Ziynet Odası       Odam Olsun       Türklider Odaları       Sizin Odalarınız       Sohbet Odası       TV Odası       E-Kitap Odası       BŞenver       Gazete Odası       iPad       Hakkımızda       Şifremi Unuttum   

 

Sunay AKIN Gözüyle 



Tüm Yazıları
       ShareThis

 

Aktif İleti 15.Kuruluş Yıl dönümü SUNAY AKIN ile Kurye Takibi
22.01.2011
Okunma Sayısı : 8065
Oy Sayısı : 9
Değerlendirme : 5
Popülarite : 4,77
Verdiğiniz Puan :
 

 

Aktif İleti 15.Kuruluş Yıl dönümü SUNAY AKIN ile Kurye Takibi
Sunay Akın
.
.

Aktif İleti'nin kurucu ortağı Sayın Yusuf Köse, 15. kuruluş yıl dönümü gecesine beni davet etti. Katılımcılara bir sunum yapmamı istedi.

Aktif İleti'nin uzaydan takip ettiği kuryelerini o gece canlı olarak ben de misafirler ile birlikte takip ettim.

Sultanahmetten başlayan tarihte bir gezinti yaptık.

Sunumumu sizlerle de paylaşmak istedim...
.
.

izlemek için tıklayın.  

    

.
.

SUNAY AKIN SUNUMU
AKTİF İLETİ 15. KURULUŞ YIL DÖNÜMÜ
Deşifresi
.
.

SUNAY AKIN SUNUMU 

AKTİF İLETİ 15. KURULUŞ YIL DÖNÜMÜ

SUNAY AKIN:
1990'lı yıllarda Amerika'nın Atlas Okyanusu kıyılarındaki Orlando'da Kennedy  uzay üssünden bir uzay mekiği  gökyüzüne doğru yola çıkar.

Bu uzay mekiği içinde değişik ülkelerden bilim insanlarını taşımaktadır. Amaçları belli, uzay'da çalışmalar yapmak.

Birkaç gün uzay'da kaldıktan sonra uzay mekiği dünyamıza geri döner. Basın toplantısı düzenler bilim insanları.

Gazeteciler toplanmış,  herkes meraklı , neler getirdiler bize uzay'dan diye. Bilim insanlarının sözcüsü der ki  "Uzay mekiği yola koyulduğunda hepimiz çok heyecanlıydık.

Birazcık  dünya'dan uzaklaşınca aramızdan biri birden bire 'Hey, bu aşağıdaki benim doğduğum kent' dedi.  Sonra biraz daha yukarıya çıktık bir başkası 'Bakın, bakın bu ilerideki de benim kentim'dedi.

Biz bunu yaparken uzay mekiği giderek yol alıyordu yukarılara doğru. Şehirler görünmez oldu.

Bir başkası dedi ki: 'O benim ülkem' bir diğeri 'Bu ada'da benim ülkem" dedi.  Bu sefer birbirimize ülkeleri göstermeye başladık. Fakat biz bunu yaparken yine yükseliyorduk. Ülkeler de görünmez oldu.

Bu sefer biri çıktı dedi ki  'Benim kıtam bakın Avrupa. '  En yukarıda ise hepimiz aynı yeri  gösteriyor ve aynı  şeyi söylüyorduk   'Bu bizim dünyamız'  Ve sizler bu gerçeği görebilmek için  dünyadan kilometrelerce yukarıya çıkmaya gerek görmeyenler, ayakları yere basarken de bu bizim dünyamız diyenler, Aktif  İleti'nin 15. doğumgünü gecesine  hoşgeldiniz.

Sizleri böyle kilometrelerce yukarıdan selamladım, çünkü bunun nedeni ben size birazdan sunumumu yaparken tarihin derinliklerinden bulup çıkardığım bilgileri iletirken, bir Aktif İleti dağıtıcısı İstanbul'da, Sultanahmet Meydanı'ndan yola çıkacak.

Şuanda iki taraftaki perdelere bakmanızı rica ediyorum, çünkü uzaydan şuanda  CPS yardımı ile , bilimin geldiği en üst nokta ile o görevliyi görüyoruz.

Sultanahmet Meydanı'nda ve bana bir zarf hetirecek. Ben o zarfta yazılı öyküyü size anlatacağım.

Canlı olarak bunu yaşayacağız, ben çok heyecanlıyım. Umarım teknoloji beni yanıltmaz. Şuanda Aktif  İleti dağıtıcısı Sultanahmet Meydanı'ndan  yola çıkıyor.

Bende size Sultanahmet ile ilgili bir öykü anlatmak istiyorum, çünkü  değer verdiğimiz bir objeyi, değeri yada herhangi bir şeyi bir yerden başka bir yere taşımanın tarihi çok eski. Sultanahmet'deysek mutlaka  Dikilitaş'ın öyküsünden bahsetmeliyiz.

Orada bir taş durmaktadır. Bunun adı 'Dikilitaş'  

Onun adı neden Dikilitaş? Çünkü dik duruyor. Eğer yerde yatık olsaydı ne olacaktı? "Yatılıtaş"

Mısır kültürüne ait bir eser, üstünde Mısır'da yaşanılmış, tarihin derinliklerinde yaşanılmış, bir olay, bir zafer anlatılıyor. Tam 1700 yıl önce geldi bu İstanbul'a.  Bizi ilgilendiren tarafı İstanbul'a nasıl iletildiği .

Gittiler, gördüler bunu , denizden uzak bir Kent'te bu  Mısır'da, baktılar ve çok beğendiler. "Ne kadar güzel, bunu biz İstanbul'a götürelim" dediler. Niye? Bilmiyorum. Bırak dursun yerinde. Gerekli emirler verildi. "Alın, bunu getirin"  

İyi de kolay mı?  Bu nasıl gidecek İstanbul'a. Elbetteki deniz yolu ile ama İskenderiye kadar bu taş yere yatırıldı önce sürüklendi, çekildi,  sürüklenerek götürüldü dikildiği kentten  İskenderiye limanına kadar .

Televizyon'da film izlerken alt yazı geçer, ben ne zaman altyazı bir film izlesem Dikilitaş'ın  İskenderiye limanına yaptığı bu ileti yolculuğu aklıma gelir.

Geldiler İskenderiye limanı'na orada bir şey farkettiler. Bu kadar büyük bir taşı içine alacak bir gemi yok. En büyük gemi bunu içine alamıyor. Tam 50 yıl İskenderiye limanında  taş yattı.

