi notları düşüyor. Biz ise tam bir not artırımı beklerken, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitchi Türkiye'nin görünümünü düşürdü. Yeniden Durağan'a çevirdi. Bizim için bir not artırımı söz konusu olabilir mi sizce?


EÖ: Bunun artırılabileceğini, Türkiye'nin mevcut yerinin yanlış olduğunu defalarca söyledik. Türkiye'nin notu ne olursa olsun "yatırım yapılabilir ülke" seviyesinde olmalıydı.

Geçen sene olmalıydı bu. Ancak şu sıralar Türkiye'nin biraz yatırımcıyı irite edecek söylemleri de var.

Örneğin Türkiye dış  politikada sıfır siyasi sorun  politikası izliyordu. Ancak şimdi dışarıdan bakılınca, komşularıyla sürtüşmeli bir konuma ilerliyormuş gibi görünüyor. Biz bunun  böyle olmadığını biliyoruz, ama dışarıdaki insan Türkiye'nin  Arap Baharı'yla ilgili çok etkin bir role soyunduğunu zannediyor..

O problemlerin olumsuzluklarına maruz kalabilir diye düşünüyor. Halbuki kazancın ne olduğu belli değil. Hani bir zamanlar Turgut Özal döneminde "bir koyup üç alacağız" gibi bir yaklaşım vardı. Şimdi böyle bir şeyde görünmüyor.

O zaman yatırımcı da "yanlış ata oynamayayım, hele şunlar sıkıntılarını halletsinler ondan sonra" diyor. Faydaya bakıyorsunuz, "faiz vermeyeceğim" diyor, hatta "özel sektörüm de vermesin" diyor. "Ha an gelir veririm" diyor ama "ülkeme yatırım yapana." Ülkeye yatırım yapana da bakıyoruz, üretim maliyetleri pek avantajlı değil. Yarattığın fırsat maliyetleri çok dengesiz olabiliyor.

Mesela şu oturduğumuz yerden, bizimki dahil bir sürü çok katlı bina görüyoruz. Bu çok katlı binaların yanında hala çok eski binalar bulunuyor. Yani Türkiye hep böyle zikzaklar ülkesi gibi yaşıyor.

Benim şahsen, bankam olarak değil Ersin Özince olarak çabam, Türkiye'yi sürekli dış dünyaya açacak, yabancı yatırımcıya açacak, ona hep cazibe sunacak ama kalıcı yatırımlar yapmak kaydıyla da kazanca ortak edecek bir mantık yaratmak.

Nitekim bunu bankacılık sektöründe yaptık. Çok mutluyum. Türkiye'deki birçok bankanın satışında hiç değilse fikri düzeyde katkım olduğunu düşünüyorum. Ama bugün eskiden muhatap olduğum insanların yüzüne baksam, "yani ne aldılar, ne alabilecekler" diye sorarım kendime. Tek şey şu oluyor: "Eee canım sizin ülkenizdeki işler bundan da beter. Hiç değilse bizim ülkemizdeki yatırımlarınızın değerinde gelişme oldu, değerleri arttı" diyebiliriz. Ama bu yeterli değil.

Unutmamamız gerekiyor ki Türkiye büyümek için, gelişmek için dış kaynağa ihtiyaç duyuyor. Bu dış kaynağı da kalıcı olarak getirmek lazım. Bunun için de bizim en yüksek kredi notunu alma yolunda çabalamaya devam etmemiz lazım. Ancak kredi derecelendirme şirketlerinin eline bahane veriyoruz kanaatindeyim.

Beklentiler ekonomik büyüme hızının 2012'de düşeceği yönünde. Bir taraftan da bankalara kredi genişlemesini yavaşlatın telkinleri yapılıyor. Bu durum 2012'de banka karlarını nasıl etkiler?

EÖ: Kredileri artırmama konusu, dış ticaret olayında paradoksa benziyor. Bu paradoksa işaret eden haberler okuyorum basından. Mesela bir haberde deniyor ki "vergi gelirlerinin artmasında ithalatın büyük payı var." Bir başka haber diyor ki "vergi gelirleri güçlü artıyor, kayıtlı sistemle ilgili bir şeyler yapılacak diye bekliyoruz." Bunların hepsi yatırımcılar için önemli şeyler.

