Ziynet Odası 
 Odam Olsun 
 Türklider Odaları 
 Sizin Odalarınız 
 Sohbet Odası 
 TV Odası 
 E-Kitap Odası 
 BŞenver 
 Gazete Odası 
 iPad 
 Hakkımızda 
 Şifremi Unuttum 

 

Mümtaz Soysal Gözüyle 



Tüm Yazıları
       ShareThis

 

2005 TÜRKİYE'SİNE BAKIŞ-DURUM VE ÇÖZÜM
01.09.2005
Okunma Sayısı : 4707
Oy Sayısı : 6
Değerlendirme : 4,67
Popülarite : 3,63
Verdiğiniz Puan :
 

 

2005 TÜRKİYESİ’NE BAKIŞ

Günümüzde, 2005 yılının ortasında, Türkiye’nin sömürgeleştirilme süreci son aşamaya gelip dayanmış durumdadır. Henüz Cumhuriyet’in sınırları yerli yerinde, ulus-devletin yönetici kurumları işbaşında; ama, ulusun ekonomik ve siyasal birliği sarsılmış, kurumlar ulusal niteliklerini yitirmiştir.

Sorunların temel çözümü bağımsızlık ve toplumsal eşitlik mücadelesini yükseltmektir. Bu mücadele, “hak-özgürlük” başlığı altında toplanan küreselci sağ ile sol görünüşlü cephelere karşı çıkmak anlamına gelir. BCP, gerçek hak ve özgürlüklerin ancak bağımsızlık ve toplumsal eşitlik mücadelesiyle elde edilebileceğine inanır. Bu inanç, bağımsız olmayanın özgür, eşit olmayanın da hak sahibi olamayacağı gerçeğinden kaynaklanıyor. Kavramlar arasındaki bu zorunlu bağı görmeyen “hak-özgürlük” talebi, emperyalizmin ve sermayenin değirmenine su taşımaktan başka bir sonuç vermez.

Bu aşamada, Program’ımızın ana çizgilerini de gözönünde tutarak, ülkenin şimdiki durumunu, karşı karşıya kaldığı sorunları ve savunulması gereken çözüm yollarını ayrıntılı biçimde yeniden ortaya koymayı ödev biliyoruz. Durumun ve sorunların nesnel çözümlenmesi aynı zamanda çözüm yollarını da açığa çıkarıp belirlediği için, bizim inancımızda “durum ve çözüm” ayrılmaz bir bütündür.

DURUM ve ÇÖZÜM

KÜRESELCİLİKLE GELEN İŞGAL

Ülke, uluslararası alanda Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin “Büyük Ortadoğu Projesi”, Avrupa Birliği (AB)’nin genişleme projesi ile Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD)’nin bunların yedeğine yerleştirdiği “Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi”nden oluşan bir sistemin çapraz baskısı altında sendelemektedir. Ülkenin tam ortasında yer aldığı bu ‘proje’ler, gerçekte bölgede ülke sınırlarının ve devletler yapısının yeni baştan belirlenmesini hedefleyen işgal planlarıdır. Planlarda Türkiye’ye “islam ülkesi olarak ana eksen” rolü biçilmiştir. Bunun açık anlamı, Cumhuriyetin bağımsızlık ve laiklik ilkelerinden vazgeçilmesi ve Türkiye’nin komşu halklar karşısında emperyalizmin taşeronu olarak işgörmesidir.
AB, bugünkü içeriğini 1993 Kopenhag kararlarıyla ortaya koymuştur. Kopenhag kararları, yıkılan sosyalist uygulamaların tüm kurumları ile  aktörlerini tarihten kazıma yol ve yöntemlerini gösteren anti-sosyalist bir reçete sayılır.

Bu reçetenin ekonomik ölçütü “rekabete dayalı bir serbest piyasa ekonomisi”ni öngörür. Piyasa ekonomisini benimsemek, kapitalizmi kabul etmek ve sosyalizmi reddetmek demektir. Üstelik, kapitalizm tercihi yeterli sayılmamakta, bunun da “rekabete dayalı serbest piyasa” modelinin kabulü istenmektedir; yani sosyal piyasa ekonomisi de reddedilmeli, dolayısıyla devletçilik ilkesinin sözü bile edilmemelidir.

Reçetenin siyasal ölçütü, “küresel piyasa sınırları içinde demokrasi”yi dayatmaktadır. Bu demokrasi türü, demokrasinin iki temel ayağından biri  olan toplumsal eşitlik ilkesini dışlar. Böylece özgürlük ilkesi, piyasa için sözleşme özgürlükleri ile dinsel veya etnik özgürlüklerle sınırlanmaktadır. Bu tarz bir demokrasi, toplumsal eşitlikle birlikte yurttaşlık hak ve özgürlüklerine kapalıdır.

Kopenhag reçetesinin yönetsel ölçütü ise, ülkeyi yöneten tüm kural ve kurumların AB Yönetimi emrine verilmesini öngörür. “Müktesebata uyum” ölçütü denen ve “kazanımlar” (acquis) sözcüğüyle özetlenmiş AB mevzuatını temel alan bu koşulla, bütün bir ülkenin kendi kendini yönetme ve örgütleme kudretini, yasaları tercüme gibi basit bir usul kullanarak ortadan kaldırmayı ister. Kopenhag ölçütleri, AB’de şimdi egemen olan bugünkü gerici içeriğin zeminidir.

Bu gerici yapılanma, Mayıs 2005’te Avrupa’daki halkların AB Anayasası’nı reddetmeleriyle en büyük tarihsel uyarıyı almış durumdadır. AB, bağımsızlık ve toplumsal eşitlik ilkelerini reddeden piyasacı “hak ve özgürlük demokrasisi”yle, ABD’den sonra emperyalizmin ikinci odağı haline gelmiştir. Bu odak, Türkiye’yi 17 Aralık 2004 kararıyla tam üye olarak kabul etmeyeceğini ilan etti. Hedefi, “ayrıcalıklı ortaklık” statüsüyle ülkeyi  kendisinin açık sömürgesi haline getirmekten ibarettir.

Öte yandan, ABD, çağımızın en gerici ve saldırgan emperyalist odağıdır. Dünya üzerindeki egemenliğini, 1947-50’de geliştirdiği Marshall Planı’nın yeni türü olan “Büyük (veya Genişletilmiş) Ortadoğu Projesi” (BOP) ile güçlendirmeye çalışmaktadır. BOP, bölgemizdeki ülkelerde “demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve yönetişim”i geliştirme adına öne çıkarmaktadır. BOP demokrasisi, bölge ülkelerinde bağımsızlığın ortadan kaldırılması anlamına geliyor.