O yıllarda onun yanından geçenler ne diyor du bu taş'a  "Yatılıtaş" Bu Dikilitaş'ın birde Yatılıtaş dönemi vardır. 50 yıl sonra anladılar ki bu kadar büyük bir taşı içine alacak gemi zaten olamaz. Bunlar garanti bizim oralı. Ben Trabzonlu'yum da. Ne yapalım? Dediler.  "En büyük gemiye kadar bunu keselim, başka türlü götürülemez bu" Ve bu taşı kestiler.

Çok dikkat edin, taş'ın alt kısmına bakın, dört tane küp  üstünde durmaktadır.

Bu görmüş olduğunuz üçte birlik kısmı. Bunun neredeyse üçte ikilik kısmı yok, kayıp, kesildi. Kestiler ya ben ona ne diyorum biliyormusunuz?  "Dünyada yazıya uygulanan ilk sansürün anıtı" Şimdi görmenizi istiyorum, çok dikkatli bakın, ne görüyor sunuz? Bakmak ile görmek aynı şey değil.

Dikkat edin, neden Dikilitaş bu uzunlukta? Çünkü orada bir geminin uzunluğu var, bir gemi boyunda . Aslında biz yıllardır bir geminin uzunluğuna bakıyoruz aynı zamanda.

Aktif İleti'nin 15. yıldönümü gecesinde böyle merhaba denilir diye düşündüm. Bakarmısınız orada iletinin bir tarihi var, bir gemi.

Çok dikkatli bakın, en üst noktasına , piramit kısmına, düzgün mü? Değil mi? Yamuk.

Peki bu Mısırlı'lar harika, çok düzgün, piramitler yaptılar. Bu ne? Bir şey yanlış değil mi?

Bu nasıl olur? Onu gördüm bir gün, görmez olaydım.

Neden yamuk  diye dört yılımı aldı. Bulduğum şu; dedimya Mısır'da, denizden uzak bir kentteydi bu,  durduğu yerde güneşin hareketine göre gölgesi zamanı göstersin diye o şekilde traşlanmış.

Yani o bir güneş saati.

Söküldü İstanbul'a getirildi ya, ayarı bozuk bir saat artık.

Bakalım şuanda Aktif İleti dağıtıcısı nerede? Şuanda Sirkeci'de. Orada bir araba vapuru var. Sirkeci'ye geldik ya,  İstanbul'un iki yakası'nın biraraya geliş öyküsünü de anlatmalıyım size. 130 – 140 yıl önce aydınlar gizli, gizli  bir grup insan sessizce tartışıyorlar. Çünkü bunlar demokrasi isteyenler, bunlar meclis isteyenler, entellektüeller.

Saray'dan uzak yerde toplanıyorlar , Saray duymamalı. Biri çıkıyor aralarından diyor ki   "Arkadaşlar, bundan  böyle toplandığımız bu yer şu adla anılsın. O ad bugün hala anılıyor.

İstanbul'da  bir semt. Bu adı koyan kim biliyor musunuz?  Namık Kemal. İstanbul'da Namık Kemal'in koyduğu ve o gizli toplantıların yapıldığı bir semt adı var.

Neresi olabilir?

Söyleyeyim size "Fikirtepe" Ve işte İstanbul'un iki yakasını biraraya getiren araba vapurudr.

Dünya'da ilk araba taşıyan vapur bu iletiyi sağlayan araç 1872 yılında İstanbul'da yüzdürülmüştür. Vapur'un adu "Suhulet" anlamı kolaylık. Çünkü artık hayat kolay, İstanbul'un iki yakası biraraya geliyor.

Ben size bir şey söyleyeyim mi? Aktif İleti'nin bütün çalışmasını gördüm de, tanık olduğum şu;

Siz , firmalar, üreticilerle yani müşteri arası  eğer o iki yaka biraraya geliyorsa, bunu bu güzel insanlara borçluyuz. Ben kendi  payıma bir tüketici olarak teşekkür ediyorum onlara. İstanbul'un iki yakası gibi , iş hayatımızın iki yakasını da bu insanlar biraraya getiriyor.

Bu vapur'un adını koyan mı?

O da Namık Kemal. Suhulet'in adını da Namık Kemal koymuştur.

Peki biz öyleyse aydınlama tarihimizi, demokrasi tarihimizi  günümüze ne kadar ilettik.

Sirkeci Gar'ını da anlatmalıyım size, çünkü bir yerden bir yere gitmenin, yada bir eşyanın güvenli bir şekilde taşınması denilince çok önemli. İstanbul'a Gar yapılacak , Şehremini dönemin Belediye başkanı çağırıyor mühendisleri diyorlar ki  "İstanbul öyle sahipsiz değil, bu İstanbul haritasını alın, Gar'ı nereye koyacaksınız, gösterin, onaylayın yapın"  Mühendisler bir hafta çalışıyorlar, İstanbul haritasını getiriyorlar  Belediye başkanı'na,  bakıyor ,gar'ı nereye koyduklarını görüyor. 

"Bu ne ?" diyor ve kızıyor  "Gar'ı nereye koydunuz?"

Mühendisler "Sirkeci'ye" diyor. "Tren yolu nereden geçiyor?"   

Sevgili konuklar dünyada bahçesinden tren yolunun geçtiği bir tek saray var, bizim Topkapı Sarayı'mız.

"Peki ne olacak şimdi"  der Belediye başkanı "Siz padişahı ikna edin" derler.

Padişah  bereket versin ki   Abdülaziz, o güzel, münevver insan, ilk kez heykelini yaptıran Osmanlı Padişah'ı ama yinede denilmez. Bir toplantıda konuyu Abdülaziz açıyor,

"Ne oldu bu tren meselesi" 
"Devletlim olmuyor"
"Neden?"
"Gar'ı Sirkeci'ye koydular"
"Ne var bunda?"
"Tren yolu sarayınız'ın bahçesinden geçiyor"
Abdülaziz ne yanıt veriyor biliyor musunuz?
"Şömendifer geçecekse göğsümden geçsin"

Şu ileti tarihindeki güzelliklere bakın bizim kültürümüzde. Bu yüzden Osmanlı'da en değerli arsalar tren yolunun sağında ve solundaki arsalar oldu.

Hele bir de Haydarpaşa Gar'ı açılınca en güzel köşkler, konaklar, yüzyıl evvelinde o tren yolunun iki yanına yapıldı.

Neden? Çünkü marifet Padişah'a en yakın oturan olmak. Bunun bir anlamı da şu, Bizim atalarımız o tarih boyunca güzel Fenerbahçe, Caddebostan, Suadiye plajlarına sırt çevirip trene bamışlar.

Ama ne yazık ki bu köşkler, konaklar birbiri ardına yıkıldı. Günümüze iletemedik onları. Yok ettik.

Göztepe ve Erenköy tren istasyonu arasında  kala kala bu perdede gördüğünüz Beyaz Köşk kaldı.

Bunu gören var mı?

