Ziynet Odası 
 Odam Olsun 
 Türklider Odaları 
 Sizin Odalarınız 
 Sohbet Odası 
 TV Odası 
 E-Kitap Odası 
 BŞenver 
 Gazete Odası 
 iPad 
 Hakkımızda 
 Şifremi Unuttum 

 

GÜVEN BORÇA Gözüyle 



Tüm Yazıları
       ShareThis

 

Markaların Geleceği
29.03.2006
Okunma Sayısı : 5555
Oy Sayısı : 1
Değerlendirme : 4
Popülarite : 0
Verdiğiniz Puan :
 

 

Markaların Geleceği
Marketing Türkiye Dergisi Haziran-Temmuz-Ağustos 2005 Sayılarında Yayınlanan Dizinin Derlemesi
 

Birinci Bölüm: Küçük Balık Büyük Balık
 
1997 tarihli bir yazımda “Markaların Geleceği” konusunu işlemiş ve insanlık tarihinde uzunca bir süre markasız dönem yaşandığını, genelleme olmasa da ileride en azından bazı kategorilerde tekrar markasız döneme dönülebileceği, ya da markaların öneminin azalacağı kehanetinde bulunmuştum. 2002 baskılı kitabımda da konuya girdim ama pek farklı bir şey söylemeden geçiştirdim. “Tarih bitti” tezlerini bir zırva olarak gördüğüm için bu konuda çok uzun erimli tahminler yapmanın imkansız olduğunu düşünüyor, çekimser davranıyorum açıkçası.

Öte yandan konu camiada ilgi çekti ve geçen yıllarda bazı dergilerde işlendi. Bu yazıdaki amacım, temkini elden bırakmadan, o gün söylediklerimi geliştirme mahiyetinde bazı ekler yapmak. Son yıllarda yaşanan politik gelişmeler, önümüzdeki dönemde dünyanın kritik bir yol ayrımına geleceğini, bunun markaların, iletişimin geleceğini de temelden etkileyeceği düşündürtüyor bana. Marka mevzularıyla iş dünyasındaki tekelleşme eğilimi ve giderek ABD imparatorluğunun akıbeti arasında sıkı bir bağ kuruyorum. Mesele bu. 

Sekiz sene önce markaların öneminin azalacağı tahminine ulaşmamın en önemli ip ucu, gelişen market markaları (private label) idi. Bir de içinde bulunduğum sektörlerde marka olmanın ürüne ekleyebildiği katma değerin (price premium) giderek azalmasından, bu gibi pazarlarda  yavaş yavaş “marka sonrası” döneme girilebileceği sonucunu çıkarmıştım. En somut örneği de sıvı yağ, deterjan gibi Türkiye’de markalaşmanın öncü kategorilerinde yaşanan nispi “commoditization” idi.

Bugün geldiğim noktada 1997’de çizdiğim tabloyu değiştirmiyorum ama büyütüyorum. İki ekleme var: Birincisi klasik alanlarda marka ile yaratılan katma değer azalsa da markalaşma ve pazarlama iletişiminin motoruyla hızla büyüyen çok sayıda yeni kategorinin varlığı. İkincisi ise ekonomide (ve siyasette) önemi giderek belirginleşen “güç/ölçek” faktörü. Ve aslında bu ikisinin de birbiriyle bağlantılı olduğu ve konunun “tekelleşme” başlığı altında özetlenebileceği.

