Tüm Yazıları
ShareThis
|
Balıkesir'de Gazi Ece Amca Ve Ben, Öykü Kitabı, Yazar Can AKIN
23.03.2006
CAN AKIN |
|
Okunma Sayısı : |
186463 |
|
|
Oy Sayısı : |
245 |
|
|
Değerlendirme : |
4,79 |
|
|
Popülarite : |
11,44 |
|
|
Verdiğiniz Puan : |
|
|
|
|
|
|
Balıkesir'de Gazi Ece Amca Ve Ben Öykü Kitabı - Yazar: Can AKIN
Stories Of Memory - In Balikesir City Uncle Ece And Little Can - Written By: Can AKIN http://www.turklider.org/TR/EditModule.aspx?tabid=1038&mid=8373&ItemID=8866
Balikesir Ciudad, Su Héroe Ece Amca Y Yo Escribir: Can AKIN - http://www.turklider.org/TR/EditModule.aspx?tabid=1038&mid=8373&ItemID=4900&ItemIndex=60
В Балъкесир Чичо Едже И Аз- Писател: Джан Акън-Разказ http://www.turklider.org/TR/EditModule.aspx?tabid=1038&mid=8373&ItemID=9121&ItemIndex=17 . Balıkesir'de Kurtuluş Savaşı Gazisi Ece Amca Dokümanları - Can AKIN http://www.turklider.org/TR/EditModule.aspx?tabid=1038&mid=8373&ItemID=7209&ItemIndex=28 . SUNUŞ VE TEŞEKKÜR
Ülkemizde ve dünyada Ece Amca gibi kendini İnsanlığın Gelişiminin ve Geleceğinin, bilinçli bir şekilde inşasına adamış Kahramanların hep var olmasını diliyorum.
Günümüz dünyasına baktığımızda ancak televizyonlarda veya hikaye kitaplarında rastlanan kahramanların, gerçek yaşamlarımızda hiç olmadığını görüyorum.
Çocuklarımızın, gençlerimizin ve hatta biz yetişkinlerin, bir on sene sonrası için, kendimizi topluma daha yararlı bir hale getirmek veya toplumsal gelişimin şöyle ucundan eğreti olsa bile tutmak için ne arzusunun ne de adanmışlığının olmadığını izlemek hepimizi üzüyor.
İçimizden toplum için bir şeyler yapma olgusu bir yana artık kendi gelişimimiz için bile bir şeyler yapma ve bir şeyleri değiştirme, daha iyiye daha olumluya gitme hayallerimiz, günlük yaşam mücadelesinin arasında kaybolup gidiyor. Tıpkı düşlerimizden eriyip giden güzel dünyamız gibi.
O kadar alışmışız ki, monotonluğun güvencesine, sıradanlığın tekdüze yapışkan rahatlığına, bildiğimizi sandığımız ve değiştirmekten korktuğumuz inançlarımızın ve kalıplarımızın konfor hapishanesine.
Ne zaman kendimizi bu sıradan hayal dünyanın dışına atmaya çalışsak, yaşamın kargaşası ve belirsizliği olanca gücüyle gelip bütün kaçış yollarımıza oturuyor. Ve biz sönen heyecanımızın hayal kırıklığı ile başımız yerde, eski alışkanlıklardan oluşan yaşam hapishanemize geri dönüyoruz.
Kendimizde dahil kimselere yardım edemiyoruz, hiçbir şeyi hiçbir şekilde değiştiremiyoruz. Çünkü kendimizden yapabileceğimizin dışında, bizi aşan, hayallerimize bile sığmayan bir şeyleri başarmak istiyoruz.
Halbuki yaşam; an be an renklendirilen ve oluşan canlı bir tablodur. Bu tablo da her gün farkında bile olmadan eyleme dönüştürdüğümüz küçük fikirlerle renklenir ve görünüşe çıkar.
Siz yeter ki önce içinizde bir kez karar verin; Yaşamı daha anlamlı, daha insanca yaşamaya ve yaşadıklarınızı da bir şekilde diğerleriyle paylaşmaya.
Siz yeter ki bir kez karar verin, küçük bir çocuğun, bir yetişkinin, ailenizin, insanlığın kahramanı olmaya.
Siz yeter ki bir kez karar verin, kendinizi, İnsanlığın Gelişiminin ve Geleceğin bilinçli bir şekilde inşasına adamaya.
Siz karar verin Gerçek bir Kahraman olmaya, gerisi ardı sıra gelecektir.
Siz bilmeseniz de, sizi diğerleri bilecektir. Gerçeği ve iyiliği hiçbir karanlık örtemez.
Bu kitabı Ece Amca'ya, ismi bilinmeyen Gerçek Kahramanlara ve Kahraman olmaya karar verenlere adıyorum.
CAN AKIN
.
.
"İnsanoğlu yaratılmışların en üstünü ve şereflisi olarak yaratılmıştır. Ancak insanı insan yapan hayat için önemli zorunlu ve gerekli olan değerleri araştırmak, bulmak ve tatbik etmekle mümkündür."