İnsan hakları, hiçbir toplumsal eşitlik ve yurttaşlık hakkının sözkonusu olmadığı bir ortamda, ABD çıkarlarına hizmet eden dinsel ve etnik grupların hakları olarak tanımlanıyor.
Hukukun üstünlüğü, “Büyük Ortadoğu” bağlamında emperyalist ülkelerle dev şirketlerinin haklarını kollayan hukukun, onların yönetimindeki tahkim yargılamasının üstünlüğüdür.
Yönetişim ise, bölgedeki ülke yönetimlerinde yine bu aktörlerin “katılımı”yla sağlanan sömürgeci yönetim yapılarının kurulmasıdır.

Türkiye’nin tam ortasında yer aldığı bu Kuzey Afrika-Ortadoğu-OrtaAsya çemberinde, Türkiye’ye taşeronluk rolü biçilmiştir. OECD, bu kuşatma harekatında Eylül 2003’den bu yana Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki bu ülkelerin devlet yapılarını yeniden biçimlendirmek için harekete geçmiştir. “Middle East and North Afrika” sözcüklerinin baş harflerinden oluşan ve “Ortadoğu ve Kuzey Afrika” anlamına gelen MENA Programı, bölge ülkelerinde ulusal iradeyi ve kamu hizmetlerini yok etmeyi amaçlayan devlet reformlarını yönlendirmek üzere çalıştırılmaktadır. Böylece AB ile ABD odakları, farklı çıkarlarını uyumlaştıracakları bir başka platform yaratmış oldular. Günümüzde “barış”, “demokrasi”, “insan hakları”, “hukukun üstünlüğü”, “katılım-yönetişim” kavramlarının gerisine saklanan ve  kısaca “hak ve özgürlükler cephesi” diyebileceğimiz cephe, aslında bir emperyalizm cephesidir.

“Hak - özgürlük; demokratikleşmek – özgürleşmek” sözlerinin çağımızda taşıdığı gerçek anlam, söyleyenin kim olduğuna bakılarak kolayca ortaya çıkarılabilir. Emperyalizm ancak savaş ve işgal getirir; haksız savaşlar ve işgallerle hiç kimsenin ulaşabileceği bir insan hakkı, hiçbir kesimin kavuşabileceği gerçek bir özgürlük olamaz. İnsanların gerçek anlamıyla haklara ve özgürlüklere sahip kılınması ve demokratik bir toplumsal yaşama  kavuşturulması, ancak bağımsızlık ve toplumsal eşitlik yolunda verilecek bir mücadeleyle sağlanabilir. Bu mücadele, sürekli bir devrimci süreç gerektirir. Bağımsızlık gibi toplumsal eşitlik de, durmadan “inşa” edilmesi gereken, ekonomik ve sosyal yapı değişiklikleriyle içerik kazanan kavramlardır. Hak ve özgürlükler, böyle bir devrimci temel üzerinde gerçekleşecektir. Varolan yapıyı kabullenerek değil.

Türkiye, bugün içinde bulunduğu kıskaçtan, kıstıranların suç ortaklığını ve taşeronluğunu üstlenerek kurtulamaz. Taşeronluk, ülkenin varlığını korumanın yolu değil, ülkeden vazgeçmenin yoludur.

Bu kıskaca karşı çıkmanın yolu, ulusal ekonomik ve siyasal birliğin pekiştirilmesidir. Pekiştirmenin tek yolu ise dışarıya karşı bağımsızlık, içeriye karşı toplumsal eşitlik ilkeleri doğrultusunda hareket etmektir:

“Ortadoğu, Kafkasya ve Ortaasya’da emperyalist işgale son !
“Ekonomik-siyasal işgale son!”
“Emperyalizme taşeronluk kabul edilemez.”

ETNİK BÖLÜNMELER YARATAN EMPERYALİZM

Emperyalist güçler, Türkiye’nin kendisine biçilen rolü benimsemesi için, etnik köken başkalıklarını tehdit unsuru olarak kullanmaktadırlar. Kültürel haklardan başlayıp yönetsel ve siyasal haklara uzanan, etnik kimliklere dayalı bir yapılanmadan federasyon formülüne kadar çeşitlenen planların tümü, bu rolü kabul ettirme isteğiyle ilişkilidir.

Görüldüğü kadarıyla, “Kürt kimliği” altına sığınan bazı aşiret reisleri, toprak ve sermaye sahipleri, emperyalizmin Ortadoğu için öngördüğü yeni planı kendi çıkarlarına uygun saymaktadırlar. Bu plan, Türkiye-Iran-Irak-Suriye topraklarında özerk Kürt bölgeleri yaratma ve sonra bu parçaların şimdi bulundukları devletlerden ayırarak bir “Ortadoğu Kürt Federasyonu” kurma vaadini içermektedir. 

Egemen sınıfın Kürt kökenli unsurları, böylece şimdikinden daha fazlasını alacakları, kendilerine ait bir “iç pazar”  sahibi olma isteğinin peşine düşmüşlerdir. Bunun için dünyadaki en gerici emperyalist gücün koruma ve kollamasını istiyorlar. Kendi ülkelerinin işgaline destek vermekte, ülkelerinin bağımsızlığından vazgeçmekte, kendi iç pazarlarına sahip olma uğruna, yüzyıllardır birlikte yaşadıkları komşularının ve yurttaşlarının katledilmesine destek olmaktalar.

Bu kesimin dilinden düşürmediği ‘hak ve özgürlük mücadelesi’, kendi yurttaşlarıyla komşularına karşı dar çıkarlarını genişletmek için emperyalizmle işbirliği ve işgalcilerin iktidarını açma mücadelesidir.

Bu türden bir ‘hak ve özgürlük’, etnik kökeni ne olursa olsun, Kürt kökenli vatandaşlar dahil, halka hiçbir şey kazandırmayacaktır. Irak’ın ve Irak halkının yaşadıkları bunu açıkça gösterdi. Bir ülke emperyalizmin beratıyla kurulmuşsa, o beratı geri çekivermesiyle de yıkılır. Bağımsızlık yoksa, özgürlük de yoktur.

Kendilerini etnik kökenlerine göre tanımlayanlar, günümüzde özellikle de Kürt kökenli yurttaşlar, yurttaşlık temelinde sahip oldukları hakların her ihlal edilişinde, bu ihlalin “TC” tarafından değil, “kendi” egemen aşiret ve toprak sahiplerinin de içinde yer aldığı ya da etkilediği iktidarlarca yapıldığını görmek zorundadırlar. Yurttaşlık haklarının ihlali, yalnızca Kürt kökenliler için değil, bu ülkenin tüm yurttaşları için geçerli olagelmiş bir sorundur. Cumhuriyetin sömürgeleşmesi halkın her kesimini aynı ölçüde vurmuş, eşitsizlikler ülkenin her bölgesinde aynı acılara neden olmuştur. Karşımızda Türk-Kürt sorunu değil, sınıf sorunu vardır; emperyalizmin saldırısı sorunu  vardır.

