Ziynet Odası 
 Odam Olsun 
 Türklider Odaları 
 Sizin Odalarınız 
 Sohbet Odası 
 TV Odası 
 E-Kitap Odası 
 BŞenver 
 Gazete Odası 
 iPad 
 Hakkımızda 
 Şifremi Unuttum 

 

Bedri Baykam Gözüyle 



Tüm Yazıları
       ShareThis

 

BİR BÜYÜK MÜCADELENİN TOHUMU:
30.09.2006
Okunma Sayısı : 7661
Oy Sayısı : 7
Değerlendirme : 4,43
Popülarite : 3,74
Verdiğiniz Puan :
 

 

BİR BÜYÜK MÜCADELENİN TOHUMU:
SAN FRANCISCO MÜZESİ OLAYI


Yaşadığım krizin en iyi anlatımı şöyle yapılabilir: İşte yazı yaşıyoruz ve benim Türkiye’ye gidecek param yok, Amerika’da sürünüyorum. Parasızlık o safhada ki, bir Türkiye seferi yapmam gündeme bile gelemiyor.

Temmuz ayında bir öğleden sonra Fairmount Avenue’daki evimize gelip posta kutusunu açıyorum: San Francisco Müzesi’nden gelen bir zarf var. Heyecanla zarfı yırtıp kağıdı elime alıyorum. Tüm umutlarımın sönmesi 15 saniye alıyor. Bizim okulda John Streetz’in odasında Michael Bell imzalı mektup münasip bir dille, neden müdür Hopkins’in beni göremeyeceğini anlatıyor. İleride tüm belge ve kitaplarda sıkça sözü edilecek bu mektubu burada olduğu gibi yayınlamak lazım:

“Sevgili Bedri, Henry Hopkins 13 Mayıs tarihli mektubunuza yanıt vermemi istedi. Şu anda böyle bir randevuyu size veremeyeceği için özürlerini iletiyor. Bence o kadar çok bölgesel işleri var ki, faaliyetlerini azaltmaya çalışıyor. Ben buna bağlıyorum.

Ancak size başka bir öneri yapabilirim. San Francisco Grove Street’de ‘Arts Commission Gallery’ sanatçılardan teklif alıyor. Özellikle sanatçı gruplarından. Böylece müşterek bir temaya uyan meslektaşlarınla bir şey yapmak istersen bir grup sergisi düşünebilirsiniz:

‘Yakın doğudan Bay Area bölgesi beş Yeni Dışavurumcu’. Böyle bir istikamet seçebilirsiniz. Orada da kişisel sergileri büyük ihtimalle değerlendirmezler.

En iyi dileklerle. Michael S. Bell. Küratörlük asistanı”

Sinirden köpürdüm. Müze müdürü daha resimlerime bakmaya tenezzül etmeden, yanıtı da kendisi vermeden, resimlerini görmediği ve bilmediği bir sanatçıyı başvurusunu iki ay boyunca uyuttuktan  sonra siktir etmiş oluyordu. Bu ırkçılığın , önyargının, alçaklığın ta kendisiydi. Bu adamlar ayıp olmasın diye, laf olsun diye “dialarınızı bize yollayın, bir bakalım” şeklinde politik bir yanıt verme ihtiyacı bile duymuyorlardı. Halbuki “Müdürün vakti yok, sen dialarını yolla” dese, bir ay sonra da bir özür mektubu yollasa, elim kolum bağlanacaktı.

O zaman dialara bakmadan çöpe bile atsalar, sözde mektubumun gereğini yapmış görüneceklerdi. Dolayısıyla şimdi geriye baktığımda bu önyargılarını bu kadar pervasızca ortaya koyup, sanat tarihini nasıl fütursuzca salt Batılı bir alan olarak kurduklarını itiraf etmiş olmalarını büyük bir şans olarak görüyorum ve aslında kendilerine teşekkür ediyorum. Bu mektubu zavallılığın kanıtı, belgesi olarak tarihe yerleştirmek durumundaydım.

Oturup hemen Bell’e bir yanıt döşeniyorum. Bu önyargının, bu üstünlük küstahlığının, umursamazlığın hesabını soruyorum. Ondan gelen yanıt munis bir “Sizi anlıyorum” mektubu; bu sefer “maalesef doğu-batı ilişkileri konusunda söylediklerinizde haklısınız, büyük bir iletişimsizlik var” dedikten sonra, “Sizin ülkelerinizin güzellikleriyle karşılaşmıyoruz. Sizlerden öğrenecek çok şeyimiz var” diyerek sözlerini tamamlıyordu. Tabii Bell o anda kiminle dans ettiğini bilmediği için bu bir-iki mektupla olayın kapandığını sanacak, aradan ancak bir yıl geçtikten sonra, 1984 yazında o büyük şoku yaşayacaktı.