Bir başka haber ise "ihracat için ithalata bağımlıyız" diyor. Şimdi büyüme de aynı şekilde. Biz güçlü büyümeyi realize ettiğimiz zaman, büyük dış ticaret açığı verdik. Ben bu dış ticaret açığı konusunu şuna benzetiyorum: Kolesterolünüz yüksekse "yağ yemeyin, et yemeyin, yumurta yemeyin." Derler. Ya biz bunları zaten hep bulabiliyor değiliz ki.

Banka kredileri belli bir oranı aşmasın dendiği zaman, bir yabancı bankanın genel müdürü bana şu soruları sormuştu: "Bu konuda bir yaptırım olacak mı? Bu konuda bir mevzuat çıkacak mı?" Nasıl bir yaptırım söz konusu belli değil. Yani tanımlanmamış bir tehditle karşı karşıyasınız.

Siz bir ülkeye yatırım yapıyorsunuz. Bir sermaye ve know – how koyuyorsunuz. Niçin yapıyorsunuz bunu, işinizi büyütmek için. Ama o ülke, serbest piyasa ekonomisinin kuralları dışında çeşitli etkilerden bahisle, cironuzla ilgili bazı söylemlerde bulunuyor. Belirsizlik en kötü şey. Şunu desek uygundu: "Efendim, banka kredileri bugün oranın üstünde artmasını şu kurallara bağlıyoruz." Bankalar tek tek çağrılıp konuşulabilirdi de.

Krediye o kadar çok ihtiyacımız var ki, bu kötü bir paradoks aslında. Yani Türkiye Cumhuriyeti'nin serbest piyasa mantığıyla uymayan her türlü söylem ve politikadan vazgeçmesi lazım. Bu rekabete indirilen en ağır darbe. Rekabet Kurulu'nun bu hususlara eğilmesi lazım.

Bu kredilerle ilgili şeyler benim bildiğim kadarıyla ortadan kalktı. Ama dış ticaret açığını özellikle uluslararası ticaret politikamızla düzeltmeye çalışmalıyız. Çok basit bir örnek. Bugün Çin-Türkiye ticareti… İstanbul Boğazı'ndan Çin'in Varyag Uçak Gemisi'ni uluslararası anlaşmaları zorlayarak geçirdiğimizde, bize bir takım sözler verildiği konuşulmuştu.

Mesela 1 milyon Çinli turist gelmedi, öyle değil mi?


EÖ: Türkiye- Çin ticaretinin hala aleyhimize geliştiğini görüyoruz. Bunu Çin'e duyduğum bir husumet olarak algılamayın. Ben, bilakis ticari ilişkinin iki toplumun da azami faydası sağlayacak şekilde ve uzun vadeli gelişmesini tercih ederim.

En büyük cam üreticilerinden biriyiz biz ülkemizde. En büyük cam ithalatının da başta Çin olmak üzere Uzakdoğu'dan yapıldığını, bu ülkelerin hemen hiçbiriyle de Türkiye'nin bir mütekabiliyet esaslı ticari ilişkisinin olmadığını düşünüyorum.

Eğer var da biz yanılıyorsak müessirdik. Yani bugün Türkiye'de üretilen, hatta aynı fiyatta üretilen birçok ürünün Çin'den ithal edilmesinin ekonomiye ne yararı var, bunu izah edemiyorum kendime. Elbette Türkiye serbest piyasa ekonomisi olmalı, ama bu piyasa ekonomisi içinde bireysel ve toplumsal menfaatler göz ardı edilmemeli.

Basel II kriterlerine dikkat çekiyorsunuz bir süredir. Bu kriterlerin Türk şirketlerini, özellikle de Kobi'leri zorlayacak koşullar içerdiğini söylüyorsunuz. Türkiye Basel II kriterlerine uyum konusunda nasıl bir yol izlemeli?