“Bağımsızlık yoksa, özgürlük de yoktur.”

“Emperyalizm, kuruluş beratını verdiği gibi,  istediği zaman da çekip alır.”

“Mazlum milletlerin çıkarı anti-emperyalist birlikteliktedir.”



DİNSEL FARKLILIĞI KULLANAN EMPERYALİZM


Cumhuriyetçi laiklik ilkesinin içi boşaltılmıştır. Bu eylem, doğrudan doğruya ABD desteğiyle yürütülüyor. Son elli yıldır, yoğunlaşmış biçimde de 12 Eylül’den bu yana beslenen müslüman tarikatçılık, ABD koruması altında ilerlemekte. Öyle olduğu, Fethullah Gülen’in ABD’ye sığınmasıyla yeterince açık biçimde ortaya çıkmıştır. Gayrımüslim tarikatçılık ise, AB uyum yasaları kapsamında yapılan vakıf-dernek sistemi değişiklikleriyle Avrupa’nın kanatları altına alınmış durumda. Türkiye’de laiklik karşıtlığı, ulusallığa karşı  etnik farklılıkların abartılışında olduğu gibi “içsel” olmaktan çok, kaynağı bakımından “dışsal” , yani siyasal bir sorundur.

Tarikatlar, yıllardan beri sürdürdükleri gizli iktidarlarını günümüzde açık hale getirdiler. Tarikatların gizli iktidarı, son elli yıldır, devlet kurumlarını belli mezheplerin hizmetine veren ve çeşitli inançları kamusal yaşamın dışına iten politikalarca mümkün kılınmıştır. Alevilik gibi inançları baskı altına alan uygulama, laikliğin değil, laiklik ilkesini delik deşik eden tarikatçılığın uygulamasıdır. Şimdi din-vicdan özgürlüğünü ve insan haklarını talep edenler, yıllardır kullandıkları örtülü iktidarlarıyla bu özgürlükleri baskı altına almış olanlardan başkası değildir.

Alevi inançlı yurttaşların köyüne cami inşa edişteki nedenin laiklik ilkesi değil, kendi iktidarlarını kurmak için uğraşan sinsi tarikat kliklerinin varlığı olduğu artık açık seçik görülmelidir.

Kendilerinin yasaklanmış, bastırılmış, reddedilmiş olduğunu düşünen inanç grupları, bu durumun sorumlusunu doğru belirlemelidirler. Karşılarındaki hedefin, laiklik değil, dış destekli ve şimdi “hak ve özgürlük savunuculuğu”na soyunmuş olan tarikatçılık olduğunu görmelidirler.

Bu tarikatçılık, şimdi kendini “türban hakkı” isteğiyle gözler önüne sermektedir; türbanlanma hakkı isteyenlerin, sırtlarını AB ve ABD’ye dayamış oldukları da gözlerimizin önündedir. AB ve ABD destekli ‘insan hakları’ baskısı, özde laiklik ilkesini ortadan kaldıran tarikatçılık sultasına özgürlük istemekten ibarettir. Türbanda somutlaşan anti-laik saldırı, inanç özgürlüğüne saldırıdır.  Buna karşı laikliğin en önemli gücü ise, tarikatçılığa ve bu yolla siyasal iktidara yerleşmesine karşı inanç özgürlüğü talep eden toplumsal kesimlerdir.  İnanç özgürlüğü, ancak laiklik ilkesiyle sağlanabilir. “Hak ve özgürlük harekatı” sloganıyla sunulan, aslında, emperyalizmin “turuncu devrim”leri için kullanılan bir bayraktır. Yürütülmesi gereken hareket ise, “Bağımsızlık ve Toplumsal Eşitlik” sloganıyla özetlenebilir.

Eşit olmayan hak sahibi olamaz.

Laiklik, dinsel inançların tek güvencesidir.

Laiklik, tarikatçı uygulamalara özgürlük tanımak değildir.



CİNS ve YAŞ FARKLILIĞINDAN YARARLANAN EMPERYALİZM


Emperyalizm, toplumdaki tüm farklılıkları, işgali mümkün kılmak için kullanıyor. Gözünü çocuk-genç-yaşlı-engelliye, kadın-erkek ayırımına dikiyor. Bu kesimleri kimi zaman kendi ileri kolları olarak kullanmak, kimi zaman da toplumun en can alıcı sorunlarından uzaklaştırıp grup çıkarlarının peşine takmak için emri altına almakta. Zenginliği görmeden yoksulluktan dem vuruyor; gelir bölüşümünü ve eşitsizlikleri örtüp yoksullukla sözde mücadele programları başlatıyor.

Eşitsizliği, adaletsizliği daha da derinleştiren politikaları, bu durumdan en çok yara alan kesimleri kullanarak uygulamanın şaşırtıcı örneklerini sergiliyor. Uluslararası gençlik hareketleri başlatıyor; kadınların özgürleşmesini erkekler karşısındaki ‘hak’lar sorununa gömüyor.

Hepimiz için kritik öneme taşıyan çocuk, yaşlı, engelli ‘hakları’ndan dem vurulurken, devletin bu kesimlere ayırdığı kaynaklar kesiliyor. Çocuk bakımevleri, yaşlı evleri, engelli yurttaşların bakım-geliştirme kurumları bir bir kapanıyor. Yerlerine paralı hizmet kuruluşları açılıyor; toplumun gözbebeği insanlar kar hırsının pençesine itiliyor.

Gençler, işgal planlarının geleceğini güvence altına almak üzere eğitim, gezi, dernek olanaklarıyla cezbedilmeye çalışılıyor; aynı anda da eğitim hakkının her türlü maddi zemini yok ediliyor. Eğitimde paralı sistem, anaokullarına kadar indiriliyor.

Kadın hakları mücadelesi, erkek-egemen değerlere karşı mücadeleye indirgeniyor. Kadın, sömürgeleştirilen bir ülkede özgürleşen parça görüntüsüyle, emperyalist işgalin araçlarından biri haline geliyor.

“Cins ve yaş farklılığından kaynaklanan sorunlar, ancak, bağımsızlık ve toplumsal eşitlik ile çözülür”


ULUSUN EKONOMİK ve  SİYASAL BİRLİĞİ


Ulusun ekonomik birliği sarsılmıştır. Bunu iki araç yaratıyor: 

Birincisi
, liberalizasyon (serbestleştirme) politikalarıdır. Ülke toprakları ile yatırım alanlarının yabancı sermayeye hiçbir kısıtlama ya da yönlendirme olmadan açılması ve  bu unsurlarla doğacak uzlaşmazlıklarda uluslararası tahkimin benimsenmesi, ulusal amaçlı bir ekonomik politika uygulama olanaklarını gitgide tümüyle yok etmektedir.