İşte ömrüm üzerinden düşüncelerime, eylemlerime ve araştırmalarıma yön verecek, Batının kültürel-siyasi emperyalizmine karşı savaşmamda etkin rol oynayacak olayların en önemlilerinden biri böyle şekillendi. “Modern Sanat Tarihi, Batının Bir Oldu Bittisi” ve “Maymunların Resim Yapma Hakkı” isimli araştırma ve kitaplarım esasında düşünsel boyutta o anda bir cenin olarak doğmuş oldular. Benim için ve aynı zamanda sanat tarihi için.

MoMA’DA “BATICI” ÖNYARGI YÜKLÜ SERGİ,
TETİĞİ ÇEKTİRİYOR!

1984, 17 Mayıs’ında, Dünyanın Modern Sanat Mabedi sayılan MOMA (New York, Museum of Modern Art) aylar süren bir renovasyon çalışmasından sonra yeniden açıldı. Benim açımdan burada en önemli konu, Kynaston Mc Shine isimli zenci sanat adamının hazırladığı “Sanat ve Heykel Konusunda Uluslararası Bir Araştırma” isimli sergiydi. Sergi, Yeni Dışavurumculuk ağırlıklı olarak yeni resmin dünyadaki patlamasını gündeme getiriyor ve tabii ki (!) beni ve tüm Batılı olmayan ülkelerin sanatçılarını değerlendirme dışı tutuyordu.

Başta  ABD olmak üzere hepsi Batılı olan 16 ülkeden 165 sanatçının katıldığı sergide, yalnız Polonyalı sanatçı Magdalena Abakanovicz Batılı meslektaşlarımızın yanında yer alabilmişti. Kaldı ki,, Polonya’da bir “Avrupa” ülkesiydi sonuçta. Doğu Avrupa, ama Avrupa. Sergi, benim açımdan güzel ve heyecanlandırıcıydı. Ancak geçen yıl San Francisco Modern Sanat Müzesi ile olan yazışmalarım ve karşılaştığım akıl almaz ırkçılığın burada tam bir teyidi mevzu bahisti. Demek ki konu burada ben, Ali ya da Veli değildi. İşte (güya) en saygın Batılı üst kurumların en başında gelen MOMA da, açıkça, hiç çekinmeden aynı ayıbı yapmıştı:

Hiçbir gerçek yaygın araştırma yapmadan, New York galericilerinin ve üç-beş büyük Batılı müzenin yönlendirmesiyle, tam bir kültürel iğfal yaşanıyor, adına utanmadan “uluslararası” denen bir sergide, bütün diğer ülkelerin hakkı yerlebir ediliyor, dünyanın yüzde 85’i yok sayılıyordu. Sergi kataloğunu babamla incelerken, bu istatistikleri ona anlattığımda, o da çok şaşırmıştı. Sinirden içim içime sığmıyordu. Galeriler sonuçta özgür ticari kurumlardı ve istedikleri kararla, istedikleri sanatçıları sergileyebilirlerdi. Ama kendine bu “üstün ulvi müze” statüsü veren bir sanat tapınağının böyle bir akıl almaz baştan savma gaf yapmaya hakkı yoktu. Çünkü serginin adı da “Batı sanatında bir resim ve heykel araştırması” değildi. “Uluslararası” ve tüm dünyayı kapsadığı yanılsamasını ima eden bir açık iddia vardı ortada.

Tohum, o gün Prince Street Bar’ın bir masasında konuşulurken atıldı. San Francisco Müzesi ile olan hesaplaşmam orada kalmayacak, kabak bu adamların başına patlayacaktı. Sonuçta o müze de yalnız adı geçen bir örnekten ibaretti. İşte bütün sistem açıkça gözümün önündeydi.

Dergiler, kitaplar, müzeler ve üretilen tüm tarih, hep tek yönlüydü. Hep aynı beş Batı ülkesi, Amerika, Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya kollanıyor, buna arada ister İsviçre, ister Danimarka olsun, şu ya da bu Batı ülkesi ekleniyordu. Buna karşın Batılı olmayan ülkeler de, tıkır tıkır işleyen bu müthiş sisteme karşı “boynum kıldan ince” dercesine, tüm haklarını ve kellelerini giyotine uzatıyor, tarihin gözleri önünde üretilişini seyre dalıyorlardı. Aşağılık kompleksi ve “adamlar yapmış bu işi yaa” felsefesi bunların gözlerini köreltiyordu. Halbuki ortada inanılmaz net, basit bir veri vardı: Hiç kimse koşmadığı bir yarışı kaybetmiş sayılamazdı.