MEVLANA
.
.
CAN AKIN YAŞAMINDA ŞUNU UNUTMA: "Yaşam başkalarıyla paylaşıldığında, kendimizi insanlığın ve genç nesillerin; onurlu bir şekilde, insanca yetişmesine adayabildiğimizde anlam kazanır.
ECE AMCA .
"Yaşam başkalarıyla paylaşıldığında, kendimizi insanlığın ve genç nesillerin; onurlu bir şekilde, insanca yetişmesine adayabildiğimizde anlam kazanır."
ECE AMCA
"Gerçek Kahramanlar, içimizde bizden biri olarak yaşayan, kendini gösterişten uzak insanlığın gelişimine adayan, büyük değişimleri, küçük çabalarıyla değiştirebilme cesaretinde olanlardır."
"Kahramanlık, kendini insanlığı sevmeye onurlandırmaya adamışlıktır."
CAN AKIN
TEŞEKKÜR
Bu günlere gelmemde bana ve onu tanıma fırsatını yakalamış olan okul arkadaşlarıma; sevgisiyle, bilgisiyle, desteğiyle yardımcı olan Ece Amcaya, öğretmenlerime, can arkadaşlarıma ve can dostuma gönül dolusu teşekkür ediyorum. Ayrıca bu yaşamımın bir parçasını Şair ve Yazar Nilgün Nart Hanıma anlattığımda "Bunu mutlaka kitap yapmalısın" önerisi ile hazırladım... Kendisine teşekkür ediyorum..
.
.
Ayrıca Balıkesir Atatürk İlköğretim Okulu Öğretmenleri Okulun önüne kocaman bir Atatürk Fotoğrafı ile "Eğitim Çocuğu Sevmekle Başlar" Sözüyle Türkiyenin en Başarılı öğrencilerini yetiştirmeye devam etmektedir...
TEŞEKKÜR EDERİM...
.
.
BİRİNCİ BÖLÜM
Küresel Isınma
Çocukluk anılarımın sisli görüntüleri arasında bana öğrettiklerini ve kendisini asla unutamadığım birisi vardı. Kurtuluş Savaşı Komutanlarından Gazi Ali Saip Ece Amca.
Onun ile ilgili anılarımı yıllar, olaylar hiçbir şekilde etkilememişti. Hepsini şimdi yaşamışım gibi hatırlıyordum. Ne zaman onu düşünsem veya aklımdan geçirsem, yüzüme hüzünlü bir gülümseme yayılırdı.
Ve "Canoğlum!!" diyen asker vurgulu sesini duyardım kulaklarımda. Onun gibi birisini tanımış olmanın, ondan hayatın inci değerindeki manalarını öğrenmenin ne kadar önemli ve güzel olduğunu düşünürdüm.
.
.
Ece Amca ile tanışmış diğer arkadaşlarım gibi, ben de çok şanslıydım. Balıkesirli olmak sınıf arkadaşlarımla birbirimizi yıllar sonra arayıp bulmamız için iyi bir nedendi. Bizim zamanımızda televizyon hiç yoktu, radyoda çok azdı. Balıkesir'de iki öğrenci karşılaştıkları zaman, birbirlerine hemen sorarlardı:
"Ece Amca sizin okulda ne söyledi" der ve koyu bir sohbet başlardı.
Ama Ece Amca'nın öğrencileri olmak ve onu tanıyor olmak gerçek nedenimizdi.
Hepimizin kalbinde derinlere yerleşmiş bir sevgisi vardı.
Balıkesir'deki İlkokul ve Ortaokul öğrencilerinin çoğu onu okullarında ahlak konusunda yaptığı konuşmalardan ve konferanslardan tanırdı. Hayatını Türk Milli Eğitimi'ne adamıştı. Ece Amca 1910 yılında Harbiye'den mezun olduktan sonra I.Dünya Savaşında; önce Süveyş ve sonra da Çanakkale Cephesinde savaşlara katılmıştı. Savaşta yaralanarak 1934 yılında Binbaşı iken malulen emekliye ayrılmış ve Balıkesir'e yerleşmişti. O tarihten itibaren kendini çocukların yetiştirilmesine ve eğitimine adayan Ece Amca, Balıkesirli öğrencilerin kahramanı ve öğretmeni olmuştu.
Babasından ona kalan miras ve kendi gazi maaşıyla Balıkesir'in köylerinde 12 tane, şehrin merkezinde de bir tane Ece Amca İlkokulu'nun kurulmasına yardımcı olmuştu.
.
.
Ece Amca ile çok uzun yıllar önce tanışmıştım. O zamanlar ben Balıkesir Atatürk İlköğretim Okulu birinci sınıfına gidiyordum.
Her Salı günü okulumuza uğrar ve okulda bulunan öğrenciler ile konuşur, bize ders alacağımız öyküler anlatır, örnekler verir, nasihatler ederdi.