İkincisi,
özelleştirme politikalarıdır. Bu politika zarar eden KİT’leri (kamu iktisadi kuruluşlarını) satmakla başlamış, ülkenin en büyük, en verimli, en karlı sanayi-teknoloji kuruluşlarının ve bankalarının elden çıkarılmasına uzanmıştır. “Devlet köftecilik yapmaz!”dan başlanıp “Özelleştirilmezse kalkınamazsınız”dan geçerek “Özelleştirilmezse özgürleşemezsiniz” gibi fantezi sloganlara kadar gidilmiştir.

Oysa, ‘özgürleşme’ dedikleri, aslında sömürgeleşme sözünün yeni karşılığıdır. Özelleştirme, sömürgeleşmek, kamu varlıklarını yabancılara ve yerli ortaklarrına peşkeş çekmekten, başka birşey değildir.

Ulusun ekonomik birliği, kamusal-özel yerli finansman sisteminin varlığına doğrudan bağlıdır. Önce kamu bankalarının özelleştirilmesi, bu süreç bitmeden yerli özel bankaların yabancı bankalarca ele geçirilmeye başlanması, mali piyasada yabancı banka payının hızla yükseltilmeye çalışılması ve sosyal güvenlik reformuyla emeklilik-sigorta fonlarının da bu unsura teslim edilmesi, ekonomik birliğin can damarını oluşturan ulusal mali sistemin dışa bağlı kılınmaktan öteye büsbütün “yok” olması demektir. Bunun anlamı, uluslararası ihalelere girmek amacıyla Türkiye’deki bankalara ‘teminat mektubu almak’ için başvurup eli boş dönmüş yerli müteahhitlerin gazetelerde yankılanan sızlanışları ve çığlıklarıyla yeterince açığa çıkmış bulunuyor.

Mali sistemin yeni patronları basın-yayın dünyasında ve telekomünikasyon sektöründe de boy göstermektedirler. Mali sistemin ele geçirilişi, basın ve iletişim kuruluşları ile tüm sınai-ticari kamu işletmelerinin ele geçirilişiyle birlikte yürümektedir.

Bir ülkenin ulusal siyasal birliği, “ekonomik birlik” üzerinde yükselir. Bu ise, ancak belli başlı kurumlar ve mekanizmalar üzerinde iktidar sahibi olmakla sağlanır. Ülkenin başkenti Ankara, liberalizasyon ve özelleştirme politikaları sonunda, ulusun ekonomik birliğini sağlayacak iktidar mekanizmalarını büyük ölçüde yitirmiştir.


Bu, yeni bir aşamadır.
Gelinen nokta, 1950’lerde başlayan ya da 1980’lerden bu yana yaşanan sürecin devamı, ama yeni bir aşamasıdır. Bu, ekonomik politikaların IMF niyet mektupları aracılığıyla belirlenmesinden ve yatırımların Dünya Bankası’nca yönlendirilmesinden farklı olan, yeni bir durumdur. Anılan dönemlerde, emperyalist merkezlerin tüm yönetme güçlerine karşın, ulusal ekonomik birlik için gerekli kurum ve mekanizmalar var olmuşlardır. Bu yapılar, her türlü eksikliklerine karşın, ülkenin Ankara merkezli ekonomik birliğini sağlamasında güvence sistemleri olarak iş gördüler. Ancak geldiğimiz aşamada, kurum ve mekanizmalar elden çıkmış, en temel sektörler yabancılaşmış durumdadır.

Bu yeni aşama, birkaç operasyon daha yapıldığında tamamlanmış olacaktır: Bunlar, kamu bankalarının özelleştirilmesi, yerli özel bankaların yabancılara devri, sosyal güvenlik reformuyla emeklilik primlerinin küresel piyasalara açılması,  Telekom’un, petro-kimya sanayiinin, demir-çelik fabrikalarının özelleştirilmesi, kamu yönetimi reformu girişimleridir. Sayılan adımların sonu, Türkiye’nin tam bir sömürge haline getirilmesidir.

Ulusun ekonomik birliğini sağlamak, güçlü bir kamu sektörü yaratmayı gerektirir. Dış destekli etnik ve mezhepçi dağılma, ancak bu yolla önlenebilir. Ekonomik birlik, öncelikle
bağımsızlıkla ve ulusal  kaynakları kullanmayı eşitlikçi bir toplum düzenine bağlayan bir örgütlenmeyle gerçekleşir.

Ekonomik birlik, bu toprakları yurt edinmiş insanların gönüllü siyasal birliğinin güvencesidir. Halkı, etnik kökeni ya da dini, mezhebi ne olursa olsun bir araya getirecek olan acil istek, bağımsızlık isteğidir. Emperyalizmin sömürgeleştirmesine karşı çıkma iradesi, çıkış yolunun ilk adımıdır. Halk bu çağrıyı beklemektedir.

“Siyasal birliğin temeli ulusal ekonomik birliktir.”

“Ulusal ekonomik birlik, bağımsızlık ve toplumsal eşitliğe dayalı kalkınma seferberliği ile sağlanır.”

 “Özgür bireyler olarak yaşamanın ilk adımı, bağımsızlık hedefinde birleşmektir.”


EKONOMİK BAĞIMLILIĞIN KIRILMASI


Türkiye, yirmibeş yılı aşkın bir süredir kendisine dayatılan “sömürgeciliğin açık pazar sistemi üzerine kurulmuş  ekonomi” modeli içinde sürüklenip gidiyor. Benzer durumdaki başka “çevre ekonomileri”ne de kabul ettirilip “istikrar ve yapısal uyum” adı verilen bu modelin belki de ilk örneği Türkiye oldu. Ülke bu yüzden “kalkınma perspektifi”ni ve “geleneksel büyüme ivmesi”ni yitirmiş, iç ve dış borçlanmaya dayalı düşük bir büyüme sürecine girmiştir. Cumhuriyet döneminde yıllık ortalama yüzde 5 olan büyüme 1980 sonrası dönemde ortalama yüzde 3,8 düzeyine düştü. Söz konusu olan, istikrarsızlaştırılmış ve sürdürülebilirliğine güvenilmeyen bir büyümedir.

Kısaca Dünya Bankası ile IMF denen Uluslararası Para Fonu’nun güdümünde yürütülen bu model iki aşamalı olarak uygulandı:


İlk aşama
, ulus-devletlerin piyasalarını uluslar-ötesi kapitalizmin kurallarına sınırsızca açmayı gerektirmekteydi: ticaretin tümden serbestleştirilmesi, ulusal ekonomilerin uluslararası finans şebekelerine tam olarak açılması, sermaye hareketlerine konan kısıtlamaların kaldırılması. O dönemin ekonomi dili, devletin yavaşlığını, kamu işletmeciliğinin verimsizliğini, sendikaların ücret şımarıklığını öne çıkarıp piyasa mekanizmalarının etkinliğini, özelleştirmenin gerekliliğini vurgulamaktaydı. Bu, “de-regulation” denen “kuralsızlaştırma” aşamasıydı.