Hiç kimseye karşı, pasaportu ve ırkı yüzünden “nasıl olsa bu ülkelerden bu dönem doğru dürüst bir sanatçı çıkmamıştır” denemezdi. Ve hiç kimse, hiçbir ülke veya kurum, bu kadar yarım yamalak üretilen bir tarihi, dünyaya “objektif sanat tarihi” diye yutturmaya kalkamazdı. Kimbilir geçmişte de, şu anda da Yeni Dışavurumculuk konusunda benim yaşadığım akıl almaz haksızlık hangi sanatçılara karşı, kaç kere tekrarlanmıştı. Buna tepki vermeye mecburdum ve kendi çöplüğümde, San Francisco’da, temmuz ayındaki sergide bunu gerçekleştirecektim. Bu kararımı ilk öğrenenler babam ve Toby Friedland oldular. Ortada çok soru işareti vardı. Değer miydi? Nasıl bir protesto yapabilirdim? Bütün köprüleri yakmış mı olurdum? Başka formül var mıydı? Bu sorular ortalıkta geziyordu. Ama ben büyük ölçüde kararımı almıştım.

Örneğin Fransız galerici Yvon Lambert’in bana tanıştırdığı Parisli sanatçı Jean Charles Blais, aynı Mayıs ayında Leo Castelli’deki ilk kişisel sergisini açtı. Paris’ten tanıştığımız Blais ile böylece New York’ta da birkaç kere buluşup yakın görüşme fırsatı buldum. Hayat onun için nasıl güzel ve rahattı... Fransız Yvon Lambert galerisi arkasındaydı. Fransız Kültür Bakanlığı ve dolayısıyla efsanevi Kültür Bakanı Jacques Lang arkasındaydı. Köklü Fransız vakıflar, koleksiyonerler arkasındaydı.

Hayat güzel, gelecek umut doluydu. Zaten ülkesi müze ağlarıyla kaplıydı. Benim ülkemde ise, Modern Sanat Müzesi olmadığı gibi, sözde çok iyi okumuş doktor, mühendis ve müteahhitler arasında, modern ve çağdaş sanatın neye yaradığını, hatta neye benzediğini pek bilen de yoktu. Yani benzer bir sonucu almak için ben sırtıma bağlı taş çuvallarıyla 200 ok atacaksam, o bir-iki okta hedefine ulaşabilecekti. Ama bu meslekte başa gelen çekilirdi ve pek şikayet hakkı yoktu. Ben de karizmayı çizdirmeden, fazla serzenişte de bulunmadan, Blais ile 1957 doğumlu, akran ressamlar olarak diyalogumu sürdürdüm. Onun arkasında, Poussin, Gericault, Delacroix, Matisse ve Picasso ile büyümüş ve kendini yetiştirmiş bir devlet vardı. Benim ortamımda ise, Atatürk öldüğünden beri kültür konusunda taş üstüne taş koyan olmadığı gibi, yaşadığımız devir de, hızlı zenginliğin, köşe dönmeciliğin ve arabesk kültürün egemenliğini “müjdeleyen” (!) Turgut Özal devriydi.

SAN FRANCISCO’DA
KÜLTÜREL GERİLLA EYLEMİ


Serginin açılış tarihi yaklaşıyor; San Francisco Modern Sanat Müzesi’nde. Yani “eylem” günüm yaklaşıyor. Taslak birkaç metin yazıyorum. Ayla Oral da okuyor, dinliyor ve moral destek veriyor.

Diyeceksiniz ki, bir dakika yahu, arkadaşın Ayla Hanım sanat tarihçi mi, ne anlar bu işlerden? Ama işte öyle değil. Koskoca müzeyi “basmadan” önce olayı her açıdan sağlama almaya çalışmak lazım! Psikolojik bir olay. Birkaç sanatçı dostuma okuyorum, onların tepkisini alıyorum, metne bazı rötuşlar yapıyorum. Tabii ki heyecanlıyım. Geriye sayım başlıyor. 30 Haziran günü serginin açılışı, 1 Temmuz’da da sergi etrafında düzenlenen sempozyum-panel var.

Manifestoyu nihayet rötuşlayıp son haline getiriyorum. Başlık şöyle: “Bir sorunun yanıtlanması lazım: Batı dünyası yine Modern Sanat Tarihi’ni yalnız Batılı sanatçıların tarihi olarak yazmakla mı meşgul?” İki sayfalık metinde ise Müze ile aramda geçen bahtsız yazışma ve ilişkiyi hatırlattıktan sonra, şu kritik soruları soruyorum: “Bu sergide kaç üçüncü dünya ülkesi sanatçısı var? Batı sanat dünyası, küratörleri ve eleştirmenleri ile, Modern Sanat tarihini salt Batılı sanatçıların tarihi olarak mı yazıyor? Yeni Dışavurumculuk konusunda da aynı senaryolar mı yaşanıyor? Müze bana karşı takındığı bu tavrı, bir Alman ya da Fransız ya da Hollandalı sanatçıya da gösterir miydi?” 