Kapısından giren?

Burası İstanbul Oyuncak Müzesi. Çocukluğunuzu aramayın, ona ben bakıyorum.

Çocukluğunuzla buluşmak isterseniz sizi orada bekliyor.  Neden mi zürafa heykeli?

Çünkü 100 yıl önce o bölge Mehmet Münif Paşa'nın dı. Bir bilim dergisi çıkarmış 130 yıl önce.

Göztepe Erenköy tren istasyonlarının arasında otururdu, o yıllarda bir tek onun konağı vardı orada, ve Mehmet Münif Paşa yüzyıl önce o konağının bahçesine bakalım ne koymuş? Zürafa Heykeli.

Şimdi de Oyuncak Müzesi'nin sokağını görelim, Mehmet Münif Paşa bahçesine bir zürafa heykeli koyarsa , Sunay Akın paşa üç tane zürafa heykeli koyar. İleti ve oyuncak tarihinden kısa bir öykü.

Resimdekini tanıdınız,"Mona Lisa"  Mona Lisa'yı bu kadar ünlü yapan nedir?  Bakışları, gülümsemesi. Hayır, hayır bunların hiç biri,  neden bu tablo bu kadar çok konuşuluyor biliyor musunuz? 

Çünkü Leonardo Da Vinci  İtalya'da resim  yaparken Fransa Kralı onu çağırıyor "Gel, benim himayemde resim yap" diyor.

Bu yolculuğu sırasında İtalya'da yaptığı yüzlerce tabloyu  bırakıp, bir tek tablo'yu koltuğunun altına alıyor, bir kurye gibi sadece onu taşıyor. İtalya'dan, Fransa'ya Leonorda Da Vinci'nin yanında taşıdığı tek tablo budur.

Değerli olmasının nedeni bu. Nasıl olurda bir sanatçı diğer eserlerini bırakırda, bundan neden ayrılamıyor?  Sanat alanında kuryelik yapan da, günümüze bu tabloyu ileten de Leonardo da  Vinci'nin bizzat kendisidir.

Bir Mona Lisa tablosu daha var, onun farklılığı oyuncak oluşu, bu bir bebek 1954 yılında  oyuncak tarasımcısı tarafından Amerika'da yapılıyor. Mona Lisa bir tane ise   oyuncağı da bir tane olmalı diyor.

Amerika'da çok ünlü bir koleksiyoncu alıyor bunu, sonra 70'li yıllarda bir açık artırmaya koyuyor ve Kanada'lı bir kadın alıyor, ve geçen yıl açık artırmadan onu biz satın alıyoruz, İstanbul'a getiriyoruz.

Bu Mona Lisa'dan bir Paris Louvre müzesinde var,  bir de bende var. 

İyi bakın, Louvre  müzesi'ndeki yarım,  bende belden aşağısı da var. Benden duyacağınız tek belden  aşağı espiride budur.

Aktif İleti dağıtıcısı bir rota izliyor ya, dünyadaki ilk rotanın öyküsünü anlatacağım ben sizlere. 1899 yılında bir Belçika'lı bir mühendis'in yapmış olduğu , dünyada 100 km sürate  ulaşan ilk otomobil. 100 kilometre'nin üstüne çıktı insan.

Dünya küçülecek ,  ünlü oyuncak yapımcısı Lehman   bu arabanın oyuncağını yapıyor. İlk hayali dünya turunu, rotasını da oyuncağın üzerine yazıyor.

Berlin'de başlayıp  Berlin'de biten hayali bir dünya turu. Üzerinde İstanbul'da yazıyor.

Gazetelerde yazıyor ya onun arabası , şunun arabası diye onların hiçbiri tarihe kalmayacak, yarınlara iletilmeyecek , 50 yıl sonra benim arabam konuşulacak. Üzerinde İstanbul yazıyor.

Size otomobil'den bahsetmişken  bir güzel insanı da anlatmalıyım.

Onu tanımanızı çok istiyorum. Müthiş bir kadın, Doroti Levi. 1906 yılında bir kitap yazıyor Doroti Levi. Kitabın adı "Kadın ve Araba"  İlk kadın şoför, ilk kadın otomobil yarışçıcı ve o kitapta ne diyor biliyor musunuz?   

"Sürücüler mutlaka otomobil kullanırken  yanlarında da bir cep aynası bulundursunlar ki, arkadaki trafiği de görebilsinler"  Yani bugün arabalardaki dikiz aynası dediğimiz aynalar bir kadın zekasının ürünüdür. 

Onu kadınların yaratıcılığına, zekasına borçluyuz. Toplumlarda böyledir dostlarım, arabandaki dikiz aynasını  sök, at,  kadına değer vermeyen toplum o araba gibidir işte. Ne kadar yol alabilirse o kadar gidebilir o toplum.

Bakalım Aktif İleti elemanı nerede? Haliç Kıyısında . Orası zor bölgedir. Bizim yasaklar konusunda dünyaya  bir  armağanımız var, trafik konusunda bir armağanımız var.

İlk klakson çalınmaz cezası 1952 yılında İstanbul'a konuldu. 1952 ve 1953 yılları arasında klakson çalınmaz cezasıyla toplanan paralarla Haseki Hastanesi'nin ruh ve sinir hastalıkları bölümü yapılmıştır.

O  ki Haliç'teyiz, bu minyatürü anlatmalıyım size. Bir Haliç öyküsü. Haliç'in üzerinde bir sal, salın üzerinde müzisyenler , ve dönme dolap. Atalarımızın zevkine bak. 1721 yılında yapıldı bu minyatür. Neredeyse 300 yıl önce.

Demiş ki " Bu dönme dolaba biz karada çok bindik. Dön, dön aynı. Bir değişiklik yapalım.

Bir sal yapalım, hem yüzelim, hem dönelim." Bana kalsa bunu tarih kitabının kapağına koyarım. İyi bakın ve görün, Dikilitaş gibi görmenizi  istediğim bir gerçek var orada.

Bizimkiler 1721 yılında dönme dolabı salın üstüne değil, yanına koysalardı neyi bulmuş olurlardı?  Yandan çarklı vapuru. Yani  sanayi devrimini 100 yıl önce Haliç'de biz başlatmıştık.

 Bu minyatür dönemin Padişah'ı 3. Ahmet'in çocuklarının sünnet düğününü anlatır. 1721 yılında 3.Ahmet  dört şehzadeyi sünnet ettirmiş, Aynalıkavak kasrı'nda oturmaktadır.

Sünnet düğününün 13. günü , birdenbire Haliç'in sularından dev bir timsah çıkar. Aynalıkavak kasrı'na doğru yaklaşır, herkes kaçar, bir kişi kaçamıyor.