Sonraki aşama
ise, “re-regulation” deyimiyle “yeniden kurallaştırma” biçiminde ortaya çıktı. Daha önceki aşamada “ekonomiden çekilsin” denen devlet bu kez, tam tersine, ulusal piyasaları küresel piyasanın gereklerine ve kurallarına göre yasa gücüylü yeniden düzenlemek için bütün ağırlığıyla ekonominin içinde, hattâ tepesindedir: kamu kurumlarının yetkilerini sözde bağımsız “üst kurul”lara aktararak, kamusal alanı ticarileştirerek, hatta bu uğurda anayasa değiştirerek.


Sonuç
, yatırımsızlık, üretimsizlik, gitgide daralan bir kamu hizmeti anlayışı,  yüzde 10’dan aşağı hiç düşmeyen işsizlik, yükselme bilmeyen gerçek ücret düzeyi, ancak yapay döviz kurlarıyla dizginlenen bir enflasyon, dış ekonomik ilişkilerde tehlikeli işaretler veren bir cari işlemler açığı, toplam 160 milyar doları aşan bir dış borç yükü ve 230 katrilyona yaklaşan bir iç borç stoku olmuştur. Türkiye, 1999 başından 2004 sonuna kadar son altı yıldır toplam kamu gelirinin en az yüzde 55’ini borç faizi ödemeye ayırdı; hattâ 2001 yılında bu oran yüzde 101’e bile çıkmıştı. Yine son altı yıl içinde toplam kamu gelirinin ancak yüzde 40’ı kamu harcamalarına ayrılabildi.

Yakın geçmişinin büyükçe bir bölümünü uluslararası kuruluşların tam denetimi altında yaşayan ve önemli ekonomik kararların alınmasını bu kuruluşlara bırakan Türkiye, büyük borç yükünün altından kalkabilmek için yine aynı kuruluşların dayatmasıyla tek ekonomik politika aracı olarak “faiz dışı fazla” yaratmaktan başka çare bulamamıştır. Piyasa koşulları içinde ülke borçlarının düzenli ödemesi için tek seçenek sayılan ve üzerine “düşük ücret” uygulaması da eklenen “faiz dışı fazla” yaratma politikası 2007 yılına kadar sürecek.

Oysa, borçları ödemenin tek yolu konsolide bütçenin “faiz dışı fazla” vermesi değildir ve ulusalcı yaklaşımla yürütülen bir ekonomide bu amaçla düşünülebilecek daha doğru yollar vardır.

Herşeyden önce, ekonomik politika araçlarının tümü üzerinde karar alma sürecini uluslararası kuruluşlara ya da piyasa mekanizmalarına bırakmaktan vazgeçilmelidir. Kamu maliyesi politikaları ile vergi ve bütçe harcamalarını ekonomi politikasının merkezine oturtmak ve bu konularda karar alma sürecini ulusalcı temellere dayandırarak güçlendirmek gerekir.

Daha da önemlisi, uluslararası kuruluşlarca önerilenlerin dışına çıkıp ekonominin yönlendirilmesine egemen olacak yenilenmiş bir planlama anlayışının yükseltilmesidir. Kamu kesiminin güven verici yönüyle özel kesimin dinamizmini birlikte seferber ederek ekonomik yaşamı ulusal kalkınma hedeflerine yönelten böyle bir plan, kalkınma ekonomisinin gereklerine uygun öncelikleri saptayıp mali kaynaklarını belirleyecektir. Planın ciddiyetle hazırlanıp ortaya konması ve yürütülmesinde sağlam bir disiplinin uygulanması, borç yükünün zamana yayılarak hafifletilmesi için alacaklı yabancı ya da yerli kesimlerle yapılacak görüşmelerde gelecekteki ödemelere ilişkin bir güvence oluşturmuş olacaktır.

Plansız piyasanın kör dalgalanmalarına terkedilmiş bir ekonomi politikası, böyle bir güvence yaratmaktan uzaktır. Bu nedenle, alacaklılar dünyası Türkiye’nin plan ve bütçe sistemini doğrudan kendileri kurmaya yönelmiştir. Alacaklılar, yirmi yıldır harcamaları denetlemişlerdir.

Şimdi bununla da yetinememekte, kendilerini ülke kaynaklarını “stratejik planlama” adı verilen yöntemle denetim altına almaya, ülke gelirlerine Duyunu Umumiye benzeri bir gelir idaresi kurarak yerli büyük sermaye gruplarıyla işbirliği halinde doğrudan yönetmeye girişmişlerdir.

Ülkenin ekonomik bağımsızlığı, ancak, ekonominin yönetimi tümüyle bağımsız hale getirilerek ve yeni bir planlama sistemi kurularak gerçekleştirilebilir.

“Ülkenin merkezi, Brüksel’le Washington değil,  Ankara’dır.”

“Kalkınma, güçlü kamu sektörünün öncülüğü ile  özel sektörün dinamizmini bütünleştirerek olur.” AB ve ABD İLE İLİŞKİLER

Bir ülkenin dış politikasına yön veren siyasal kadrolar ne kadar yetenekli, yurtsever ve uzak görüşlü, dış politikayı uygulayan diplomatlar ne ölçüde iyi yetişmiş, donanımlı ve becerikli olursa olsun, o ülkenin ekonomisi sağlam değilse, maliyesi ağır borç yükü altında eziliyorsa, gelir dağılımındaki bozukluk iç istikrarı bozmaktaysa, devletin dış politikasında başarı olasılığı da aynı ölçüde azalmış sayılır.

Son yılların Türkiye’sinde dış politikanın en büyük handikapı ekonomideki zayıflıktır. Diplomasinin pazarlık gücünü azaltan ve ülkenin dış saygınlığına gölge düşüren hep bu zayıflık oluyor. Ekonomik zayıflığın sonuçlarından biri olan teknolojik donanımsızlık da Silahlı Kuvvetlerin caydırıcılığını sınırlamakta, ordu gücünün ayakta tutulmasını ileri teknolojili ülkelere yapılan büyük kaynak aktarımına bağlı bırakmaktadır.

Başka bir olumsuz etken de, son yıllarda dış politikanın bütününe egemen olan “Avrupa Birliği tutkusu”dur. Son aylara gelinceye kadar, AB’ye tam üyelik özlemi, her türlü akılcılığı ve gerçekçiliği arka plana iten, işsizlik ve yoksulluk başta olmak üzere bütün ulusal sorunların tek çözüm yolu sayılan, uğrunda her türlü ödüne razı olunacağı izlenimini yaratan gerçek bir tutku niteliği kazanmıştı. Bütün tutkular gibi, bu tutku da insanları kendisine tutsak etmiş, onları hükmü altına almış, durumları doğru görmek ve doğru değerlendirmek olanağını ortadan kaldırmış durumdaydı.