İkinci sayfanın başlığı ise şöyle “İsterdim ki, ‘İnsanlığın Koşulları’ adı verilen bir sergi, ‘insanlığın Zürih ve Chicago’daki koşulları’ adını alabileceği bir duruma düşeceğine, dünyadaki milyarlarca başka insanın da durumuna ve konumuna değinebilseydi.”
Bir sayfada ne kadar kısaltılabilirse, o kadar özet bir metinde, bütün “Doğu’ya karşı Batı önyargısı” düşüncelerimi ve Modern Sanat Tarihi’nin ezelden beri süregelen kuşkulu “üretiliş” tarzını gündeme getiriyordum.

Şimdi bugünün bakış açısıyla, o günlerde bu eylemi tasarlamam ve yapmam, işler olup bittikten sonra nispeten kolay görünebilir. Ama o kadar her açıdan “risk” dolu bir eylemdi ki! Manifestoyu son haline getirdikten sonra yüzlerce adet bastırttım. Dağıtımı bizim “Tony” ailesi yapacaktı. Hepsi dersini çalışmış ve konuya hakimdi. “Dayı”larının haklı olduğunu biliyorlardı.

Sonuçta onlar da genç birer sanat öğrencisiydiler.

Oturduk ve eylemi birkaç gün öncesinden en ince detaylarına kadar planladık. Mübarek sanki banka soygunu yapmaya gidiyorduk. Sonuçta o tarihi tokadı atacağımız günü getirecek olan gece, CCAC deki stüdyolara gittik ve nefis bir foto çekim yapıp rahatladık, gevşedik, güldük, şakalaştık. Örneğin dört-beş yıl sonra yaptığım “The Night of the Manifesto”, o geceki çalışmalardan üretilen bir fotopentürdü. Tam bir tiyatro sahnesi kurmuştuk atölyede sanki. O resmi bir kataloğumda görenler belki “hoş bir poz” deyip geçerler. Ama o anların içinde “tarih” vardı. Bu da harika bir gece olarak belleğimizde yer aldı. Aşırı geç kalmadan 01.00 gibi dağıldık. Tonyler “bizim” eve gitti. Ben ise Fairmount Avenue’deki son günlerimizi yaşadığımız, atılmak üzere olduğumuz evime döndüm. Gece 02.30 civarında beni uyandıran telefon babamdan geliyordu.

Telefonun öbür ucundaki ses okyanuslar ötesi “büyük patronum”du ve bana gecenin o saatinde “Bedri, vazgeç, eylemi yapma” diyordu. Kendine göre haklı gerekçeleri olabilirdi. Kara listelere girmem, alacağım bazı yanıtlarla zor durumda kalmam veya “düzen”le olan ilişkilerimi rayına oturtulamaz hale getirmem gibi kaygıları vardı. “Başka türlü hallederiz bunları, sabret” diyordu koskoca Dr. Suphi Baykam. Her ne kadar babam çok tecrübeli olsa da, burada konuyu baştan sona kontrol eden bendim.

Evet devlere saldıracaktım. Koskoca Amerikan kıtasının sanatsal düzenine “teslim” bayrağı çektirmek istiyordum. Zor işti. Ama hepsinden önemlisi ben ne yaptığımı, ne söylediğimi, savunduğum mantığı, her şeyi çok iyi biliyordum. Hiçbir tereddütüm yoktu; kesin ve sakin bir yanıt vererek “Hayır, yapacağım Patron” diye olayı izah ettim. O da beni dinledi ve üstelemedi. “Peki yap o zaman” dedi kapatırken. Ama belli ki yine de sıkıntılıydı.

Eylem günü hepimiz “Tony House” da, yani 333’de buluştuk öğleden sonra. Her birimiz şık giyinmiştik. Ben bembeyazdım, gömlek, pantolon. (Karım bugün hâlâ o eylem günü çekilen resimlerimin “en yakışıklı çıkmış fotoğraflarım” olduğunu söyler.) Esas fotoğrafları çeken, en taze Tony’miz, Hermann’dı.

San Francisco Modern Sanat Müzesi o günlerde Van Ness ve Mc Allister Caddeleri’nin kesişme noktasındaydı. Dev, müthiş bir klasik yapı. Arabalarımızı yani iki Vosvosu yakın yerlere park ettik. Bir dakika, yoksa beşimiz de benim Karman Ghia’yla mı gittik? Tam anımsayamıyorum. Tek bildiğim, saat 18.00’deki açılıştan yarım saat önce yerlerimizi alarak, San Francisco’nun kremasının eline manifestoyu tutuşturmaya başlamamız.