Okula her gelişinde; elinde ya bayat, ya da taze bir ekmek bulunurdu. Ama elinde mutlaka bir ekmek olurdu. Onu görür görmez hemen etrafına toplanır ve merakla dinlemeye başlardık. Çocuklarından gurur duyan bir babanın edasıyla önce tek tek başımızı okşar, hepimize usturuplu bir asker selamı çaktıktan sonra torbasının içindeki ekmekleri eline alarak anlatırdı.
Ece Amca'nın geldiği günlerden bir Salı günü hepimiz onun etrafını sardık. Elinde yoldan topladığı ekmekleri koyduğu, bir ekmek torbası vardı. Ekmeği yukarı kaldırarak,
Ece Amca:
"Çocuklar bakın bu gördüğünüz ekmeklerin arkasında hangi fırında yapıldığını gösteren bir pul bulunmakta. Herkes genelde bu kısmı kopararak atar. Ben her ekmek aldığımda pulları koparıp topladım. Her pulun arkasında büyükçe bir ekmek parçası da beraberinde geliyordu. Arkalarında ekmek bulunan tam elli adet pulun ağırlığı bir ekmek etti. Bir düşünün bakalım. Anne Babanız bayatlayan ekmeklerin ne kadarını çöpe atıyor." dedi ve derin bir iç çektikten sonra sözlerine devam etti…
"Çocuklar bir gün gelecek dünyada açlıktan insanlar ölecek. Ölmekte olan insanlara Akbabalar saldırıp yiyecek. Ekmekleri ve yiyecekleri bu nedenle çöpe atmayın. Kopartılan pulların arkasındaki ekmek parçasını kemirin yiyin. Hiçbir şeyi ziyan etmeyin. Çöpe attığınız her yiyeceği bir gün arayacaksınız. Dünya nüfusu gittikçe artıyor. Ve bir gün gelecek yiyecekler yetmeyecek" dedi.
Hepimiz hep birlikte akbabaların insanları yiyecek olmasına çok güldük. Bize gerçek gelmedi. Bir kuş insanı yiyebilir mi diye düşündük. Ama her şeye rağmen insan yiyecek kuş olan akbabayı da görmek istedik. Ders kitaplarımızdan ve o günkü yardımcı kitaplardan insan yiyen kuşun resimlerini bulmaya çalıştık ama hiçbir resim bulamadık.
Bizim ilkokula gittiğimiz dönemde, öğrencilerin yararlanabileceği kaynak olarak sadece birkaç ansiklopedi vardı. Ve onların içindeki resimler de her zaman bit kadar küçük olur ve içindeki şekli görmeye çalışmaktan gözlerimizin feri tükenirdi. Ne kadar dikkatli bakarsak bakalım yine de gazeteye düşmüş mürekkebin siyahından başka bir şey göremezdik.
Bir daha ki hafta Ece Amca okula geldiğinde ona Akbaba resmini okul arkadaşlarımla birlikte her yerde aradığımızı ama bulamadığımızı ve onu görmeyi çok istediğimizi söyledim. Neredeyse bütün Balıkesir'i aramıştık. Fakat hiçbir yerde bulamamıştık.
Ece amca şefkatle başımı okşadı. Ve "Balıkesir'e büyük bir kütüphane kurmamız gerekiyor. Aradığınız kitapları, resimleri, bilgileri bulamıyorsunuz ve tam anlamıyla bir konuyu inceleyemiyorsunuz. Bu çok büyük bir eksiklik, inşallah bir gün bu şehirde büyük bir kütüphane kurulur Can." demişti kararlı bir sesle. Bilgi açlığım onu çok duygulandırmıştı.
Ben de ona;
"Neden sana Ece Amca diyorlar" dedim.
Kısık bir sesle güldü ve bana;
"Sana cevabını bildiğim soruları sor demiştim. Kendimle ilgili hiçbir şey bilmem. Ama derslerinle ilgili senin öğrenmek isteyeceğin her şeyi bilebilirim. Hoşçakal." dedi.
Haftaya resimle birlikte geleceğini söyleyerek okuldan ayrıldı.
Ne demek istemişti anlayamadım?
Ece isminin ne anlama geldiğini çok merak ettiğim için hemen ders başladıktan sonra öğretmenime sordum. Öğretmenim de Ece Amcaya akıl hocası manasına gelen, bilen anlamında "Ece" ismiyle hitap edildiğini ve bu isminde ona yakıştığını çünkü kendisinin gerçekten bilge bir insan olduğunu, insanların iyiliği ve mutluluğu için karşılıksız bir şekilde çalışarak ömrünün geri kalanını insanlara adadığını söyledi.
O anda Ece Amca bir kez daha gözümde ve gönlümde büyüdü. Anlattıkları ve öğrettikleri hayatım boyunca içimde bir ışık oldu. Ve orası, o ışık, Ece Amcanın ışığı; ben ne kadar okursam okuyayım ve ne kadar mesleğimde yükselirsem yükseleyim, kimleri tanırsam tanıyayım asla kaybolmadı. O ışığı, ne malın mülkün cümbüşlü renkleri, ne de insanların sahte gülüşleri ve ihanetleri karartabildi.