Kaçamayan kim ? Padişah. Timsah ağzını açıyor, herhalde  padişah diyor ki içinden  "Kısmete bak, atalarım savaş meydanlarında öldü, tarihe kahraman olarak yazıldı, ben ise timsahın yuttuğu padişah Ahmet 3"  

Timsah ağzını kapattı, Osmanlı devri sona erdi.

Tarih böyle yazacaktı, timsah gerçek olsaydı.

Timsah'ın açık ağzından beş tane çengi çıktı , oynamaya başladı, sonra padişah'a tepsi tepsi yiyecek uzattılar, sonra 5 çengi timsahın ağzına geri girdiler, timsah Haliç'in sularına daldı ve gözden kayboldu.

Nedir bu? O zaman ki adı "Tahtelbahir" Açın okuyun, literatüre  girin, bakın .

İlk denizaltı Amerika savaşı sırasında Amerika'da bir nehir'de yüzdürülmüş, 1860'lı yıllarda olmuş. Her yerde bu yazılı.  Peki bu ne?

Haliç Tersanesinin  baş mühendisi  İbrahim Efendi'nin yapmış olduğu  ve tarihte yüzdürülmüş ilk denizaltıdır. Bütün çizimleri, planları ve bu proje için kaç para harcandığı Topkapı Sarayımızdaki surnamelerde mevcuttur.

Topkapı Sarayı'mızı gezerseniz, hele ki dışarıdan gelen bir misafirinizi gezdirirseniz  bu bilgileri bulamazsınız. Depoda duruyor, sergilenmiyor.  Yukarıda ne var? İkinci Mahmut'un komposto takımı.

Şuanda nerede Aktif İleti dağıtıcısı? Bakalım, çok gitti,  Okyanusa gitmiş. Benim proje suya düştü. Bu görmüş olduğunuz su altı yegane ileti merkezidir. Avusturya'da Vanuatu'da, bir gönderiniz varsa, dalıp, verip buradan gönderebilirsiniz.

Şuanda Aktif İleti Dağıtıcısı köprüye doğru gidiyor. Köprüdeyiz, öyleyse mutlaka bu belgeyi de size sunmalıyım ben.  Bir köprü planı, İstanbul için tasarlanmış bir köprü bu, ama ne yazık ki kabul etmedik. Leonardo Da Vinci'nin aslında bizde de bir eseri olacaktı.

Bu köprü planını Leonardo Da Vinci  çizmiştir. Bu köprü bugün dünyanın başka bir ülkesinde, Oslo'da. Leonardo Vinci'nin İstanbul için tasarladığı köprü bugün kilometrelerce uzakta.

Bu da ileti'nin hüzünlü  bir tarihi bence. Çünkü köprüler  yolları birleştirir. Leonardo Vinci'nin İstanbul'da yapmak istediği köprüyü biz neden inşaa etmiyoruz.

Aktif İleti dağıtıcımız motor ile geldiği için hızla ilerliyor. Görelin  nereye yaklaşmış. Birazdan boğazı geçecek. Öyleyse ben size İstanbul Boğazını geçme  konulu bir öykü anlatmalıyım.

O öyküye de gördüğünüz bu fotoğraftan yola çıkıyoruz. Burası boğaz, buzların ne işi var? boğaz donar, boğaz donmaz, hiç boğaz donar mı?

Çok sert geçen kış Avrupa'daki nehirlerde  donar, sonra bahar ile birlikte bunların buzları kırılır, akıntılar, o buz parçaları boğazdan geçerken boğazı tıkar. İstanbul'lu  buna boğaz dondu der. Biz de öyle diyelim.

46 yaşındayım henüz böyle bir doğa olayı görmedim. Bu kış umutluyum, gelecek  buzlar, Neden biliyor musunuz? Bu yaşıma kadar İstanbul  boğazını para vermeden karşıdan karşıya geçeceğim. 

Karşıyakada oturanlar kaza ile yanınıza para almadıysanız, geçemezsiniz.  Buzlar olduğunda tam da köprünün altından geçeceğim, gişenin  olduğu yere gelince bakacağım

İstanbul Boğazını para vermeden geçmek konulu iki cilt kitabını yazan  yazarın fotoğrafı gelecek beyaz perdeye. Ve sizinle bir oyun oynamak istiyorum. Oyunun bir kuralı var, yanıtı bilen söylemeyecek.

Yanıtı bilen sessizce el kaldıracak hiç konuşmadan.  İstanbul boğazını  para vermeden geçme konulu iki ciltli kitabı yazan bu kişiyi tanıyan sessizce el kaldırsın.

Arkadaşımız bildi, ilk defa bir bilene rastladım.

İki cilt roman şöyle başlıyor, özetleyeyim.

1880 yılında geçiyor, iki tane Hollanda'lı tüccar mal almak için deniz yolu ile İstanbul'a geliyor Rotterdam'dan. Tophane'de gemi duruyor, bütün tüccarlar iniyor , eşyaları  yüklüyorlar ama gemide çok kötü yemek çıkmış.

Güzel bir Osmanlı mutfağını gözlerinde büyütmüşler, akşam oluyor lokanta arıyorlar, bütün lokantalar kapalı.  Niye?

Aylardan Ramazan. Biri diyor ki  "Burada bir tüccar yaşıyor, Keraban ağa diye, o dilimizi biliyor, o da mal almak için Rotterdam'a geliyor, onu bulalım, bize yemek ısmarlasın" diyor. 

Biraz sonra bir bakıyorlar Keraban ağa kıyıdan bir kayığa biniyor , sesleniyorlar, Keraban Ağa kucaklıyor dostlarını ve diyor ki " Bizim Ramazan ayımız, ben niyetliyim, evim karşıda Üsküdar'da, beni kırmayın  akşam yemeğinde bizdesiniz" Tam sandala bineceklerken zaptiye geliyor silahı ile.

"Durun, bundan böyle karşıya geçiş para ile, adam başı 10 Lira veren karşıya geçebilir" diyor.

Keraban ağa  "Vermezsem" diyor. "Geçemezsin, sarayın emri" diyor.

Keraban ağa  "Bunca sene evime gidip geldim, şimdi sana niye para vereyim. Bütün  gemileri alacak kadar param var ama sana para vermeyeceğim.

Getirin at arabamı" diyor. Zaptiyeye  "Bak para vermeden karşıya nasıl geçiyorum  gör" diyor.

Beşiktaşa gidiyor, Varna, Odesa, Kırım, Batum, Bolu, Üsküdar, birbuçuk ay sonra evine geliyor. Kapıyı açıyor, "Akşam yemeği hazır, biz Türkler sözümüzden dönmeyiz" diyor.