İnsanlar ilgiyle alıyorlar, kimileri de sorular soruyorlardı. Elimizdekilerden bir miktar, belki 60 -70 tane ince kataloglarımdan dağıttık. Saat 19.30’a kadar işimizi yapıp, büyük bir keyifle yine Bay Bridge üstünden evimize döndük. Hiçbir şey ters gitmemişti. Ne müze görevlileri ile atışmış, ne de korktuğumuz gibi polisle muhatap olma durumunda kalmıştık.

MÜZE MÜDÜRÜ ÖZÜR DİLİYOR!


İkinci eylem gününde, birincisinin verdiği özgüven ve rahatlıkla daha emin adımlarla hareket ediyorduk. Manifestoyu yine yüklü adette bastırdık. Bu, daha da önemli sempozyum günüydü. Bu sefer sabah 10.00’da yerimizi almıştık.

Senaryo aynıydı, yine dağıtıma başladık. Ama içeri girecek sempozyum biletimiz yoktu, üstelik kalmamıştı da. Tam o anda beni tanıyan bir Türk, çıkış kapısına geldi. Ziya Temeltaş’la daha önce “Yol” filmi konusunda entelektüel siyasi atışmışlığımız vardı. Aramızdaki konuşma çok hızlı geçti ve ülke kan bağları, aramızdaki yorum ayrılıklarının üstüne çıktı. Ziya bana kendi giriş biletini verdi, içeri girdim. Sempozyum tüm hızıyla sürmekteydi.

Dünyanın en ünlü sanat adamları masadaydı. Clement Greenberg, Donald Kuspit, Peter Selz, Achille Bonito Oliva, Marcia Tucker, Wolfgang Max Faust ve müze müdürü, benim “belalısı” olduğum Henry Hopkins konuşmacılardı. Oliva, Roma Üniversitesi’nde sanat tarihi profesörü ve Flash Art yazarıydı. “Transavangardia” denilen akımın en ünlü eleştirmeni ve “dünya sunucusu”ydu. Greenberg, Amerikan resmini dünya tarihine yerleştiren efsanevi “duayen” eleştirmendi. Pollocklar, De Kooningler ve tüm o “eküri”nin en çok üzerinden yürüdüğü iki-üç insandan biriydi. Marcia Tucker, New York’ta “New Museum”un direktörüydü. Donald Kuspit, Amerika’nın ve New York’un en önemli güncel eleştirmenlerinin başında geliyordu.

W. Max Faust ise yine çok ünlü bir Alman eleştirmen ve tarih yazarıydı. Berkeley Üniversitesi’nden Peter Selz, California’nın bir numaralı eleştirmeni ve Amerika’nın yaşayan en ünlü tarihçilerinden biriydi. Şu inanılmaz tesadüfe bakın ki, en yakın ressam/tenisçi arkadaşım Satoru Nishi’nin yanı boştu ve oraya oturabildim. Heyecandan neredeyse kanım beni ok gibi her an yerimden kaldırıp atacaktı. Etraftaki yüzlerce insanın elindeki manifestolara göz atıyordum. Sonra oturuma 45 dakika kadar bir ara verildi. O arada insanlar, çeşitli soruları yazılı olarak, lobideki soru kutusuna atacaklardı. Tabii ki benim manifestomun gargaraya gelmemesi için ben de “konumla” ilgili birkaç soruyu kutuya atarak, kendi kaderime doğrudan katkıda bulundum.

Zaten beni tanıyan başkaları da aynı şeyleri yapıyorlardı. Ama, buna benzer sorulu-yanıtlı konularda yıllarca süren Sorbonne deneyimlerini unutmayalım, öyle değil mi?
Sempozyumun öğleden sonra açılan seansında soruları yanıtlayan ve oturumu yöneten Henry Hopkins konuşmasında konuyu hemen benim manifestoma getirdi: “Bedri Baykam’ın manifestosu hakkında yoğun sorularınız oldu, şunu bilin ki böyle bir bakış açımız yok, biz onun resimlerine de, Ortadoğulu sanatçıların işlerine de, ve hatta bu ülkede yaşayan azınlıklar olan zenciler ve Porto-Rikolular’ın işlerine de bakmaya hazırız. Bir yanlış anlama olmuş” diyerek kamu önünde bize söz verdi.

O anda Henry Hopkins’i Allah kurtardı. Çünkü onun asistanı Michael Bell’in bana yazmış olduğu o kritik mektubu son iki gün evimdeki o kargaşada aramaya vaktim olmamış, hatta aramaya korkmuştum. Çünkü o kağıdı bulamasam, eylemi yapacak kararlılığımı kaybedebilirdim. Zaten eylemden birkaç hafta sonra kendiliğinden kağıt kürek ve çamaşırlarım arasından tekrar ortaya çıktı ve bu kitaptaki yerine, önünüze kadar geldi. Ama o gün, o belge salonda elimde olsaydı, kürsüye yürüyerek,

“Bu bir yalandır, sizin kurumunuz önyargı yüklüdür, özür borçlusunuz” diyerek salonu birbirine katardım.