Her zaman içimde bir ışık yandı ve büyüdü. Bu ışık her doğruyu seçişimde, İnsani erdemlerimi unutmayışımda, her şartta vicdanlı, adaletli bir insan kalışımda, diğerlerini, dünyayı da düşüncelerimde ve eylemlerimde kabul edişimde, daha da büyüdü.
Hayatım boyunca felsefesi, yaşamı, yaşayışı, insan sevgisi ve hizmeti, manevi dünyamı etkilemiş insanlardan biri Mevlana ve diğer kişi de Ece amca idi. İkisini de öğretmenim ve önde yürüyenim kabul ettim. Ve onların ışığından ayrılmadım.
Seni Andım Mevlana
Kanatlarıma yüklediğim sonsuz sevgini, Çıngın ile yanan uçsuz yüreğimi, Huzur dolan her hücremi, Dolaştım durdum toprak, gök ve denizi, Her dilde anlattım durdum, Mevlana'nın bitmeyen sevgisini
Gezdiğim her yerde seni andım Mevlana, Gittiğim her sokak ve şehre seni taşıdım, İlahi sevgi ışığınla aydınlandım, Ve insanları sevginle aydınlattım, Huzur okyanusunda Bir damla suda çoğaldım,
Seni andım Mevlana, Gittiğim her yerde seni anlattım, Anlattıkça çoğaldım, Çoğaldıkça kalktı gözümdeki perde, Yüreğimdeki huzur Ve ben sende buldum içimdeki derde çare.
Nehir oldum deli deli akan, Irmak oldum çağlayan tasan, Deniz oldum dalga dalga vuran, Okyanus oldum derin ve sakin ulaşılmayan, Ben sende, Ben oldum sonsuz huzuru ruhuma kazıyan.
Güneş oldum sevginle ısıtan, Sevgi tohumlarını yeşertip, Boy boy sevgi çiçekleri açtıran, Dertlere merhem, Hastalara derman, Sevginin ışığını her yere yansıtan
Gezdiğim yerlerde adin duruyor, Baktığım her yerde Varlığın dile geliyor, Var olmanın huzuru ruhuma doluyor Bu Can; Ancak sende huzuru buluyor.
Ben bir Can, Sen bir Can, Her yer Can. Gelin Can'lar birlik olalım, İlahi askla yanıp tutusalım, Fani dertleri unutalım, Gönül gözünde buluşalım.
CAN AKIN
Kahraman olmak veya bilge olmak, yol gösteren olmak, karanlıkların içinde bir ışık gibi yanmaya her an diğer kardeşlerin için hazır olmak ve yanmak ne kadar önemliydi.
Yaşamın akışı içinde kaç kere ruhumuzun derinliklerinde kayboluyorduk.
Kaç kere dünyada yolumuzu şaşırmış ve kimsesiz kalmıştık. Kaç kere düşüp kaç kere kalkıp yürümüştük. Ruhumuzu kimler kaldırmıştı yerden. Hangi erdemlere sarılmıştık insan olduğumuzu hatırlamak ve gerçek bir insan olabilmek için.
Ece Amca bir hafta sonra Salı günü geldiğinde elinde bir kitap vardı. Hemen koşarak yanında toparlandık. O da elindeki kitabın sayfalarını şöyle bir karıştırdı ve bize kitaplardan bulduğu bir "Akbaba" resmi gösterdi.
Tüyleri yolunmuş gibi duran kara kuru bir kuş vardı resimde. "Bu mu bizi yiyecek?" dedim.
Ve kahkahalarla güldüm. Neredeyse kendimi gülmekten kaybetmiştim. Çok ama çok güldüm.
Küçüktüm, çocuktum.
Hayatımda çok fazla beni neşelendirecek sevindirecek hiçbir şey yoktu. Aile içinde sürekli şiddete maruz kaldığım için küçük yaşta dünyam kararmıştı. Bazen gülmeyi bile unutuyordum.
Akbabanın kel, kuru ve yoluk halini görünce, içimde birden komik bir şeyler hissettim. Çünkü bizi yiyeceği söylenen "Akbaba" isimli kuş insanlar için bir tehlikeydi. Gördüğüm resimden bana hiçte tehlikeli gelmemişti.
Halbuki; benim için tehlike ve şiddet evdeydi. Her zaman dayak tehlikesine ve babamın şiddetine maruz kalarak yaşıyordum. Benim çocuk aklımla bilebildiğim tehlike sizden büyük ve güçlü olmalı ve yaşamınızı tehdit etmeliydi.
Küçük - yoluk Akbaba gibi bir kuşun tehlike olabileceği düşüncesi benim fena halde gergin vücudumda ve ruhumda şok etkisi yarattı. O kadar çok ve abartılı bir şekilde gülmüşüm ki, bütün okul başıma toplandı. Ve herkes de benim gülüşüme gülmeye başladı.
Hep birlikte bütün okul bir kuşun yakın gelecekte biz insanları yiyecek olmasına güldük.
"Bir kuş insanları yiyecekmiş!!!… Haha hahahh…."