Bereket, son zamanlarda bu konuya ilişkin olarak yaşanan hayal kırıklıkları, AB çevrelerince Türkiye konusunda sergilenen ön yargılı tutumlar, tam üyelik perspektifi verilirken bile gösterilen nekeslik halkın büyük bir bölümünü daha gerçekçi ve kuşkucu çizgiye çekmiş, AB’ye bir an önce girme telaşını ve  heyecanını bir ölçüde frenlemiştir. Yine de, tam üyelik beklentilerinin büsbütün ortadan kalktığı ve tutkunun tam anlamıyla akılcılığa dönüştüğü söylenemez.

Şaşırtıcı ve düşündürücü olan, inançları, felsefesi ve yaşama tarzı bakımından “Avrupalılaşma”  eğilimi göstermeyeceği düşünülen bir iktidarın, tam tersine, AB’ye tam üyelik konusunda gelmiş geçmiş bütün iktidarlardan çok daha istekli, bu yolda gereken özveriyi gösterip istenen ödünleri vermeye çok daha yatkın, bütün olumsuzluklara karşın tam üyelik sürecini ayakta tutmaya çok daha hazır oluşudur.

Bu tutum, ister istemez, şöyle bir olasılığı akla getirmektedir: Lâiklik başta olmak üzere Cumhuriyetin bazı ilkelerinden rahatsız olduğu, Silahlı Kuvvetler’in aynı ilkelere sahip çıkışını ve bu konuda sistem içindeki etkisini kuşkuyla karşıladığı bilinen bir iktidar, acaba AB’ye tam üyelik sürecini kendi rahatsızlığına ve kuşkusuna yol açan durumları ortadan kaldırmak için  kullanıyor olabilir mi?

Böyle bir olasılık iki noktada dikkatli ve ısrarlı olmayı gerektiriyor.

Birincisi
, Cumhuriyetçi ilkeler açısından ulusal bütünlük, lâiklik, eğitim politikası, azınlık statüleri gibi kritik konularda AB’nin istekleri önünde  iktidarca gösterilebilecek zayıflıklara ve uzlaşma eğilimlerine karşı uyanık olmak.

İkincisi
de, AB’nin müzakere sürecini tam üyelik statüsüne vardırmaktaki duraksaması belli olduğuna ve aynı çevrelerde sık sık AB ülkelerinin daha çok işine gelecek bir “özel statü” sözü edildiğine göre, nereye varacağı belli olmayan “sonu açık” bir süreçte Yunanistan’ın şantajlarına boyun eğerek Ege’deki ve Kıbrıs’taki son derece yaşamsal haklardan vazgeçilmesini önlemek.

Daha da önemli olan nokta şudur: Son yıllara gelinceye kadar, tam üyeliğin çeşitli açılardan mutlaka yararlı olacağı, “başı dik ve saygın bir üye olarak girmek” koşuluyla AB’ye katılmanın Türkiye için vazgeçilmez bir hak olduğu çok yaygın bir düşünceydi. Ancak, son yıllarda AB organlarının ve AB’li devletlerin bu konulardaki davranışları, tam üyelik görüşmelerine başlanması için bile istenen ödünler, bunun astarı yüzünden pahalı bir düşünce olduğunu göstermiş ve aynı konuda daha köklü bir tutum değişikliği gereksinimini gündeme getirmiştir. Artık, tam üyelik başvurusunu geri alma ve AB’yle ülkenin çıkarlarına uygun bir “özel ilişki” modelini kendimiz oluşturarak onun savunulmasına geçmek, yıllarca Avrupa kapılarında didinmekten çok daha yararlı ve onurlu bir tutum olacaktır.

Böyle bir çıkışla AB tutkusundan kurtulmanın en büyük yararı, Türkiye’yi asıl muhtaç olduğu ve izlemesi gereken “bölge merkezli ve çok boyutlu” bir dış politika üzerinde derinliğine düşünmeye zorlaması olacaktır. Aynı zamanda  hem Avrupa hem Asya ülkesi olmak,
Balkanlar’la Ortadoğu’nun, Karadeniz’le Akdeniz’in, Doğu kültürüyle Batı kültürü’nün tam ortasında yer almak uluslararası ilişkilerde çeşitlilik açısından küçümsenecek bir üstünlük değildir. Böyle bakıldığında, Türkiye’nin kendi bölgesinde oluşturabileceği ilişkiler ağının sağlayacağı üstünlükler saymakla bitecek gibi değildir. Ancak, böyle bir çok boyutluluk, çevredeki coğrafyada yer alan ülkeler ve kültürler konusunda sağlam donanımlı insanların yetiştirilip işbaşına getirilmesini gerektirecektir.

Hiç kuşkusuz, böyle bir çokboyutluluğun Türkiye’ye sağlayacağı olanaklar ve üstünlükler, son zamanlarda Amerika Birleşik Devletleri’nin tasarımı olarak ortalıkta dolaşan “Büyük Ortadoğu Projesi”nin getirebileceği yararlardan kat kat üstün olacaktır. Kaldı ki, böyle bir tasarım konusunda hayallare kapılmanın ve hele bu konuda ABD’nin bölgedeki taşeronluğunu üstlenmenin önemli bir sakıncası da, Türkiye’yi kuzeydeki büyük komşu Rusya Federasyonu’yla iyi  ilişkiler kurmaktan ve daha çok da onunla Orta Asya  cumhuriyetlerine yönelik bir ekonomik işbirliğine girişmekten alıkoymak olabilir. 

Bütün bunlar gözönünde tutulduğunda, Türkiye’nin dış politikasını yıllar boyunca AB saplantısıyla sınırlı tutmuş olmanın ne ölçüde büyük bir yanlışlık olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. 

GİDİŞE KARŞI ÇIKIŞIN GÜÇLÜKLERİ

Bugünkü karamsar tabloyu daha da karartan gerçekler şunlardır:

1.      İşçi ve memur sendikaları, yükselen işsizlik ve siyasal liderlikteki boşluk karşısında çok hızlı ve büyük bir gerilemeyle yüzyüze kalmıştır. Sendikalara aktarılan AB kaynaklı fonların uyuşturucu etkisi ve bazı sendikacıların iktidar yedeğine yanaşmaları sendikal gücü sarsmıştır. Sendikal mücadele, yaşamda “üretim”in önemini yitirdiği ve “tüketim”in  önem kazandığı savının saptırıcı etkisiyle “şalter odaklı” olmaktan çıkıp “tüketici davranışları”nın etkisi altına  girmiştir. Sendikal örgütlenmede tavan – taban bağı zayıflamıştır.