Hollandalı'lar yemekten sonra kalkıyorlar, Keraban ağa siz para verip geçin  beni orada bekleyin, geldiğim yoldan dönmeyeceğim" diyor .

Hollandalı'lar ertesi sabah para verip geçiyorlar, Tophane'ye geliyorlar . Bütün İstanbul bunu duyuyor Keraban ağa para vermeden boğazı nasıl geçecek?  

Keraban ağa Üsküdar'a geliyor, bütün İstanbul'lu  kıyıda, nasıl geçecek boğazı  herkes ona bakıyor , görülen şu; Üsküdar'dan Tophane'ye boğazın üzerinde bir ip gerili, ipin üzerinde bir cambaz, hem yürüyor hem el arabası sürüyor, arabanın içinde Keraban ağa , geliyor Tophane'ye.

İşte İstanbul Boğazını para vermeden karşıdan karşıya geçme konulu iki ciltlik romanı yazan yazar, bir başka kitabını da söyleyeyim size  "Aya Seyahat" bu yazar Jules Verne  elbette.

Jules Verne 'nin  bizi anlatan  iki ciltlik kitabı vardır ama neyazıkki ona bize ait bu bilgisi ne yazık ki okuma kültüründe günümüze  iletilmedi.

Jules Verne  Aya Seyahat adlı romanı yazıyor, 1865 , yine 1870'li yıllarda aya gitmeye inandığı bir araç yapıyor, bütün parası batıyor, iflas ediyor.

Dünya gazetelerine bir ilan veriyor  "Ben aya giden bir araç yapıyorum, bitmesine az kaldı ama param bitti, bana para gönderin "  Bir millet para toplayıp gönderiyor, biz. İstanbul'lular para toplayıp Osmanlı Bankası aracılığıyla  Jules Verne  gönderiyoruz. Biz buyuz işte, kültür genlerimiz , insanlığın düşlerine ait ne varsa bugüne kadar hep inandık.

Boğazdan söz ediyoruz, bu güzel insanı anlatmalıyım size, yakışıklı denizci Atilla Hülagü, yanında güzel eşi, bir plan üzerine çalışıyorlar. Atilla Hülagü yıllarca çalışıyor ve 1963 yılında düşünü gerçekleştiriyor. Onun düşü boğazı geçmek.

Çok güzel ayakkabılar yapıyor ve İstanbul boğazını geçiyor. İstanbul boğazını vapursuz geçen bir araba var, duydunuz mu?  1964 yılında,  arabanın içindeki ünlü bir sinema oyuncusu Hülya Koçyiğit. Anfibi bir araba ile İstanbul boğazını bir yakadan  öteki yakaya geçmiş.

Ben hep derim, bu kente bir Boğaz Müzesi lazım. Jules Verne 'lerin , Atilla Hülagü'lerin, ve daha nicelerinin anlatıldığı bir müze.

Aktif ileti dağıtıcısı buraya doğru yaklaşıyor son sürat. İletinin tarihinden söz edince mutlaka bu haritadan söz etmeliyim. Tanıdınız değil mi?

Piri Reis'imizin haritası. Bu harita nasıl bulundu duyan var mı? Cumhuriyet ilan edildi, Topkapı'ya bir müze yapılacak 1929 yılında tarihçiler  envanterler tutuyor , hem de işçiler onarım yapmakta .

Bir yanda tarihçiler çalışmakta,  diğer yanda işçiler. Bizim işçi arkadaşlarımız öğle yemeklerini nasıl yerler? 

Yere bir şey sererler, üzerine peynir , domates, karpuz koyarlar, yedikten sonra topluca alır atarlar. 1929 yılında onarım yaparken bir tarihçi geçiyor işçilerin yanından , bir bakıyor haritanın üzerinde yemek yiyorlar ve harita böyle bulunuyor. 

Haritanın önemi şu; bugün dünyadan uzayın fotoğrafı çekildiğinde bir sır ortaya çıktı, oda şu; o fotoğrafta Amerika'nın  Atlas Okyanusu kıyılarıyla , Piri Reis'in haritasındaki Amerika'nın Atlas Okyanusu kıyıları  birebir aynı. Piri Reis bu haritayı 1511 yılında yapmaya başladı, 1513'de tamamladı ve dönemin padişahı Yavuz Sultan Selim'e sundu.

Güzel. O kıyılar bütünsel olarak bilinmiyordu ki, parça parça biliniyordu ama bu kadar mükemmel bilinmiyordu.

Bunu nasıl yaptı Piri Reis. Kolomb 1492'de gitti, 1492'den 1511 zaman diliminde o kadar bütünsel olarak bilinmiyordu ki.

Erick Von  Daniken  'in "Tanrıların Arabaları" ne diyor o kitapta? "Bu haritayı Piri Reis mi yaptı?" Kim Yaptı? Uzaylılar. 

Erick Von  Daniken  ve onun gibi düşünenler için Mısır piramitlerinide Mısırlı'lar yapmadı.

Kim yaptı? Uzaylılar.

Bu düşüncede olanlar için uygarlık  tarihi boyunca uzaylılar ve biz insanlar için şöyle bir ileti var;  uzaylılar gizli gizli geliyor, Mısırlı'ya bir kağıt veriyor al bunu piramit yap, ileride turizm olur, yine gizli gizli geldi uzaylı Gelibolu'ya geldi, Piri Reis'e verdi çiz, ileride karizma yaparsın.

Açıklamamız gereken bir sor var, bu benzerlik nedir?  Ben yıllarca harita tarihini araştırdım, haritaları çok eskiden ressamlar çizerdi.  Bir yandan kitap okuyordu, bir yandan  boyuyordu.

Dünya haritalarını kim yapacak yüzyıllar önce ,  uzaydan dünya böyle görülemiyorken , ressamlar. Bir ressam dünya haritasını boyayınca  en son  okyanusa kahverengi bir nokta koyardı. Bir ada çizerdi ve dünya haritasını  hazırlayan ressam o haritadaki adaya da sevdiği kadının adını yazardı.

Aslında öyle bir ada yok. Ressam derdi ki; ne farkeder, bu  harita durdukça sevdiğim kadının adı orada yaşasın. Çok eskiden dünya haritalarını hazırlayan ressamlar mutlaka o haritalarda sevdikleri kadınlara ada armağan ederlerdi. Çok  güzel  ama bu sebeple tarihte pek çok denizci kayboldu.

Düşünsenize bir geminin kaptan köşkündeyiz, her taraf ufuk çizgisi, kaptan sinirli, gemi durmuş ve yanında serdümen  elinde harita  "İsabel adası yazıyor"  Pek çok haritacı ressamın aşkı bu gelenekten dolayı günümüze kadar iletilmiştir. O haritalar hala durur. Haritayı hazırlayan ressam çapkın biri ise "Takım Ada"

Demek  ki, benim ülkemde tek kişilik gösterilerde belden aşağıya konuşmadan , kötü ve basit taklitler yapamdan, aydınlanarak da gülüp eğlenebiliyormuşuz. Bu ne yazık ki tarihimizden günümüze iletilmeyen meddah geleneğinden  başka bir şey değildir.