Ece Amca da;
"Evet bir gün gelecek bu kuş insanları yiyecek."
.
.
1-Tatlı su kaynakları tükenecek.
2-Dünyada yiyecekler azalacak.
.
.
3-Ekilebilir topraklar kuruyacak ve bitecek.
4-Bir gün gelecek hava bile tükenecek.
.
.
"Bu nedenle şimdiden tutumlu olun."
"Ülkenizin değerlerini, toprağını, suyunu canınız gibi koruyun."
"Anne babanıza saygılı olun ve onları sizi büyüttükleri için sevin."
"Dürüstlükten ve iyilikten güzel ahlak geliştirmekten korkmayın."
"Birbirinize kötülük yapmayın."
"İyilik ve güzellik insana yakışır."
"Ve bütün dünya güzel ahlakı insandan bekler."
"Ve siz insanoğlu insan olun"
"O an kötü duruma düşecek belki de aç kalacak ve her şeyinizi kaybedecek bile olsanız, insan olmayı sakın ama sakın unutmayın."
O zamanlar dediklerinin hepsini anlamamıştım. Ama hiç birisini de unutmadan hafızamın bir yerlerine özenle kayıt ettim. Mutlaka bana lazım olacaklardı. Onlar benim hazinemdi.
Ece Amcanın benimle ilgilenmesinden ve akbabanın resmini unutmayarak okula getirmesinden çok etkilenmiştim. Hiç kimse benimle bu kadar yakından ilgilenmemişti. Ben de ona, onu sevindirebileceğim bir şeyler vermek istiyordum.
Fakat ona verebileceğim hiçbir şeyim yoktu. Ne yapabilirdim? Aklıma onun bir asker olduğu ve arkadaşlarımı sıraya dizerek onun için ufak bir tören düzenleyebileceğimi düşündüm.
Sınıftaki arkadaşlarımı toparladım. Hep birlikte aşağıya indik. Atatürk Büstü'nün önünde on beş arkadaşımı eşit aralıklarla sıraya dizdim. Ece Amca'yı beklemeye başladık. Okulun kapısından Ece Amca görünür görünmez var gücümle "diiikkkkkaaattt" diye bağırarak;
"Atatürk İlkokulu görüş ve emirlerinize hazırdır efendim." dedim. Arkadaşlarım komutu alır almaz gürültülü bir şekilde esas duruşa geçti.
Etraftaki herkes heyecanla bizi seyrediyordu.
Ece amca yanımıza geldi ve yüzünde onere olmanın gururuyla bizi selamladı. Ve tek tek her arkadaşımın önüne gelerek tokalaştı ve başını okşadı. Sıradan gidiyordu.
Sona yaklaştıkça kuyruğa bir on kişi daha ekleniyor, arkasından bir on kişi daha ekleniyordu ve biz ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Yukardan bakan öğretmenler de aşağıya koşarak inip sıraya geçtiler.
BALIKESIR ATATURK ILKOGRETIM OKULU - ECE AMCA
Simitçi koştu. Şekerci zaten sıradaydı. Sabah vakti çocuğunu okula bırakan üniformalı ve sivil veliler mütemadiyen ciddi bir şekilde sıraya girerek Ece Amca'yla tokalaşıyor ve onun başını okşaması için bir çocuk edasıyla kafasını ona doğru uzatıyordu. O da bir baba asker duruşuyla karşısındaki kişinin elini tutuyor ve başını sevgiyle okşuyordu.
Herkes sanki büyük bir oyunun katılımcısı gibi sahnede yerini alıyor, rolünü oynadıktan sonra çıkıp gidiyordu. Bir ara iyice oyuna kendimizi kaptırdık.
Yan taraftaki sınıfın öğretmeni Suna Hanım ve Teğmen eşi de sıraya girmişti. Eşinin üzerinde üniforması vardı. Sıra Teğmene geldiğinde o kadar yüksek sesle kimliğini takdim etti ki herkes çok duygulandı ve titredi..
Ve merak içindeydik. "Ece Amca bu Teğmeni bizden daha çok sever mi?" diye düşündük. Beklediğimiz olmadı ve Ece amca bize nasıl sarıldıysa ona da öyle sarıldı ve bize doğru dönerek
"Siz hepiniz benim askerlerimsiniz. Ve siz hepiniz benim için aynı değerdesiniz. Çünkü hepiniz önce insansınız." dedi.
.
.
Nihayet İstiklal Marşını okumak için gerçek sırayı oluşturduğumuzda, bizim düzenlediğimiz tören de bitmişti.
Okul müdürü yanıma geldi ve;
"Can oğlum senin yüzünden birinci dersi kaçırdık ama bu gün çok güzel bir gündü. Sen bu günümüzü bir bayrama çevirdin. Buna değerdi. Sana teşekkür ederim." dedi.
Coşkuyla Marşımızı söyledikten sonra sınıflarımıza ilerledik.
Ece Amca da şehirdeki başka bir okula gitmek üzere okuldan ayrıldı.