2.      Meslek örgütlerinin “demokratik kitle örgütü” nitelikleri sarsılmıştır. Kamu kesiminde çalışma daraldıkça, mesleki hizmet sahipleri arasında iş dünyasının parçası olma beklentisi baskın hale gelmektedir. Bu alanda “patron”lar ile “ücretli çalışanlar” ayırımı henüz tamamlanmamıştır. Ancak çözülme ve beklenti, bu kesimdekilerin neo-liberal politikalar karşısında yalpalamalarına neden olmaktadır.

3.      Üniversiteler, atama-yükselme ilkeleri ve AB fonları aracılığıyla bilim adamlarını ülke sorunlarını araştırmaktan alıkoymakta ve ülkeye yabancılaştırmaktadır. Evrensel bilgi üretimi, emperyalizmin bilim merkezleriyle ortak çalışma ve bunların takdirine mazhar olmayla karıştırılır hale gelmiştir. Üniversitelerin ülkenin sorunlarını çözmeye odaklanmamaları, evrensel bilgi üretimini ülke insanlarının hizmetine koşacak biçimde yönetmekten uzaklaşmaları önemli sorunlardan biridir.

4.      Ortak hareket edilecek örgütlü odaklardan bir bölümü AB ve Dünya Bankası ile küresel vakıf ve başka örgütlerden planlı biçimde aktarılan mali kaynaklarla etkisizleştirilip uysallaştırılmakta ve sömürgeleştirme sürecinin hizmetine çekilebilmektedir. 

5.      Tekelci medya, “bağımsızlık ve toplumsal eşitlik” düşüncesine hizmet edecek hiçbir habere yer vermeyen ‘politika süzgeç mekanizması’ olarak iş görmektedir.

6.      Mevcut duruma duyulan öfke, emperyalizm yerine en yakınındaki farklı etnik köken, mezhep ya da komşu yerleşme sakinlerine yönlenir durumdadır. Kardeşi kardeşe kırdırmaya  açık bir ortam vardır.

7.     
Bağımsızlık ve toplumsal eşitlik mücadelesini sürdürmek için asgari mali kaynağa sahip olabilme gibi güç bir  sorunu aşmak gerekmektedir.


ÇÖZÜMÜ KOLAYLAŞTIRICI  ORTAM


Toplum, Türkiye’yi sömürgeleştirmeye yönelik iç ve dış politikalara karşı çıkmayı kolaylaştırıcı toplumsal ortamın özellikleri şöyle sıralanabilir:

1.      Toplum, bağımsızlığa ve laik Cumhuriyet ilkesine yatkındır. Halkta Mustafa Kemal’e bağlılık yüksektir; bağımsızlık ve devrimcilik ilkeleri özellikle gençlikte hala canlıdır. Emredici, dışlayıcı, çelişkili ve 12 Eylül tabanlı sahte ‘Atatürkçülük’ çizgisi erimiştir. Atatürkçü düşüncenin özünü oluşturan bağımsızlık ilkesine bağlılık, günümüzde kimsenin görmezden gelemeyeceği başlıca ölçüt düzeyine yükselmiştir.

2.      AB’ye üyelik beklentisi boşa çıkmıştır. ABD, halkın gözünde zaten düşük olan saygınlığını tümüyle  yitirmiştir.

3.      Son yirmibeş yıllık ekonomik ve sosyal politikalardan beklentiler boşa çıkmış, yıkıcı sonuçlarla yüzyüze gelinmiştir. İşsizlik ve yoksulluk yaygınlaşmıştır. Durumu değiştirme beklentisi yoğunlaşmıştır. ‘Seçenek’ diye sunulan bu politikaların gerçekte ‘statüko’nun kendisi olduğu artık açığa çıkmıştır. Herkes, çöküşe karşı gerçek seçenek arayışındadır.

4.      Tarım kesiminin gerilemesiyle ve  üretim artış hızının nüfus artış hızının gerisine düşmesiyle birlikte ekonomi kritik eşiğe gelmiş, ekonomik ve sosyal politikalarda toplumsal eşitliği sağlayacak köklü bir yön değişikliği zorunluk kazanmıştır.

5.      Mecliste ve bürokraside “etkisizlik” ve “iktidarsızlık” duygusu yükselmiştir. Yürütülen politikaların meşruluğu sağlanamamakta, yönetenler yönetememektedir.

6.      Halkta hareketsizlik ve durgunluk nedeni olan yargılar geçerliğini yitirmiştir: “Nasıl olsa izin vermezler!” güveninin yerini “Neden kimse dur demiyor?” şaşkınlığı ve hayalkırıklığı almıştır: “İş başa düştü!” bilinci yaygınlaşmaktadır. Çıkış, halkın kendisince de benimsenecektir.  Toplumun tüm kesimlerinde “vefasızlık”, “bencillik”, “kabalık”, “saygısızlık” ve genel olarak. davranış çürümesine ilişkin yakınmalar yoğundur. “Eskiden herşey daha iyiydi!” sözleriyle bireysel davranışlarda gözlemlenen karamsarlık, tek tek kişilerin ya da toplum ‘genetiği’ nin özelliği değil, sömürgeleşme sürecinin karakteristik özelliği olarak görülmeye başlanmıştır. Çürüme, günlük yaşamın içinde kök salmaktadır.

8.      Halkın bir bölümünde tarikat dayanışmasından umulan yarar boşa çıkmış, yaygın istismarla yüzyüze gelindiği için tarikatçılığın içsel bağları çürümeye yüztutmuştur.

9.      Halkın tekelci medyaya güveni sarsılmış, medyanın inandırıcılığı büyük ölçüde sarsılmış, bu gücün olumsuz yönü zayıflamıştır.

10.  Benzer oldukları varsayılan hareketlerin birbirlerinden farklılıkları ortaya çıkmış, bazıları erimiş, kalanlar saflarını açıkça belirlemiştir. Siyasal öncülüğe duyulan gereksinim kesinleşmiştir.

11.  Nesnel koşullar,  yön belirlemeye ve siyasal hareketin temposunu yükseltmeye uygun hale gelmiştir. Bu durumu değerlendirip ve çözüm yollarını belirlerken netlik ve kesinlikten ödün verilmemelidir.

***

Durum ve çözüme ilişkin bu değerlendirmeler, yalnız BCP üyeleri için değil, ülkenin yönsüz sürüklenişinden endişe duyup bu gidişe karşı çıkmak isteyenleri, örgütlü siyasal mücadele saflarına çağırmak için de kaleme alınmıştır.

Ülke bağımsızlıktan sömürgeleşmeye, insanlarımız vatandaşlıktan başkalarının kulluğuna itilmek ve çekilmek isteniyorsa, bu durumun yurtdaşlara yüklediği sorumluluklar, ödevler var demektir. Kendine ve ülkesine güvenmek, çareyi başkalarından beklememek, başkalarınca aktarılan bilgileri sorgulamak, doğru çözümleri ve doğru çareleri birer “misyoner” gibi çevresine anlatmak, tepkileri örgütleyip kamuoyunu yanlış yönlendirenlere duyurmak ve nihayet olupbitenlerin siyasal bilincine varıp gereğini yapmak gibi.