Şunu demek istiyorum. Sistem büyük bir hızla insanlar için yeni tüketim alanları keşfediyor, yeni ihtiyaçlar çıkarıyor, icatlar yapıyor ve o ürünleri giderek artan oranda tüketmemiz için girişimciliği ve yaratıcılığı destekliyor. On sene önce aklımıza dahi gelmeyen bir sürü şey tüketiyoruz bugün. Bu açıdan bakıldığında kutunun dışında düşünen, yeni ürünler ve bunları pazarlamak için fikirler geliştirenler, cesaret gösterip risk alanlar ödüllendiriliyor. Bunların bir kısmı (tarihin hangi döneminde ortaya çıktıklarına bağlı olarak) düzende önemli bir güç haline gelme şansına sahip olabiliyor. Ancak çoğu girişimci, satınalmalar, birleşmeler veya belden aşağı numaralarla devre dışı bırakılıyor ve ortada sadece büyükler kalıyor. Pazar belli olgunluğa eriştikten sonra oyun az sayıda aktör arasında oynanmaya başlıyor. Bu da bizim gibilerin yaptığı işlerin ağrılıkla giriş seviyesinde oynanan bir “küçük” oyun olarak kalmasına, bir aşamadan sonra “güç”ün belirleyici  faktör olduğu noktasına getiriyor beni.

Yaratıcılık ya da girişimciliğin yerini alan gücün, yani tekelleşmenin “ezici” ağırlığını kendi adıma son yıllarda giderek daha fazla hissediyorum. Özellikle Irak işgali çarpıcı bir dönüşüm yarattı. Doğu blokunun çökmesinin ardından alternatifsiz ve düşmansız kalan ABD’nin temel ideolojisindeki değişim hem ekonomide hem de siyasette geniş uygulama alanları buluyor şu sıralar. Şirket birleşmeleri ve ortaklıklar neticesinde bir çok sektörde tekelleşme artarken, kendisine yeni “düşman” arayan ABD, İslam (ve bir şekilde bağlantı kurduğu terörizm) korkusunu bahane ederek Irak’ı alenen işgal edince “hakkaten markaya/iknaya filan ihtiyacı yok bunların” noktasına geliyor insan. Eskiden CIA dolaplarını gizli çevirirdi, şimdilerde her şey aleni yapılıyor. Bu da markalaşma, iletişim, kurumsal itibar gibi şeylerin bir noktadan sonra fazla bir kıymetinin olmadığı sonucuna getiriyor. Rakip kalmayınca iknaya gerek de olmuyor. Yirmi sene önce durum böyle değildi. Dünyanın hepimize yeteceğini düşünüyorduk. 

Şimdi üst düzey politik konulardan kendi küçük alanlarımıza dönelim. Markalaşma ve pazarlama iletişimi her geçen gün kendisine yeni alanlar bularak hızla gelişiyor ki bu yaptığım iş adına çok sevindirici bir durum. Doğru yere dükkan açmışız. Bunun temelinde de iki neden var; Birincisi, üretimin bugünün dünyasında hiç bir değerinin kalmadığı; ikincisi, başta medya olmak üzere iletişim endüstrisinin ilelebet deterjan reklamlarıyla varlığını sürdüreyeceği gerçeği. O yüzden, yeni yaratılan tüketim pazarları dışında sporda, siyasette (ki artan kirlilik buradaki iş potansiyelini büyütüyor) müzikte ve sanatın diğer kollarında markalaşma çalışmaları tam gaz sürüyor. 

Ancak pazarlar büyüyüp bir noktaya gelince esas aktörler devreye giriyor ve malı ondan sonra onlar götürüyor. “Sen de başarabilirsin” gazı medyanın ana toplumsal temalarından biri olmayı sürdürüyor. Bu hevesle  ömrünü tüketen girişimci-yaratıcı insanların şanslı olanları hatırı sayılır bir kişisel servet yaratıp payını alıyor. “Kapıcı Rıza” manşetlere taşınıyor ama milyonlarca diğer kapıcının hikayeleri “hikaye” olamıyor. Bizim sektörde de “küçükler” canla başla yeni pazarlar/markalar oluşturmanın peşinde koşarken esas “iş”, dev şirketlerle dev network ajansları arasında gidiyor. Küçüklerdeki heyecanı ve yaratıcı ruhu yakalayabilmek de network ajansları insan kaynakları departmanlarının bir numaralı görevi oluyor. 