Uzun, uzun baktım onun arkasından. Öğrencileri ve askerleri ne kadar çok seviyordu. İyi ki Balıkesir'e gelmiş ve bu şehre yerleşmiş diye düşündüm.
Kendisi bildiğim kadarı ile İzmir'den buralara, savaşta yaralanıp yurtdışında tedavi gördükten sonra yerleşmek için gelmişti.
.
.
İKİNCİ BÖLÜM
Çanakkale Geçilmez
Bir keresinde Ece Amca, bana Balıkesir'i çok sevdiğini söylemişti.
"Can bu şehir de beni etkileyen ve buraya bağlayan başka bir şeyler var. Şimdiye kadar pek çok yer gördüm, ama kendimi hiçbir yerde buradaki kadar evimde hissetmemiştim. Buranın toprağı suyu insanı her şeyi başka" demişti.
Ömrünün sonuna kadar mücadele eden, yaşamaktan, doğrunun yanında durmaktan, doğruyu söylemekten asla vazgeçmeyen, eğitime her zaman ve her yerde devam eden, bıkıp usanmadan tutumlu olmamızı bize öğütleyen bir İstiklal Kahramanıydı. Onu yakından tanımak ve ruhuma değer katışını, insanlık vizyonumu şekillendirmesini, yaşamı olduğu gibi ilk elden tanımama yardımcı olan bir insanı izlemek ve dinlemek benim için paha biçilmez değerdeydi.
Ne kadar şanslı bir insanmışım diye düşündüm. O günlerin değerini bilmeden ama hakkını vererek yaşamıştım. Hiçbir anımı unutmamıştım. Hepsini yıllar geçtikçe daha da özenle saklar ve değerinin artmış olduğunun bilinciyle başkalarına da anlatır olmuştum.
Ahh Ece Amca iyi ki seni tanımışım dedim.
Ve derin bir minnettarlık duygusuyla doldum. Şimdi hazırlamakta olduğum Küresel Isınma ve İnsan Bilincinin, Sevgi Bilincine dönüşmesi, toplumun değişim dinamiklerini anlatan kitabımı yazarken Ece Amca'yı ne kadar çok hatırlıyordum.
Onun bana öğrettiklerini, kendisini Mevlana gibi insanın iyiliğine hizmet etmeye adayışını, sevgisinin hayatımızda neleri değiştirebildiğini tekrardan gözden geçirerek, insanların nasıl dürüst, tutumlu, erdemli, şerefli bir yaşam sürmek için değişebileceklerini, sevmeyi ve sevilmeyi insan onuruna yakışır şekilde yeniden öğrenebileceklerini yazmaya ve çok insana ulaştırmaya çalışıyordum. Bu dünyada hep birlikte sevgi ve huzur içinde yaşayabilmek adına.
Ben derin düşüncelere dalmışken bir ara için kalbim kasıldı. Sanki hatırlamak istemediğim derinlere gömdüğüm bir şeyler boğulurcasına su yüzeyine çıkmaya çalışıyordu. Daha fazla dayanamadım ve hatırlamak istemediğim bir anıma izin verdim. Hayatımda hiç unutamadığım ve beni derinden yaralayan görüntüler ve duygular bir film şeridi gibi gözlerimin önünden akıp geçmeye başladı.
O günü hiç ama hiç unutmadım. Unutamadım. Anıların izleri vücuduma ve belleğime öyle bir işlendi ki yaşadığım yıllar boyunca çocukluğumun büyük acılarına nedenler bulmaya çalıştım. Ve yıllarca bu kötü hatıralar ellerimin arasında kaldı. Hayatımda, onları yerleştireceğim bir yeri asla bulamadım.
.
.
Ailemle birlikte Balıkesir'in dışında okuluma dört kilometre uzaklıkta Ağır Sanayi sitelerinin bulunduğu resmi devlet lojmanlarında otururduk.
Babam memur olduğu için biz fakir bir aileydik. Ay sonunu bir türlü getiremezdik. Her yıl okullar açıldığı zaman kıyafetlerimi Okul Aile Birliği alır ve beni giydirirdi. Alış verişe gideceğimiz gün, öğretmenim beni elimden tutar, Salı pazarına götürür, ayakkabı, önlük, kitaplarımı ve defterlerimi alırdı.
Okul hayatım boyunca her şeyden mahrum ve arkadaşlarımı refah içindeki yaşamını uzaktan izleyerek geçirmiştim.
Hayatımda her şey benim için büyük güçlüklerle doluydu. Karnımı doyurmak, giyinmek, okula gidip gelmek.
Altı yaşımdayken okula tek başıma gitmek zorundaydım. Akşamdan saatimi kurar ve her sabah evden okula gitmek için erken bir vakitte yatağımdan kalkardım. Küçük bir çocuk için, her gün oldukça uzun bir yolu yürümek durumundaydım. Yaz mevsiminde gün erken ağardığı için sabahları aydınlıktı. Ama kış ve sonbahar geldiğinde okula gitmek için yürüdüğüm yol çok karanlık olurdu.
Ve ben bu uzun yürüyüşten çok korkardım.