Buna benzer salon ajitasyonlarını hayatımda sıkça yaptığım için, kaçan o fırsat biraz içimi burkuyor. Ama o belge elimde olmadan da, iş o “korsan” boyutuna taşınamazdı. Zaten o saniyede hâlâ ayağa kalkıp kürsüye yürüme tereddütüm var idiyse de, sevgili Satoru (Seigo) beni pantolonumdan zorla aşağı çekip, kontrol altında tutarak ayaklanmama mani oluyordu. (Aradan 20 yıl geçtikten sonra, 2004 Aralık ayında “San Francisco Manifestosu’nun 20. Yılı” başlıklı sempozyum Bilgi Üniversitesi’nde yapılırken, ben hâlâ farklı bir düşünceyle içimin derinliklerinde o günlerde neden o mektubu ısrarla arayıp bulup fotokopisini eylem günlerimde binlerce kişiye dağıtmadığım için ayrıca yanacaktım.)

Bunu da Türk olmayan bir insanın anlamasının zor olduğunu bilerek ekliyorum: Daha sonra bütün sanat tarihsel bilgi, belge, bulgu, vargı ve mantığını detaylı olarak “Maymunların Resim Yapma Hakkı” isimli kitapta (1994) etraflıca anlattım. Detayları ve olayın iç yüzünü oradan öğrenebilirsiniz. Ama ben şunu söyleyeyim: Ben bir Kemalist olmasaydım, hatta belki Dr. Suphi Baykam’ın oğlu olan bir Kemalist olmasaydım, o eylemi yapamazdım. Bu özgüven, bu kararlılık, bu… itiraf edelim, “cesaret” buram buram Mustafa Kemal öğretisi kokuyordu.

Che Guevara gibi o kültürel gerillalık eyleminin arka planında, emperyalizme ve kültürel emperyalizme karşı çıkmayı, mazlum ülkeleri ayağa kaldırmayı, kapitalist sömürüye karşı bir direnç oluşturmayı ve bunun etrafındaki tüm çok yönlü mücadeleleri hazmetmiş bir insan olma vasfı muhakkak vardı. Mustafa Kemal’den öğrendiğim tarihsel misyon, “Gençliğe Hitabe” ve Suphi Baykam’ın hayatının keskin virajlarının derin bilgisi, beni bu kararlılığa itmişti. İşin içinde daha önce dediğim gibi “Suphi Baykamcılık” da vardı, ama o da pek bir şey değiştirmiyordu, çünkü sonuçta Suphi de katıksız bir Kemalistti… Che, Deniz ve Muhammed Ali gibi gözümde haklı olarak büyüttüğüm insanların da muhakkak bu kararı alıp uygulamamda rolleri olmuştur. Yıllar sonra bu kitabı yazarken yapıyorum bu yorumu. Aynen eylemin genelinin “Kemalist” bir tavır taşıdığını çok sonradan fark ettiğim gibi.


HAKLI TEZİN MANEVİ GALİBİYETİ

BİR TOHUM BIRAKIYOR…


Tabii bir de kendinizi o gün Henry Hopkins ve San Francisco Müzesi yerine koyun. Düşünün ki Batı sanat kurumları, yüz yıldır tek yönlü bir tarih üretmişler ve kimse buna gık dememiş. Yalnız alkış ve imrenme almışlar. Onlar hep “üstün insan, üstün ırk” olarak neredeyse kabul görmüş. Aksi bir düşünce hiçbir zaman gündeme bile gelmemiş. Sonra, günlerden birgün, en havalı “uluslararası” (!) serginizin açılışında “Danks” diye kabak sizin başınıza patlayıvermiş! Kabahat San Francisco Müzesi’nin değil ki! New York, Köln, Paris, Londra, Roma sanki farklı mı? Yaptığım eylem, ters çevirdiğim kum saati, altını çizdiğim başkaldırı, o güne kadar dünyada görülmemiş, akla bile gelmemiş, hiç yapılmamış bir tarihi hareketti. Bu eylemin (gerçekten kendimin ötesinde), bir Türk’ten gelmiş olması benim için büyük bir gurur kaynağıdır.