İkinci Bölüm; Dünyanın Yol Ayrımı

Birinci bölüm, bizim gibilerin yaptığı işin giderek giriş seviyesinde oynanan “küçük” oyun olmaya başladığı, yaratıcı girişimcilerin dinamizmiyle kendisine yeni pazarlar yaratan sistemin bir süre sonra gerekli düzeltmeleri yapıp işi bir kaç global dev şirket ve ajans arasında oynanan büyük oyuna dönüştürdüğü şeklinde özetlenebilir.

Sanıldığının aksine kapitalizm* özünde rekabetin yüceltildiği değil tekelciliğin hedeflendiği bir düzendir.  Soğuk savaş döneminde mecburen şirinlik yapanlar doğu blokunun çökmesiyle gerçek yüzünü göstermeye başladı. Rakipsiz kalan ABD’nin hem ekonomik hem de politik alanlardaki azgınlığını denetleyecek ya da durduracak hiç bir güç kalmadığı için dünyanın kötü bir yere, daha doğrusu bir yol ayrımına gittiği artık daha sık dile getiriliyor.

Rekabetin dinamizmiyle büyüyen pazarlar belli bir olgunluğa ulaştıktan sonra tekelciliğin kader olmaya başladığı özellikle son on yılda artan global şirket birleşmeleri ve satın almalarla iyice netleşti. Bu da marka sayısının azalmasına ve pazarda ezici bir hakimiyet kuran dev markaların “yaratıcı iletişim” ihtiyaçlarının azalmasına neden olabilir diye düşünüyorum.  

Yurdumuzda da farklı boyutta ama benzer güç oyunları ve konsolidasyon yaşanıyor. Türkiye’de sermaye birikiminin oluşmaya başladığı dönemlerde devlet seçilmiş gruplara destek vererek  fabrikalar kurdurdu ki bu normaldir. Ali olmazsa Veli, sonuçta birileri sistem gereği yükselecekti. Kapitalizmin olmazsa olmazı sermaye yoğunlaşmasıdır*, rekabet, verimlilik vb tali konularıdır.

Ancak memlekette taşlar tam yerine oturmadan seksenlerin ikinci yarısında yeni aktörler sahneye girdi. Ülkenin hızlı gelişimine paralel olarak büyüyen yeniler eskilere göre daha dinamikti ve gelişen alanlara cesaretle yatırım yapıyorlardı. Bu tablonun baş mimarı Turgut Özal idi ve görüldüğünün (papatya-prens muhabbeti) aksine sağlam bir ideolojik temele dayanıyordu. Özal, korumacılık kalkanı altında gevşemiş lider grupların Türkiye’yi global hedeflerine ulaştıramayacağını görmüştü.

Ardından ikibinler geldi. Krizlerle sarsıldık, silkelendik, titredik ve kendimize döndük. Tüm bu olanlar sonrasında eleğin üstünde hiç de sürpriz olmayan bir şekilde ana aktörler kaldı.  Türkiye’de özel TV kanallarının öncüsü olan Uzan Grubu mobil iletişim ve hatta dijital yayıncılık alanlarının da öncüsü oldu ancak bugün ortada yok. Aynı şekilde GSM, bireysel bankacılık ve dijital yayıncılığın öncüsü ve medyada da ağırlığı olan Çukurova Grubu’nun kolu kanadı kırık. Medyada ve finans sektöründe öncülükleri olan ve hızla büyüyen Erol Aksoy da aktif değil artık. Dinç Bilgin köşesine çekildi. Daha bir çok hızlı yükselen isim hızlı düştü.

Kimsa bu kişilerin yaptığı hatalardan bahsetmesin. Erol Aksoy’un dehasını veya bazı büyük grupların yaptığı fahiş hataları gösteren onlarca örnek veririm. Aynen Microsoft ve IBM’in hataları gibi. Microsoft gibi kötü ürünler yapan bir şirketin dünya hakimiyetinin arkasında başka şeyler var emin olun.  