EÖ: Ben bu konuda devletimizin önde gelenlerine de uluslararası platformda gelişen ülkelerin sesi olmamız gerektiğini, bu ülkelerin menfaatlerinin korunması yolunda önder olmamız gerektiğini işaret ettim. Kimseyi de suçlamak değil amacım; ama anladığım kadarıyla bu konuda bizi pek kale almıyorlar…

Yöremizde başta barış ortamı olmak üzere birçok konuda sıkıntılar varken, dünyada yeni dominant güçler gelişiyor. Kısacası ben OECD tarzı eski paktların daha üretken ve sinerjik olduğunu düşünüyorum. Basel'in ve özellikle Basel III'ün , Türkiye'nin kendi menfaatleri açısından da yöre ülkeleri ile ilişkilerindeki yöresel menfaatleri açısından da kısıtlayıcı olacağı kanaatindeyim. Bizi problemli sermayeye daha çok meftun edecek.

Basel III'e uymazsak ne olacak?


EÖ: Konu uymak ya da uymamak değil. Uluslararası platformlarda, özellikle ülke kredi notlarının yarattığı sakıncaları, nazarı ve bölgesel farklılıkları dikkate alarak farklı reçeteler üretilmesini talep ediyoruz. Bu talebimizi mutlaka çok daha fazla seslendirmeliyiz. Bu talebimizle, dünya barışı ve refahı açısından kaygıları daha açık bir şekilde ortaya koymalıyız.

Gelişmiş ülkelerin sermaye kurallarını, yani finans-kapital kurallarını körü körüne kabul edersek, ki ben bu kuralları karşılayamayacağımız kanaatinde de değilim, karşılarız, ama bu kuralların bizi gelişme açısından mahkum edeceği kanısındayım. Aynı futboldaki birinci-ikinci lig gibi.

Birinci lig takımları kendi aralarında, ikinci lig takımları kendi aralarında değerlendirilmeli. Böyle yapılmalı ki biz kendi insanımıza bir miktar daha refah transferi  yapacak finansal imkanları yaratabilelim.

.



.


Kötü         Çok İyi  Oyla  
  Geri  |  Arkadaşıma Gönder  |  Yazıcı Dostu
 
Tüm yazıları
ShareThis

    Hayat Verenler : Microsoft    HP Türkiye    PBS Bilişim    SAY Ajans    SFS - MAN    Superonline       

Türk Liderler:

Abbas Güçlü, Adil Karaağaç, Ali Ağaoğlu, <Ali Kibar, Adnan Nas, Adnan Polat, Adnan Şenses, Ahmet Başar, Ahmet Esen, Alber Bilen ,Ahmet Cemal Kura, Ali Abalıoğlu, Ali Naci Karacan, Ali Sabancı, Ali Koç, Ali Saydam, Ali Talip Özdemir, Ali Üstay, Arman Manukyan, Arzuhan Yalçındağ, Asaf Güneri, Atila Şenol, Attila Özdemiroğlu, Avni Çelik, Ayduk Koray, Aydın Ayaydın, Aydın Boysan, Ayhan Bermek, AyşeKulin, Ayten Gökçer, Başaran Ulusoy, BedrettinDalan, Bedri Baykam, Berhan Şimşek, BetülMardin, Bülend Özaydınlı, Bülent Akarcalı, Bülent Eczacıbaşı, Bülent Şenver, CağvitÇağlar, Can Ataklı, Can Dikmen, Can Has, Can Kıraç, Canan Edipoğlu, Celalettin Vardarsuyu, Cengiz Kaptanoğlu, Cevdetİnci, Çoşkun Ural, Cüneyt Asan, Cünety Ülsever, Çağlayan Arkan, Çetin Gezgincan, DenizAdanalı, Deniz Kurtsan, Didem Demirkent, Dilek Sabancı, Dr. Oktay Duran, Ege Cansel, Em. Org. Çevik Bir, Emre Berkin, Engin Akçakoca, Enver Ören, Erdal Aksoy, Erdoğan Demirören, ErhanKurdoğlu, Erkan Mumcu, Erkut Yücaoğlu, Ergun Özakat, Ergun Özen, Erol Üçer, Ersin Arıoğlu, Ersin Faralyalı, Ersin Özince, Ethem Sancak, Fatih Altaylı, Fatih Terim, Ferit Şahenk, Ferruh Tanay,Feyhan Kalpaklıoğlu, Feyyaz Berker, Fuat Miras, Fuat Süren, Füsun Önal, Göksel Kortay, Güler Sabancı, Güngör Kaymak, Hakan Ateş, Halit Soydan, Halit Kıvanç, Haluk Okutur, Haluk Şahin, Hamdi Akın, Hasan Güleşçi, HayrettinKaraca, Hazım Kantarcı, Hilmi Özkök, Hüsamettin Kavi, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Hüsnü Özyeğin, Işın Çelebi, İbrahim Arıkan, İbrahim Betil, İbrahim Bodur, İbrahim Cevahir, İbrahim Kefeli, İdris Yamantürk, İhsan Kalkavan, İshak Alaton, İsmet Acar, İzzet Garih, İzzet Günay, İzzet Özilhan, JakKamhi, Kazım Taşkent, Kemal Köprülü, Kemal Şahin, Leyla Alaton Günyeli, LeylaUmar, Lucien Arkas, Mahfi Eğilmez, MehmetAli Birand, Mehmet Ali Yalçındağ, Mehmet Başer, Mehmet Günyeli, Mehmet Huntürk, Mehmet Keçeciler, Mehmet Kutman, Mehmet Şuhubi, Melih Aşık, Meltem Kurtsan, Mesut Erez, Metin Kalkavan, Metin Kaşo, Muharrem Kayhan, Muhtar Kent, Murat Akdoğan, Murat Dedeman, MuratVargı, Mustafa Koç, Mustafa Özyürek, Mustafa Sarıgül, Mustafa Süzer, Mümtaz Soysal, Nafi Güral, Nail Keçili, Nasuh Mahruki, Nebil Özgentürk, Neşe Erberk, Nevval Sevindi, Nezih Demirkent, Nihat Boytüzün, Nihat Gökyiğit, Nihat Sırdar, Niyazi Önen, Nur Ger, Nurettin Çarmıklı, Nuri Çolakoğlu, Nüzhet Kandemir, Oğuz Gürsel, Oktay Duran, Oktay Ekşi, Oktay Varlıer, Osman Birsel, Osman Şevket Çarmıklı, Ozan Diren, Özen Göksel, ÖzdemirErdoğan, Özhan Erem, Pervin Kaşo, R.BülentTarhan, Raffi Portakal, Rahmi Koç, Rauf Denktaş, Refik Baydur, Rıfat Hisarcıklıoğlu, SakıpSabancı, Samsa Karamehmet, Savaş Ünal, SedatAloğlu, Sefa Sirmen, Selçuk Alagöz, SelçukYaşar, Selim Seval, Semih Saygıner, SerdarBilgili, Sevan Bıçakçı, Sevgi Gönül, Sezen Cumhur Önal, SinanAygün, Suna Kıraç, Süha Derbent, Süleyman Demirel, ŞadanKalkavan, Şadi Gücüm, Şahin Tulga, Şakir Eczacıbaşı, Şarık Tara, Şerif Kaynar, ŞevketSabancı, Tan Sağtürk, Taner Ayhan, Tanıl Küçük, Tanju Argun, Tansu Yeğen, TavacıRecep Usta, Tayfun Okter, Tevfik Altınok, Tezcan Yaramancı, Tinaz Titiz, Tuna Beklevic, Tuncay Özilhan, Türkan Saylan, Uğur Dündar, Uluç Gürkan, Umur Talu, Ümit Tokçan, Üzeyir Garih, Vehbi Koç, Vitali Hakko, Vural Öger, Yaşar Aşçıoğlu, Yaşar Nuri Öztürk, Yılmaz Ulusoy, Yusuf Köse, Zafer Çağlayan, Zeynel AbidinErdem

Tecrübeleriniz ve birikimleriniz toprak olmasın @ Copyright 2004 turklider.org