Batı  bir araya geldiği mekanlar a "Cafe" derken,  biz İstanbul'da toplandığımız mekanlara "Kıraathane" adını vermişiz. Okuma Evi demektir. Orada en çok okuyan kişi, bilgilerini beden dillerini  kullanarak  oynayarak aktarırdı kitap bilgilerini. Böylelikle meddahlar ortaya çıktı.

Piri Reis Harita'sının sol kısmına bakın, orada bir metin var. Orada kitap ve harita adı geçiyor, Pirireis bu haritayı yapabilmek için  hangi gezginlerin yazdığı kitapları okudu, hangi haritaları karşılaştırıp  benzerlikleri ve farklılıkları buldu  hepsini yazdı.

Kristom Kolom Amerika'ya  keşfini dört sefer yaptı, bunların üçünde Pirireis'in amcası olan Kemal Reis'in de yetiştirdiği denizci vardı. Şunu merak ettim, acaba ilk seferde de yanındamıydı.?

Bunu nasıl öğreniriz?  Okuyarak, aydınlanarak öğreneceğiz. Kolomb bir günlük tutuyor Amerika'ya giderken, şunu yazıyor diyor ki: "Gemilerde isyan çıktı, artık geri dönelim diye isyan ettiler .

İstanı karanın üç gün sonra görüleceğini söyleyerek bastırdım. Bunu bana o söyledi, ona güveniyorum , onu bunun için yanıma aldım."  Ve kara o tarihten 3  gün sonra görülüyor, 2 yada 4 gün değil.

Demek ki Kolomb'un güvenip yanına aldığı denizci  yıldızlardan yol bulmuş. Kolomb karayı ilk görene çok para mukafat etti ama vermedi. Nedenini de günlüğüne şöyle yazdı. "Karayı ilk o gördü, eğer mukafatı ona verseydim gemide yine isyan çıkardı. Çünkü o başka bir dinden ve aşağılık bir ırktandı."

Bunları bir kenara bırakalım, Pirireis bir kitap yazdı haritadan sonra, "Kitab-ı Bahriye" günümüze kadar iletildi o kitap. 500 yıl önce yazmış olduğu bu kitapta Amerika ile ilgli şu bilgileri verir Piri reis der ki " Bu kıyılar Antilla derler, amcam Kemal Reis tarafından  1465 yılında gidildi"  1465 Kemal Reis - Kolomb 1492 .

Bu Pirireis büyük bir yalancı, yada biz talime zair ışığı yarınlara iletmek konusunda pek bir şey yapmıyoruz.

Hangisi dersiniz? Ve bu harita 10 Liranın üstünde var. Aslında bu  haritayı her yere bastık, sevdik ama asıl iletilmesi gereken hayatın, bir arada yaşama kültürünün zenginlikleri  sadece hisse senetlerinde değil, hissi senetlerdedir. Bütün zenginliğimiz bu haritadaki bilgildir.

Ben bu yaz Orlando'ya gittim, 13 yıldır insanın aya gitme, uzaya çıkma çalışmalarını  kitapta toplamak istiyorum. Sunay Akın tarihi gibi , beni okuyanlar bilir, metaforlarla anlatmak istiyorum.

Orlando'da çalışma yaparken Kennedy  uzay üssünde bir arma gördüm, çok etkilendim. Çünkü Piri Reis'in haritası için Nazım Hikmet bir şiir yazmıştır. Nefis bir şiirdir, yere göğe sığdıramaz bu haritayı. 1950'li yıllarda yazmış bu şiiri, soğuk savaş döneminde Ruslar ve Amerika'lılar yarışıyor ya uzaya çıkmak için  Şiiri şöyle bitirir der ki:

"Bugün uzaya gidiliyor ya, Uzaya giden gemiler, Piri Reis'in  haritasındaki yelkenlilerdir."

Bakar mısınız, Piri Reis yelkenli gemiler çizdi ve Nazım şair , uzaya bilimin yolu ile Piri Reis'in yelkenlileri ile çıkılacağını yazmış şiirinde.

Orlando'da çalışma yaparken geçtiğimiz Haziran ayında, görmüş olduğum bir arma beni çok etkiledi dedim, çünkü gördüğüm buydu, saatlerce kala kaldım bunun karşısında. Benim gördüğümü şimdi sizde gördünüz.

Aktif İleti dağıtıcısı nerede şuanda görebilir miyiz?  Burada, gelmiş. Ben son öyküyü onu buraya devam ettikten sonra anlatmak istiyorum. Çok sağolun, adınızı öğreneyim?

AKTİF İLETİ DAĞITICISI: Adım Sefer.

SUNAY AKIN: Kaç yıldır  Aktif iletidesin?

AKTİF İLETİ DAĞITICISI:  Dört yıldır. Bu gönderi size efendim.

SUNAY AKIN: Çok teşekkür ederim.

AKTİF İLETİ DAĞITICISI: Buraya bir isim, soyadı ve imza alacağım. Hatta kimlik numaranızı almam gerekiyor.

SUNAY AKIN: Ben dersimi aldım, Aktif İletiye gittim, bütün çalışmayı tepeden tırnağa gördüm, işlerini çok ciddiye alıyorlar.

Ben Aktif İletiye gittiğimde MİT'e mi gittim dedim , FBI'mı  geldim.

O çalışmayı , iş ahlakını yerinde tanık olursanız inanın çalışma iş hayatımıza çok şey katacak o tanıklık. İnanın bana.

Geldik son öyküye. Fransa'dan geliyor. Tayyare yapmışlar Fransızlar, tanıtacaklar , bizi de davet ediyorlar.

1910 yılında İstanbul'da hariciye nezareti dış işleri bakanlığı'na bir davetiye gelir Fransa'dan. Uçak yapmışlar, bizi davet ediyorlar. Kim gitsin? Makineye, yeniye meraklı  biri gitsin.

O yıllarda Ali Rıza Paşa vardı.

Ali Rıza Paşa dünyanın bütün bilim dergilerine abone, hepsini takip ediyor, biliyor . Anlarsa  o anlar uçaktan, davet ediyorlar diyorlar ki "Paşam, Fransızlar tayyare diye bir şey yapmış, davetiye gönderdiler.

Yalnız davetiye iki kişiliktir.

Yanına da makineden, yenilikten anlayan biri varsa onu da al git, davetiye boşa gitmesin" derler. Büyük sorumluluk, Ali Rıza Paşa bir, ik gün düşünüyor  kim var diye.