Aradan 20 yıl geçti. Bu süreçte yaşanan her şey, o gün 27 yaşında bir genç adam olarak yaptığım o eylemin ne kadar haklı olduğunu kanıtladı. O günden sonra iddialarım, teorilerim birçok yerde konuşuldu, tartışıldı, dünyanın en büyük gazetelerine tam sayfa konu oldu, yeni kitaplar, “Maymunlar”dan sonra ortaya çıktı ve aynı tezleri destekledi ve iddialarım, “Şeytanın Avukatları”na karşı girdiği her tartışma testinden başarıyla çıktı. Uzun lafın kısası, zaman beni haklı çıkardı. Ama, aradan geçen sürede, her ne kadar hayatta da, bu konuda da çok daha tecrübe kazanmış olsam da, daha o gün bu sürecin gelişeceğini ve haklı olduğumu, zaman içinde de haklı çıkacağımı çok iyi biliyordum.

Biz yine 1984 yazına, “Toni”lere dönelim. Eylem günlerimizin başarılı geçmesi, hepimizi çok mutlu etmişti. Şarap ve şampanya şişeleri birbirleriyle yarışarak, neşemize eşlik ediyordu. O gün düzenlediğimiz eylemden sonra, Amerika’daki “etnik” sanatçıların da kaderi değişmeye başlayacaktı. 1 Temmuz 1984’den önce ve sonra, o müzede yer alan zenci, Porto Rikolu ve diğer etnik sanatçıların yüzdelerini kıyaslarsanız, ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız.

Zaten Hopkins itirafını yapıp, o sözü sempozyumda kamuoyu önünde vermişti. Hedefi 12’den vurmuştuk. Hiçbir an tereddüt taşımadığım olay, artık tarihsel ve eylemsel olarak doğum yapmıştı. 30 Haziran 1984, Batılı olmayan ülkelerin sanatçılarının tarihinde artık bir dönüm noktasıydı. Bunun tarihte bir yere oturmasının ve “Batı” tarafından kabulünün ne zaman olacağı ise, tabii ki konu dışı ve önemsizdi. Bu reel politik açısından bir dönüm noktasıydı, Batıya bir “dur işaretiydi:” Dur! Artık içi boş iddialarını yutmuyoruz. Tek yönlü ürettiğin tarihi körü körüne kabullenmiyoruz. Canın çok istiyorsa, paran bolsa, sen bu komik yolda devam et. Ama bil ki çabaların yararsız. Biz artık bu tarihin yeniden yazılmasının gerektiğini biliyoruz.
Sonuçta San Francisco Manifestosu’nun bir Türkten gelmiş olması, bu kadar kritik bir tokadı Batıya bir Kemalistin atmış olması bir tesadüf değildi tabii.

Eylemimizden hemen sonra, bana birçok tebrik mektubu geldi. Fakat “sorunlu” mektuba imza atan Michael Bell, hiç de mutlu değildi durumdan. O iki mektuptaki umursamaz ve küstah havasından pek eser kalmamıştı.

Özetle “Senin yüzünden zor durumda kaldım” diyor ve şunu ekliyordu “Metinde bana asistan küratör dedin. Halbuki ben küratörlük asistanıyım, asistan küratör değil”. Evet! Ciddi ciddi bunu yazıyordu!! Tabii Nasreddin Hoca fıkralarına benzeyen bu sava benim ne yanıt verdiğimi tahmin edersiniz. Bell, panik ve şaşkınlık içindeydi. Eminim, tipik Amerikan mantığıyla hakkımda dava açmayı bile aklından geçirdi, ancak büyük olay çıkarırım, daha da dibe batar diye, buna cesaret edemedi. Öte yandan zafer konuşmalarıyla kaybedilecek vakit de pek yoktu.

Kötü         Çok İyi  Oyla  
  Geri  |  Arkadaşıma Gönder  |  Yazıcı Dostu
 
Tüm yazıları
ShareThis

    Hayat Verenler : Microsoft    HP Türkiye    PBS Bilişim    SAY Ajans    SFS - MAN    Superonline       

Türk Liderler:

Abbas Güçlü, Adil Karaağaç, Ali Ağaoğlu, <Ali Kibar, Adnan Nas, Adnan Polat, Adnan Şenses, Ahmet Başar, Ahmet Esen, Alber Bilen ,Ahmet Cemal Kura, Ali Abalıoğlu, Ali Naci Karacan, Ali Sabancı, Ali Koç, Ali Saydam, Ali Talip Özdemir, Ali Üstay, Arman Manukyan, Arzuhan Yalçındağ, Asaf Güneri, Atila Şenol, Attila Özdemiroğlu, Avni Çelik, Ayduk Koray, Aydın Ayaydın, Aydın Boysan, Ayhan Bermek, AyşeKulin, Ayten Gökçer, Başaran Ulusoy, BedrettinDalan, Bedri Baykam, Berhan Şimşek, BetülMardin, Bülend Özaydınlı, Bülent Akarcalı, Bülent Eczacıbaşı, Bülent Şenver, CağvitÇağlar, Can Ataklı, Can Dikmen, Can Has, Can Kıraç, Canan Edipoğlu, Celalettin Vardarsuyu, Cengiz Kaptanoğlu, Cevdetİnci, Çoşkun Ural, Cüneyt Asan, Cünety Ülsever, Çağlayan Arkan, Çetin Gezgincan, DenizAdanalı, Deniz Kurtsan, Didem Demirkent, Dilek Sabancı, Dr. Oktay Duran, Ege Cansel, Em. Org. Çevik Bir, Emre Berkin, Engin Akçakoca, Enver Ören, Erdal Aksoy, Erdoğan Demirören, ErhanKurdoğlu, Erkan Mumcu, Erkut Yücaoğlu, Ergun Özakat, Ergun Özen, Erol Üçer, Ersin Arıoğlu, Ersin Faralyalı, Ersin Özince, Ethem Sancak, Fatih Altaylı, Fatih Terim, Ferit Şahenk, Ferruh Tanay,Feyhan Kalpaklıoğlu, Feyyaz Berker, Fuat Miras, Fuat Süren, Füsun Önal, Göksel Kortay, Güler Sabancı, Güngör Kaymak, Hakan Ateş, Halit Soydan, Halit Kıvanç, Haluk Okutur, Haluk Şahin, Hamdi Akın, Hasan Güleşçi, HayrettinKaraca, Hazım Kantarcı, Hilmi Özkök, Hüsamettin Kavi, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Hüsnü Özyeğin, Işın Çelebi, İbrahim Arıkan, İbrahim Betil, İbrahim Bodur, İbrahim Cevahir, İbrahim Kefeli, İdris Yamantürk, İhsan Kalkavan, İshak Alaton, İsmet Acar, İzzet Garih, İzzet Günay, İzzet Özilhan, JakKamhi, Kazım Taşkent, Kemal Köprülü, Kemal Şahin, Leyla Alaton Günyeli, LeylaUmar, Lucien Arkas, Mahfi Eğilmez, MehmetAli Birand, Mehmet Ali Yalçındağ, Mehmet Başer, Mehmet Günyeli, Mehmet Huntürk, Mehmet Keçeciler, Mehmet Kutman, Mehmet Şuhubi, Melih Aşık, Meltem Kurtsan, Mesut Erez, Metin Kalkavan, Metin Kaşo, Muharrem Kayhan, Muhtar Kent, Murat Akdoğan, Murat Dedeman, MuratVargı, Mustafa Koç, Mustafa Özyürek, Mustafa Sarıgül, Mustafa Süzer, Mümtaz Soysal, Nafi Güral, Nail Keçili, Nasuh Mahruki, Nebil Özgentürk, Neşe Erberk, Nevval Sevindi, Nezih Demirkent, Nihat Boytüzün, Nihat Gökyiğit, Nihat Sırdar, Niyazi Önen, Nur Ger, Nurettin Çarmıklı, Nuri Çolakoğlu, Nüzhet Kandemir, Oğuz Gürsel, Oktay Duran, Oktay Ekşi, Oktay Varlıer, Osman Birsel, Osman Şevket Çarmıklı, Ozan Diren, Özen Göksel, ÖzdemirErdoğan, Özhan Erem, Pervin Kaşo, R.BülentTarhan, Raffi Portakal, Rahmi Koç, Rauf Denktaş, Refik Baydur, Rıfat Hisarcıklıoğlu, SakıpSabancı, Samsa Karamehmet, Savaş Ünal, SedatAloğlu, Sefa Sirmen, Selçuk Alagöz, SelçukYaşar, Selim Seval, Semih Saygıner, SerdarBilgili, Sevan Bıçakçı, Sevgi Gönül, Sezen Cumhur Önal, SinanAygün, Suna Kıraç, Süha Derbent, Süleyman Demirel, ŞadanKalkavan, Şadi Gücüm, Şahin Tulga, Şakir Eczacıbaşı, Şarık Tara, Şerif Kaynar, ŞevketSabancı, Tan Sağtürk, Taner Ayhan, Tanıl Küçük, Tanju Argun, Tansu Yeğen, TavacıRecep Usta, Tayfun Okter, Tevfik Altınok, Tezcan Yaramancı, Tinaz Titiz, Tuna Beklevic, Tuncay Özilhan, Türkan Saylan, Uğur Dündar, Uluç Gürkan, Umur Talu, Ümit Tokçan, Üzeyir Garih, Vehbi Koç, Vitali Hakko, Vural Öger, Yaşar Aşçıoğlu, Yaşar Nuri Öztürk, Yılmaz Ulusoy, Yusuf Köse, Zafer Çağlayan, Zeynel AbidinErdem

Tecrübeleriniz ve birikimleriniz toprak olmasın @ Copyright 2004 turklider.org