Her taraf ıssız ve karanlık gölgeler halinde önüm sıra ilerlerdi. Sanki her ağacın arkasından bir şey fırlayacak ve beni alıp götürecek gibi gelirdi. Ve ben neredeyse koşar adımlarla yürürdüm.
Okul yolunun iki kilometrelik kısmı benim için çok eğlenceli geçerdi. Sırasıyla önce Demirdöküm fabrikasındaki Tülükabaklar, arkasından Balıkesir Mezbahası ve askeriyenin Ordu Donatım isminde bakım ve tamir fabrikası yer alırdı.
Bu yol şiddet içinde geçen çocukluğumun dışında en eğlenceli anılarını yaratırdı.
Önce beni fabrikanın yanına yaklaşınca görür görmez ellerini havaya kaldırıp tıpkı bir aslan gibi pençe yaparak "böööööö" diye korkutan Tülükabaklara rastlardım. Ve her seferinde de çok korkardım. Onlara "Tülükabaklar" ismini beni korkuttukları ve gerçekten simsiyah oldukları için takmıştım.
.
.
Çünkü Demirdöküm fabrikasında her sabah büyük fırını yakarlar ve onu oldukça kızgın hale getirirlerdi. Sonrada fırının içine attıkları büyük demir parçalarını, kor haline gelince alırlar ve büyük silindirler arasından geçirerek on metre uzunluğunda ince inşaat demiri yaparlardı. Bu işlemi yaparken vücutlarının her tarafı, büyük fırının önünde çalışmaktan is olurdu.
.
.
Ben de kapkara adamlardan korkardım. Ve onların karalığı bende sanki tüylülermiş gibi bir izlenim yaratırdı ve onları görünce korkudan tabanlarımı yağlayarak kaçmaya çalışırdım. Fakat her seferinde beni tutarlar ve bana bir matematik problemi sorarlardı. Beni tipimden Kızılderili bir çocuğa benzettiklerinden kendi aralarında adımı "Beyaz Kartal" koymuşlardı.
.
.
İçlerinden birisi beni yakalayarak;
"Söyle bakalım Beyaz Kartal! Beşi beş kuruştan beş yumurta kaç para yapar" diye sorar cevabı, bilsem de bilmesem de Kızılderililerin yaptığı gibi burnumun iki tarafına ters "V" şeklinde isli parmaklarıyla işaret çekerdi.
"Haydi şimdi okula git. Doğrusunu yap Beyaz Kartal. URG öğren de gel " derdi.
Daha önceden yazıp hazırladıkları matematik sorusunun yazılı olduğu kağıdı cebime iliştirir ve beni yere bırakırlardı.
.
.
Sonradan öğrendiğime göre matematik sorusunu kağıda yazabilmek için ev ile demirdöküm fabrikasının arasındaki yarım saatlik mesafede düşünür ve bana soracakları probleme karar verirlermiş. Sonra içlerinden okuma yazma bilen birisine yazdırır ve kağıdı hazır ederlermiş. Ben üçüncü sınıftayken içlerinden birisi bu olayı anlattığında çok etkilendim. Senelerce benim için problem hazırlamışlar.
O anda benimle ne kadar çok ilgilendiklerini ve bana bir şeyler öğretmeye çalıştıklarını anladım. Ve onlara minnettarlık duydum.
Ben okula yüzümde isin karasıyla çizikleştirilmiş işaretlerle gider, okulda öğretmenimin verdiği peçetelerle temizlenmeye çalışırdım. O zamanlar Tülükabaklara çok kızardım. Ve ne zaman acaba bilebileceğim bir soru soracaklar diye düşünürdüm.
Öğretmenim de her seferde bana kahkahalarla güler;
"Gene mi bilemedin Can?" Gel soruyu beraber yapalım derdi.
.
. Balıkesir mezbahasını geçer geçmez askeriyenin sınırına yaklaşırdım.
Burada silahlı devriye nöbeti tutan askerler her sabah benim gelişimi dört gözle beklerler ve beni ufukta görür görmez metrelerce uzaktan;
"Hey Can bu gün ne öğreneceksin" diye bağırmaya başlardı.
Ben kalın bir duvarın üstüne örülmüş demir tellerin oraya gelene kadar, heyecanla tele tutunarak, benim onlara yaklaşmamı beklerlerdi.
Sesler, sorularla birlikte daha da yükselirdi.
Asker Diyarbakırlı Şehmuz abi:
"looo…Canooo sabah kaçta uyandın. Söyle looo" diye seslenirken,
Tokatlı Asker Haydar abi ağlamaklı bir sesle:
"Benim çocuklarda şimdi kalkmıştır Can. Senin gibi okul yolundadır." derdi.
Oflu Temel Asker ise hemen araya girerek Tokatlıya teselli verirdi kendi uslubunca;
"Ula haçan ne ağlayacak gibisin. Bebelerin iyidir. Sus sabah, sabah yapma haçan ağlatacan benuda" deyip gülerdi..
O anda kendimi onlardan biriymişim gibi hissederdim. Birden neşelenir, evde yaşadığım her şeyi unutur ve mutlu olurdum.