Genç bir adam geliyor aklına, bu adam da iş var diyor. Alıyor onu 1910 ylında Paris'e gidiyor.

Picardie'de yapılıyor manevralar, her ülkeden iki temsilci gelmiş, Fransız bayrakları asılmış, bütün dünya milletleri orada toplanmış.

Pilot biniyor, uçak havalanıyor, Fransız mahur öne çıkıyor , kendinden emin. "Dostlar, pilotun  arkası boş, pilotun arkasına binmek isteyen var mı? " diye sorar.

Bizim Ali Rıza Paşa'nın yanında götürdüğü, ileride iyi şeyler yapacağına inandığı genç adam varya "Ben gönüllüyüm" der. Gözlüğü takar, montunu giyer , kalabalığın arasından çıkıp tam uçağa doğru giderken , Ali Rıza Paşa bunun el bileğinden tutuyor.

" Gitme, gel, benim altıncı hissim kuvvetli, nefes alamıyorum bir şey olacak , binme " diyor. Genç adam  "Peki paşam"  diyor çıkartıyor gözlüğü montu , onun yerine başka bir ülkeden başka bir gönüllü biniyor.

Pilot havalanıyor, manevralar derken uçak aniden havada alev topuna dönüyor, çakılıp infilak ediyor. 

O an düşünsenize Ali Rıza Paşa'nın bileğinden tuttuğu genç adamın halini. Bir de bizim Ali Rıza Paşa'nın halini düşünün.

Ali Rıza Paşa o gün genç bir adamın değil, bir milletinde özgürlüğünü, bağımsızlığının da bileğinden tutmuş,  yarınlara iletmişti. Çünkü Ali Rıza Paşa'nın bileğinden yakaladığı Mustafa Kemal idi.

Bu da benim tarihin karanlık diplerinden  çıkarıp bu güne ilettiğim bir bilgi. 13 yıldır insanın uçma, aya gitme özlemi ile ilgili bir kitap hazırlıyorum.

Ben bunu dört yıl önce 10 Kasım'da Dolmabahçe Sarayı'na davetliyim, orada anlattım. Ne yazık ki bu bilgi internete düştü. Yalan yanlış , gelişi güzel yazılıyor, 

Doğrusu için bir yıl daha bekleyeceksiniz. Daha neler var peşinde olduğum, size iletmek istediğim.

Atatürk'ümüzün  özellikle bu fotoğrafını seçtim, özellikle Aktif İleti'nin 15.yaşı için bu güzel kutlamada Cumhuriyetimizin 10. yaş günü ile ilgili  bu fotoğrafı seçtim. Çünkü bu fotoğrafın bir öyküsü var.

Bu görüntüyü izlediniz değil mi televizyonda,  nasıl heyecanlıdır, nasıl kağıtları sallar, nasıl temiz bir duygu dikkat edin .

Dikkat edin mimiklerine, yüzüne, neyse o , samimi. Bunca yıldır aynı görüntüyü izliyoruz. Onu farkettim. Koskoca Türkiye Cumhuriyeti'nin 10. yıl kutlamasında bir kamera mı vardı?

Hep aynı görüntü. Bakmak ile görmek aynı şey değil. Onu merak ettim ve şunu buldum;  1933, bütün dünya davetli, davetiyeler gitmiş, herkes toplanıyor Ankara'da. Ruslar'da davetli.

İki Rus Bakan Odesa'dan gemi ile İstanbul'a ,  İstanbul'dan tren ile Ankara'ya gidecek. Sergey Yutgeviç, ne bakanı? 

Bakan değil, kameraman.

Görevi belli kendi heyetini kameraya almak.

Geliyorlar, Ankara Palas Oteline yerleşiyorlar, kameraman hazırlık yapacak, hipodroma gidiyor, bütün dünya milletlerinin kameramanları orada. Neredeyse otuz tane kameraman var.

İyi de öteki görüntüler nerede? 

Neden günümüze iletilmedi?

Fotoğraftan belli kameramanlar ayrılan yer.

Sergey Yutgeviç orada duruyor, geç kalmış, kendinden önce gelen kameramanlar hazılığı yapmış.

Sergey Yutgeviç'inde bir kablo çekmesi lazım. Ama diğer meslektaşlarının  kablo kalınığı serçe parmağım kalınlığında, ince.

Sergey Yutgeviç'in kamerasının bir kablo kalınlığı var, bileğim kadar. 

Sergey Yutgeviç o kabloyu çekerken diğer kameramanların arasından sıkılıyor, utanıyor .

Ertesi gün hipodrom dolu, ay yıldızlı bayraklarımız  asılmış, bando marşa başlıyor.

Atatürk bir otomobil ile geliyor.

Bütün kameramanlar kayıda giriyor.

Araba duruyor.

Atatürk merdivenleri çıkıyor.

O sırada Sergey Yutgeviç meslektaşlarından  feryat figan sesler duyuyor.

Ne olduğunu anlayamıyor. Çünkü kendi kamerası kayıda devam ediyor. Gözü  vizörde. 

O yılların kameraları bugünküler gibi değil. Sabit  bir noktada çekim yapmadan , altta vidayı sıkıştırmadan gözünü ayıramazsın, görüntü düşer.

Herkes koşuyor, kameramanlar, bir panik , bir telaş .

Atatürk sabit dursa.  Atatürk kürsüye geliyor, kağıtlarını çıkarıyor.

Sergey Yutgeviç kameranın vidasını  sıkıştırıyor ve bir bakıyor  Atatürk'ü hipodrama getiren araba bütün kabloların üzerinden geçmiş. Hepsini koparmış.

Ortada  sadece Sergey Yutgeviç'in kalın olan kablosu kalmış.

İşte biz tarihin bu tek  ve kalın kablosu sayesinde  Cumhuriyetimizin 10.yılına ait  tek görüntüyü günümüze iletildiği için hala izler ve duygulanırız.

Bakmak ile görmek aynı şey değil.

Ben buraya çıkarken Sultanahmet Meydanı'nda başlayan,  Aktif İleti dağıtıcısının yol boyunca onun bütün çabası, alın teri,  onun buraya gelişindeki teknoloji,  bilgi ve birikimin aslında uygarlık tarihinin  öyküsünden sadece bir nabız  tutturmak istedim size.

Ben çok teşekkür ediyorum Aktif İletiye ve sizlere. Son görüntü bu, ben bu fotoğrafı çok seviyorum .

Gerçek bir fotoğraf. İkinci dünya Savaşında Nazi'ler Londra'yı bombalar, kütüphane yıkılır ama her şeye rağmen birileri gider, bu yıkıntı kütüphaneden  okuyacakları kitapları seçmeye devam ederler.