Gıda perakendeciliği “gücün ezici üstünlüğünü” net olarak ortaya koyan bir alandır. Türkiye’de marketleşme seksenlerde başladı, doksanlarda hızlandı. İkibinlerde ise oyun bitti. Artık bundan sonra girişimcilik, yaratıcılık veya marka iletişimi değil fiziksel güç belirleyecek pazarı. Seksenlerde ortaya çıkan yerel marketlerden çok azı belli bir ölçeğe gelip oyuna dahil oldu. İzmir’de Pehlivanoğlu, Ankara’da Canerler. Ve tabii ki Tansaş ve BIM. Artık bundan sonra yeni birisinin ortaya çıkıp zincirleşmesi olanaksız. Oyun yeni birleşmeler sonrasında dört-beş ana aktör arasında oynanacak. Uzman perakendecilik alanında yeni girişimciler kendilerine nişler yaratsa da bir süre sonra onlar da Shaya gibi global devlerin bünyesine katılacak. Küçük esnafın işçileştiği bir süreç yaşanacak.

20. yüzyılda çok gördüğümüz başarı öykülerinin sayısı gelecek dönemde giderek azalacak. Enerjide, medyada, bankacılıkta, mobil iletişimde doksanlardaki gibi yeni girişler/girişimler beklenmiyor artık. Kendi dükkanını açan girişimci sayısında dahi ciddi azalmalar bekliyorum. 21.yüzyıl kötü başladı ve sanırım bir süre daha böyle gidecek. Ancak benim insan aklına güvenim sonsuz ve biliyorum ki tarih boyunca imparatorluklar yükselmiş ve çökmüştür. Dünyanın yol ayrımında ciddi sarsıntılar yaşanacak ve bu süreçten en çok bizim sektör etkilenecek haliyle. Daha vakit var ama yine de hazır olmak lazım.   

*Piyasa, ahlaki yargılarla işlemez, kamusal değil, kişisel yararın peşindedir. Rekabet eder ama elinden gelse rekabeti ortadan kaldırabilir de... Bu açıdan ahlak dışıdır. Özgürlük, demokrasi, hukuk düzeni gibi evrensel ilkeler, piyasanın insafına bırakılamaz. Barışı sağlamak, çevreyi korumak, adaleti gözetmek, hatta piyasa mekanizmasını garantiye almak için bile piyasa dışı, siyasi bir bakış açısı gerekir. Karl Marx'ın dediği gibi kapital daima yoğunlaşma eğilimindedir ve rekabeti sağlamazsanız tek bir gücün eline geçebilir.
George Soros

Üçüncü Bölüm; Segmentation Forever

21.yüzyıl insanlık adına kötü başladı ve bir süre daha böyle gidecek gibi görünse de tarih boyunca yükselen ve çöken tüm imparatorluklar gibi, dünyayı giderek daha yaşanmaz hale getiren ABD imparatorluğunun da bir gün çökeceğine ya da kendi içinde ciddi bir düzeltme yapacağına inanıyorum. Roma yıkıldıktan sonra Avrupa’nın aynı zenginlik seviyesine ulaşması için bin yıl geçmişti. ABD çöktüğünde veya sarsıldığında dünya daha hızlı toparlar herhalde ama bizim işler bundan fena etkilenir. Dünya markalar listesi de anlamlı seviyede değişir herhalde.

Hayat sürekli değişkenlik gösteriyor ve sürekli yeni çözümler bulmayı gerektiriyor. Marks her çözümü müteakip önümüze düşen parçaların eski çözümü bozup yeniden yapmayı gerektireceğini söylemişti. Sonra bazı Marksistler çıktı ve nihai çözümü bulduklarını düşündüler, aynı çözümde tıkanıp kaldılar. Hayat onları affetmedi.