Gereğin yapılması, eğer yasal durumu elverişliyse  uygun yönü gösteren bir partiye doğrudan doğruya üye olmak biçiminde olabileceği gibi, yasal durum elverişli değilse, siyasal örgütlenişe doğrudan ya da dolaylı destek biçimine de bürünebilir.

Emperyalist işgale son vermek, bağımsızlığı savunmak, sömürgeleşmeyi önlemek, toplumsal eşitliğe dayalı ulusal kalkınmayı gerçekleştirmek  bugünkü gidişe seyirci kalmakla başarılabilecek bir iş değildir.

                  ***

Prof.Dr. Mümtaz Soysal

Kötü         Çok İyi  Oyla  
  Geri  |  Arkadaşıma Gönder  |  Yazıcı Dostu
 
Tüm yazıları
ShareThis

    Hayat Verenler : Microsoft    HP Türkiye    PBS Bilişim    SAY Ajans    SFS - MAN    Superonline       

Türk Liderler:

Abbas Güçlü, Adil Karaağaç, Ali Ağaoğlu, <Ali Kibar, Adnan Nas, Adnan Polat, Adnan Şenses, Ahmet Başar, Ahmet Esen, Alber Bilen ,Ahmet Cemal Kura, Ali Abalıoğlu, Ali Naci Karacan, Ali Sabancı, Ali Koç, Ali Saydam, Ali Talip Özdemir, Ali Üstay, Arman Manukyan, Arzuhan Yalçındağ, Asaf Güneri, Atila Şenol, Attila Özdemiroğlu, Avni Çelik, Ayduk Koray, Aydın Ayaydın, Aydın Boysan, Ayhan Bermek, AyşeKulin, Ayten Gökçer, Başaran Ulusoy, BedrettinDalan, Bedri Baykam, Berhan Şimşek, BetülMardin, Bülend Özaydınlı, Bülent Akarcalı, Bülent Eczacıbaşı, Bülent Şenver, CağvitÇağlar, Can Ataklı, Can Dikmen, Can Has, Can Kıraç, Canan Edipoğlu, Celalettin Vardarsuyu, Cengiz Kaptanoğlu, Cevdetİnci, Çoşkun Ural, Cüneyt Asan, Cünety Ülsever, Çağlayan Arkan, Çetin Gezgincan, DenizAdanalı, Deniz Kurtsan, Didem Demirkent, Dilek Sabancı, Dr. Oktay Duran, Ege Cansel, Em. Org. Çevik Bir, Emre Berkin, Engin Akçakoca, Enver Ören, Erdal Aksoy, Erdoğan Demirören, ErhanKurdoğlu, Erkan Mumcu, Erkut Yücaoğlu, Ergun Özakat, Ergun Özen, Erol Üçer, Ersin Arıoğlu, Ersin Faralyalı, Ersin Özince, Ethem Sancak, Fatih Altaylı, Fatih Terim, Ferit Şahenk, Ferruh Tanay,Feyhan Kalpaklıoğlu, Feyyaz Berker, Fuat Miras, Fuat Süren, Füsun Önal, Göksel Kortay, Güler Sabancı, Güngör Kaymak, Hakan Ateş, Halit Soydan, Halit Kıvanç, Haluk Okutur, Haluk Şahin, Hamdi Akın, Hasan Güleşçi, HayrettinKaraca, Hazım Kantarcı, Hilmi Özkök, Hüsamettin Kavi, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Hüsnü Özyeğin, Işın Çelebi, İbrahim Arıkan, İbrahim Betil, İbrahim Bodur, İbrahim Cevahir, İbrahim Kefeli, İdris Yamantürk, İhsan Kalkavan, İshak Alaton, İsmet Acar, İzzet Garih, İzzet Günay, İzzet Özilhan, JakKamhi, Kazım Taşkent, Kemal Köprülü, Kemal Şahin, Leyla Alaton Günyeli, LeylaUmar, Lucien Arkas, Mahfi Eğilmez, MehmetAli Birand, Mehmet Ali Yalçındağ, Mehmet Başer, Mehmet Günyeli, Mehmet Huntürk, Mehmet Keçeciler, Mehmet Kutman, Mehmet Şuhubi, Melih Aşık, Meltem Kurtsan, Mesut Erez, Metin Kalkavan, Metin Kaşo, Muharrem Kayhan, Muhtar Kent, Murat Akdoğan, Murat Dedeman, MuratVargı, Mustafa Koç, Mustafa Özyürek, Mustafa Sarıgül, Mustafa Süzer, Mümtaz Soysal, Nafi Güral, Nail Keçili, Nasuh Mahruki, Nebil Özgentürk, Neşe Erberk, Nevval Sevindi, Nezih Demirkent, Nihat Boytüzün, Nihat Gökyiğit, Nihat Sırdar, Niyazi Önen, Nur Ger, Nurettin Çarmıklı, Nuri Çolakoğlu, Nüzhet Kandemir, Oğuz Gürsel, Oktay Duran, Oktay Ekşi, Oktay Varlıer, Osman Birsel, Osman Şevket Çarmıklı, Ozan Diren, Özen Göksel, ÖzdemirErdoğan, Özhan Erem, Pervin Kaşo, R.BülentTarhan, Raffi Portakal, Rahmi Koç, Rauf Denktaş, Refik Baydur, Rıfat Hisarcıklıoğlu, SakıpSabancı, Samsa Karamehmet, Savaş Ünal, SedatAloğlu, Sefa Sirmen, Selçuk Alagöz, SelçukYaşar, Selim Seval, Semih Saygıner, SerdarBilgili, Sevan Bıçakçı, Sevgi Gönül, Sezen Cumhur Önal, SinanAygün, Suna Kıraç, Süha Derbent, Süleyman Demirel, ŞadanKalkavan, Şadi Gücüm, Şahin Tulga, Şakir Eczacıbaşı, Şarık Tara, Şerif Kaynar, ŞevketSabancı, Tan Sağtürk, Taner Ayhan, Tanıl Küçük, Tanju Argun, Tansu Yeğen, TavacıRecep Usta, Tayfun Okter, Tevfik Altınok, Tezcan Yaramancı, Tinaz Titiz, Tuna Beklevic, Tuncay Özilhan, Türkan Saylan, Uğur Dündar, Uluç Gürkan, Umur Talu, Ümit Tokçan, Üzeyir Garih, Vehbi Koç, Vitali Hakko, Vural Öger, Yaşar Aşçıoğlu, Yaşar Nuri Öztürk, Yılmaz Ulusoy, Yusuf Köse, Zafer Çağlayan, Zeynel AbidinErdem

Tecrübeleriniz ve birikimleriniz toprak olmasın @ Copyright 2004 turklider.org