Bu gün dünyanın barışa, huzura, kardeşliğe, bir arada yaşamaya hada çok ihtiyacı olduğu günler.

Bu değerleri günümüze iletenler de hep kitap okuyanlardır. Bu hepimiz olmalıyız, biz olmalıyız.

Uygarlığın ışığını daha aydınlık olsun diye yarınlara taşımak istiyorsak, bizlerde birer ileticiyiz.

Uygarlığın ileticileri, bunu kitap okuyarak yapmalıyız.  

Son sözümde bu olsun.

.
.


Sunay Akın

.
.
.


Kötü         Çok İyi  Oyla  
  Geri  |  Arkadaşıma Gönder  |  Yazıcı Dostu
 
Tüm yazıları
ShareThis

    Hayat Verenler : Microsoft    HP Türkiye    PBS Bilişim    SAY Ajans    SFS - MAN    Superonline       

Türk Liderler:

Abbas Güçlü, Adil Karaağaç, Ali Ağaoğlu, <Ali Kibar, Adnan Nas, Adnan Polat, Adnan Şenses, Ahmet Başar, Ahmet Esen, Alber Bilen ,Ahmet Cemal Kura, Ali Abalıoğlu, Ali Naci Karacan, Ali Sabancı, Ali Koç, Ali Saydam, Ali Talip Özdemir, Ali Üstay, Arman Manukyan, Arzuhan Yalçındağ, Asaf Güneri, Atila Şenol, Attila Özdemiroğlu, Avni Çelik, Ayduk Koray, Aydın Ayaydın, Aydın Boysan, Ayhan Bermek, AyşeKulin, Ayten Gökçer, Başaran Ulusoy, BedrettinDalan, Bedri Baykam, Berhan Şimşek, BetülMardin, Bülend Özaydınlı, Bülent Akarcalı, Bülent Eczacıbaşı, Bülent Şenver, CağvitÇağlar, Can Ataklı, Can Dikmen, Can Has, Can Kıraç, Canan Edipoğlu, Celalettin Vardarsuyu, Cengiz Kaptanoğlu, Cevdetİnci, Çoşkun Ural, Cüneyt Asan, Cünety Ülsever, Çağlayan Arkan, Çetin Gezgincan, DenizAdanalı, Deniz Kurtsan, Didem Demirkent, Dilek Sabancı, Dr. Oktay Duran, Ege Cansel, Em. Org. Çevik Bir, Emre Berkin, Engin Akçakoca, Enver Ören, Erdal Aksoy, Erdoğan Demirören, ErhanKurdoğlu, Erkan Mumcu, Erkut Yücaoğlu, Ergun Özakat, Ergun Özen, Erol Üçer, Ersin Arıoğlu, Ersin Faralyalı, Ersin Özince, Ethem Sancak, Fatih Altaylı, Fatih Terim, Ferit Şahenk, Ferruh Tanay,Feyhan Kalpaklıoğlu, Feyyaz Berker, Fuat Miras, Fuat Süren, Füsun Önal, Göksel Kortay, Güler Sabancı, Güngör Kaymak, Hakan Ateş, Halit Soydan, Halit Kıvanç, Haluk Okutur, Haluk Şahin, Hamdi Akın, Hasan Güleşçi, HayrettinKaraca, Hazım Kantarcı, Hilmi Özkök, Hüsamettin Kavi, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Hüsnü Özyeğin, Işın Çelebi, İbrahim Arıkan, İbrahim Betil, İbrahim Bodur, İbrahim Cevahir, İbrahim Kefeli, İdris Yamantürk, İhsan Kalkavan, İshak Alaton, İsmet Acar, İzzet Garih, İzzet Günay, İzzet Özilhan, JakKamhi, Kazım Taşkent, Kemal Köprülü, Kemal Şahin, Leyla Alaton Günyeli, LeylaUmar, Lucien Arkas, Mahfi Eğilmez, MehmetAli Birand, Mehmet Ali Yalçındağ, Mehmet Başer, Mehmet Günyeli, Mehmet Huntürk, Mehmet Keçeciler, Mehmet Kutman, Mehmet Şuhubi, Melih Aşık, Meltem Kurtsan, Mesut Erez, Metin Kalkavan, Metin Kaşo, Muharrem Kayhan, Muhtar Kent, Murat Akdoğan, Murat Dedeman, MuratVargı, Mustafa Koç, Mustafa Özyürek, Mustafa Sarıgül, Mustafa Süzer, Mümtaz Soysal, Nafi Güral, Nail Keçili, Nasuh Mahruki, Nebil Özgentürk, Neşe Erberk, Nevval Sevindi, Nezih Demirkent, Nihat Boytüzün, Nihat Gökyiğit, Nihat Sırdar, Niyazi Önen, Nur Ger, Nurettin Çarmıklı, Nuri Çolakoğlu, Nüzhet Kandemir, Oğuz Gürsel, Oktay Duran, Oktay Ekşi, Oktay Varlıer, Osman Birsel, Osman Şevket Çarmıklı, Ozan Diren, Özen Göksel, ÖzdemirErdoğan, Özhan Erem, Pervin Kaşo, R.BülentTarhan, Raffi Portakal, Rahmi Koç, Rauf Denktaş, Refik Baydur, Rıfat Hisarcıklıoğlu, SakıpSabancı, Samsa Karamehmet, Savaş Ünal, SedatAloğlu, Sefa Sirmen, Selçuk Alagöz, SelçukYaşar, Selim Seval, Semih Saygıner, SerdarBilgili, Sevan Bıçakçı, Sevgi Gönül, Sezen Cumhur Önal, SinanAygün, Suna Kıraç, Süha Derbent, Süleyman Demirel, ŞadanKalkavan, Şadi Gücüm, Şahin Tulga, Şakir Eczacıbaşı, Şarık Tara, Şerif Kaynar, ŞevketSabancı, Tan Sağtürk, Taner Ayhan, Tanıl Küçük, Tanju Argun, Tansu Yeğen, TavacıRecep Usta, Tayfun Okter, Tevfik Altınok, Tezcan Yaramancı, Tinaz Titiz, Tuna Beklevic, Tuncay Özilhan, Türkan Saylan, Uğur Dündar, Uluç Gürkan, Umur Talu, Ümit Tokçan, Üzeyir Garih, Vehbi Koç, Vitali Hakko, Vural Öger, Yaşar Aşçıoğlu, Yaşar Nuri Öztürk, Yılmaz Ulusoy, Yusuf Köse, Zafer Çağlayan, Zeynel AbidinErdem

Tecrübeleriniz ve birikimleriniz toprak olmasın @ Copyright 2004 turklider.org