Bölümleme (segmentasyon) tekniği değişimi anlayıp yeni çözümler üretmenin önemli bir aracıdır. Örneğin bizim işte yeni pazar ve marka (konumlandırma) fikirleri geliştirmenin temelini oluşturur. İçinde bulunduğumuz pazarları daha anlaşılabilir ve yönetilebilir bölümlere ayırıp bu bölümlere markalarımızı konumlandırırız. Sonra giderek herkes aynı şeyi yapar, rakipler ona göre pozisyon alır ve birilerinin farklılaşmak için başka bir tanım getirmesi (yeni bir çözüm bulması) gerekir. Bölümleme sürüp gider.

Türkiye’deki “sanayici” firmalar genellikle pazarı ürün temelli bölümlediler ve buna göre yönettiler. Şimdilerde bu “base” değişiyor ve pazarı farklı temelde, ağırlıklı olarak da ihtiyaç/fayda bazında bölümleyen markalar fark yaratıyor. Örneğin bisküvi pazarı oldum olası klasik-kraker-kremalı-kurabiye... şeklinde analiz edilirdi. Pazara böyle bakınca yapmanız gereken şey de “daha iyi kremalı bisküvi” üretmek olur ki bu da öyle kolay fark yaratılabilecek bir şey değildir. Ancak örneğin ETİ pazarı fayda bazında bölüp sağlık segmentine “FORM”, lezzet segmentine “TUTKU” markalarını yerleştirince kendisine yeni bir kulvar yaratıp farklılaşıverdi. FORM artık bir kraker, kek veya başka bir “ürün” değil, belli bir grup tüketicinin belli bir ihtiyacını karşılayan bir “markadır”.

Mobilyada da Çilek, pazarı “yaş” bazında bölerek ederek kendisine farklı bir segment yarattı, orada başarıyla konumlandı. Bürosit de kullanım alanı bazında böldü. Sütaş geleneksel ürünlerle büyüme ürünlerine farklı yaklaşıp farklı iletişim yapıyor. Dünyada SONY kendisini “dijital eğlence” markası olarak “ürünlerüstü” bir konuma getirdi. NOKIA yıllardır insanları “bağlıyor”, ürün ve ortam ne olursa olsun...Yeni pazar tarifleri, yeni segmentler, yeni ihtiyaçlar...Ayrışmanın, fark yaratmanın, yeni çözümler üretmenin motoru bu.

Siyasette de ilk başta efendiler ve köleler vardı. Spartaküs bu segmentasyon bazında siyaset yaptı. Sonra ağalar(derebeyleri) ve çiftçiler iki ana kutbu oluşturdu. Endüstri devrimi sonrasında Marks işçi-burjuvazi bölümlemesini yaptı. Tespitin ve segmentasyonun başarısını gören kapitalist sistem zaman içinde kendini savunarak önce orta sınıfı güçlendirdi, arkadan işçileri satın aldı. Bugünün dünyasında işçi sınıfı, “iş”ini korumak için her şeyi feda edebilecek bir konumda ve sosyal sınıf temelli bir siyasetin gidecek yolu kalmadı. Solun sıkıntısı da burada. Sendikalar statükoyu korumanın bayraktarı “satılmış” kurumlar oldular. Irak işgaline ortak olan İngiliz hükümeti “İşçi Partisi” ve adı sol. Ecevit’in teşkilatı ne demokratikti, ne sol, ne de parti. Örnekler gider...

Kapitalizm Marks’ın segmentasyonunu işlevsiz hale getirirken “sol” uyudu. Rakibi kalmayan kapitalizm azgınlığa doymayarak son on yılda tekelci-emperyalist döneme yelken açtı.  Siyasetteki tıkanmanın önünü açacak olan ise yeni segmentasyon fikirleridir. Bu azgınlığa karşı çıkacak mücadelenin dinamik unsuru artık klasik anlamda “işçi” değildir. Kimdir bilmiyorum ama küçük esnaf, küçük girişimci, yerel sermaye grupları ve köylülerin bir ittifakı olabilir gibime geliyor. G8 zirvelerinde ortalığı karıştıran ittifak belki de nüveyi oluşturacak. Kimileri yeni dünyanın iki kutbunu “ABD ve kamuoyu” olarak tarif ediyor. Göreceğiz.

Türkiye’de klasik sağ-sol segmentasyon kısa süreli istisnalar dışında hiç bir zaman çalışmadı zaten. Klasik çözüm dışında kimi memleketi Türk-Kürt, kimi köylü-kentli, kimi de dindar-laik şeklinde bölümleyerek siyaset yaptı. Bugünkü siyasi yapı da inanç bazlı bir segmentasyona dayanıyor ama bunun toplumda bir temeli yok. Bu topraklarda dindar insanlarla laikler arasında hiç bir zaman gerçek bir gerilim olmadı. Mesele sadece fanatikler arasında. Bugün örneğin türban meselesi hallolduğu an bu sahte gerilim de çözülme yoluna girecek, hayat normale dönecek ve AKP’nin de CHP’nin de siyaset yapma zeminleri altlarından kayacak. O yüzden her ikisi de bir çözümden/uzlaşıdan yana olamazlar. Gerilim azaldığında yaptıkları segmentasyon da marka konumlandırmaları da geçersiz kalacak. Ne diyecekler, kendilerini nasıl konumlandıracaklar? 

Burada yazdıklarım benim için biraz yeni şeyler. Zihinsel egzersiz aşamasındayım. Zamanla görüşlerim netleşir ama galiba segmentasyonu iyi anlayan ve buradan doğru konumlandırma fikirlerine ulaşanlar tarihin her döneminde iş yapacak. Hem pazarlamada, hem de siyasette.

Güven Borça
Ağustos 2005

Kötü         Çok İyi  Oyla  
  Geri  |  Arkadaşıma Gönder  |  Yazıcı Dostu
 
Tüm yazıları
ShareThis

    Hayat Verenler : Microsoft    HP Türkiye    PBS Bilişim    SAY Ajans    SFS - MAN    Superonline       

Türk Liderler:

Abbas Güçlü, Adil Karaağaç, Ali Ağaoğlu, <Ali Kibar, Adnan Nas, Adnan Polat, Adnan Şenses, Ahmet Başar, Ahmet Esen, Alber Bilen ,Ahmet Cemal Kura, Ali Abalıoğlu, Ali Naci Karacan, Ali Sabancı, Ali Koç, Ali Saydam, Ali Talip Özdemir, Ali Üstay, Arman Manukyan, Arzuhan Yalçındağ, Asaf Güneri, Atila Şenol, Attila Özdemiroğlu, Avni Çelik, Ayduk Koray, Aydın Ayaydın, Aydın Boysan, Ayhan Bermek, AyşeKulin, Ayten Gökçer, Başaran Ulusoy, BedrettinDalan, Bedri Baykam, Berhan Şimşek, BetülMardin, Bülend Özaydınlı, Bülent Akarcalı, Bülent Eczacıbaşı, Bülent Şenver, CağvitÇağlar, Can Ataklı, Can Dikmen, Can Has, Can Kıraç, Canan Edipoğlu, Celalettin Vardarsuyu, Cengiz Kaptanoğlu, Cevdetİnci, Çoşkun Ural, Cüneyt Asan, Cünety Ülsever, Çağlayan Arkan, Çetin Gezgincan, DenizAdanalı, Deniz Kurtsan, Didem Demirkent, Dilek Sabancı, Dr. Oktay Duran, Ege Cansel, Em. Org. Çevik Bir, Emre Berkin, Engin Akçakoca, Enver Ören, Erdal Aksoy, Erdoğan Demirören, ErhanKurdoğlu, Erkan Mumcu, Erkut Yücaoğlu, Ergun Özakat, Ergun Özen, Erol Üçer, Ersin Arıoğlu, Ersin Faralyalı, Ersin Özince, Ethem Sancak, Fatih Altaylı, Fatih Terim, Ferit Şahenk, Ferruh Tanay,Feyhan Kalpaklıoğlu, Feyyaz Berker, Fuat Miras, Fuat Süren, Füsun Önal, Göksel Kortay, Güler Sabancı, Güngör Kaymak, Hakan Ateş, Halit Soydan, Halit Kıvanç, Haluk Okutur, Haluk Şahin, Hamdi Akın, Hasan Güleşçi, HayrettinKaraca, Hazım Kantarcı, Hilmi Özkök, Hüsamettin Kavi, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Hüsnü Özyeğin, Işın Çelebi, İbrahim Arıkan, İbrahim Betil, İbrahim Bodur, İbrahim Cevahir, İbrahim Kefeli, İdris Yamantürk, İhsan Kalkavan, İshak Alaton, İsmet Acar, İzzet Garih, İzzet Günay, İzzet Özilhan, JakKamhi, Kazım Taşkent, Kemal Köprülü, Kemal Şahin, Leyla Alaton Günyeli, LeylaUmar, Lucien Arkas, Mahfi Eğilmez, MehmetAli Birand, Mehmet Ali Yalçındağ, Mehmet Başer, Mehmet Günyeli, Mehmet Huntürk, Mehmet Keçeciler, Mehmet Kutman, Mehmet Şuhubi, Melih Aşık, Meltem Kurtsan, Mesut Erez, Metin Kalkavan, Metin Kaşo, Muharrem Kayhan, Muhtar Kent, Murat Akdoğan, Murat Dedeman, MuratVargı, Mustafa Koç, Mustafa Özyürek, Mustafa Sarıgül, Mustafa Süzer, Mümtaz Soysal, Nafi Güral, Nail Keçili, Nasuh Mahruki, Nebil Özgentürk, Neşe Erberk, Nevval Sevindi, Nezih Demirkent, Nihat Boytüzün, Nihat Gökyiğit, Nihat Sırdar, Niyazi Önen, Nur Ger, Nurettin Çarmıklı, Nuri Çolakoğlu, Nüzhet Kandemir, Oğuz Gürsel, Oktay Duran, Oktay Ekşi, Oktay Varlıer, Osman Birsel, Osman Şevket Çarmıklı, Ozan Diren, Özen Göksel, ÖzdemirErdoğan, Özhan Erem, Pervin Kaşo, R.BülentTarhan, Raffi Portakal, Rahmi Koç, Rauf Denktaş, Refik Baydur, Rıfat Hisarcıklıoğlu, SakıpSabancı, Samsa Karamehmet, Savaş Ünal, SedatAloğlu, Sefa Sirmen, Selçuk Alagöz, SelçukYaşar, Selim Seval, Semih Saygıner, SerdarBilgili, Sevan Bıçakçı, Sevgi Gönül, Sezen Cumhur Önal, SinanAygün, Suna Kıraç, Süha Derbent, Süleyman Demirel, ŞadanKalkavan, Şadi Gücüm, Şahin Tulga, Şakir Eczacıbaşı, Şarık Tara, Şerif Kaynar, ŞevketSabancı, Tan Sağtürk, Taner Ayhan, Tanıl Küçük, Tanju Argun, Tansu Yeğen, TavacıRecep Usta, Tayfun Okter, Tevfik Altınok, Tezcan Yaramancı, Tinaz Titiz, Tuna Beklevic, Tuncay Özilhan, Türkan Saylan, Uğur Dündar, Uluç Gürkan, Umur Talu, Ümit Tokçan, Üzeyir Garih, Vehbi Koç, Vitali Hakko, Vural Öger, Yaşar Aşçıoğlu, Yaşar Nuri Öztürk, Yılmaz Ulusoy, Yusuf Köse, Zafer Çağlayan, Zeynel AbidinErdem

Tecrübeleriniz ve birikimleriniz toprak olmasın @ Copyright 2004 turklider.org