O zamanlar bir çocuk için ağır sorunlarıma rağmen ne kadar da kolay mutlu olduğumu düşündüm. Bana birisinin halimi-hatırımı gülümseyerek sorması beni her zaman çok sevindirirdi. Çocukken mutlu olmak için bu kadarı yeterliydi.
Sanırım bu ıssız yolun değişmez yolcusu olarak, benden başka onların yaşamlarında yer alan hiç kimse yoktu. Onların her birinin ailesinden daha yakındım.
Yakınlığımız ve yaşamaya çalıştığımız sevgi iki kilometrelik tel örgü boyuncaydı.
Ama bütün bir ömürde verilmeye çalışılan veya esirgenen sevgilerden daha değerliydi.
Çünkü ne onlar benimle bu anı sevgiyle paylaşmaktan başka bir şey bekliyordu, ne de ben onlardan. Birbirimizden sevgi ve iki kilometre uzunluğundaki yola düşen zaman dilimindeki iletişimden başka alıp verdiğimiz hiçbir şey yoktu.
Tel örgünün başlangıcına geldiğim zaman asker ağabeylerle tatlı sohbetimiz başlardı. İki kilometre boyunca yürüye, yürüye konuşurduk. Daha doğrusu ben okula gitmek için yürümek zorundaydım. Onlarda benimle sohbet edebilmek için bana eşlik ederdi.
Zayıf bedenim, çelimsiz görünüşüm onlarda merhamet ve babalık hislerini harekete geçirir, iki kilometrelik yol boyunca tel örgülerin üstünden sırt çantamı alarak taşırlar, benimle çocukça şakalaşırlardı.
.
.
Çantamı alanlar onu mutlaka açıp meraklı gözlerle içini de karıştırırdı. Hepsi memleketlerinde çocuğunu bırakarak askere gelmişti. Beni çocukları kadar çok sevdiklerinden emindim.
Çantamda öğretmenimin bana verdiği renkli kuşe baskı, büyük hayvan resimleri ile süslü bir hikaye kitabım vardı. Her seferinde bu kitabı ellerine alır ve onu okumaya çalışırlardı. Sanırlardı ki resimlerine dikkatli bakarlarsa yazıları da anlayıp okuyabilecekler.
Hikaye kitaplarım; sınıfta okuma yazmayı bir ay gibi kısa bir zamanda, ilk ben öğrendiğim için verilmişti.
Onları sınıfta kırmızı kurdalem ile birlikte aldığım zaman dünyalar benim olmuştu.
Bizim ilkokula gittiğimiz yıllarda; öğrenciler ilk okuma yazmayı öğrendiklerinde, sınıf öğretmenleri onu alarak başöğretmenin yanına götürür ve orada kırmızı kurdale takarlardı. Okula başladıktan bir ay sonra okuma yazmayı okulda ilk öğrenen ben oldum. O gün öğretmenimle beraber başöğretmenin yanına gittik. Başöğretmenimiz bana "Sarı Traktör" kitabını okuyup yazdırdı. Ben her ikisini de başarıyla tamamlayınca çok sevindi ve hayretler içinde kaldı.
"Can oğlum çok kısa bir zamanda okumayı ve yazmayı öğrendin. Aferin sana." deyip ilk kırmızı kurdaleyi bana takarak ve on adet renkli hikaye kitabını bana armağan etmişti.
Ayrıca sınıfların arasında yakamda kırmızı kurdalemle birlikte gururla dolaşmak ve "Ben okuma biliyorum" demenin tadı da başka oluyordu.
Armağan olarak aldığım kitapların arasında en çok sevdiğim ise "Çanakkale Geçilmez" isminde ve Çanakkale Savaşı'nı anlatan bir kitaptı. Bu kitabı yanımdan hiç ayırmaz ve fırsat bulduğum her yerde okumak isterdim.
Renkli kitaplara bakan askerlerin gizliden gizliye okuma yazma bilmedikleri için çok hüzünlendiklerini hisseder ve geri dönüşte bu hikaye kitaplarından birini onlara okumak için söz verirdim. Yol sonuna geldiğimizde; okuldan çıkar çıkmaz hemen onların yanına gelmemi hikayelerden birini okumamı isterlerdi.
Okuma yazma bilmemenin acısını yüzlerinde görmek beni her zaman çok etkiledi.
Bazen aklıma garip bir fikir gelir ve; aslında asker ağabeylerimin okuma yazma bildiklerini düşünürdüm. Beni, memlekette bıraktıkları çocuklarının yerine koyup, okuma bilmiyormuş gibi yaparak beni okuma yazmaya teşvik ettiklerini ve bunun içinde okuma yazma bilmiyormuş gibi yaptıklarına inanırdım.
Şimdi bu yaşımda anlıyorum ki o Tülükabakların ve iki kilometrelik yolda bana eşlik ederek çantamı taşıyan, benimle şakalaşan asker ağabeyler beni ne kadar çok sevmişler. Küçük dünyamda neşeli geçirdiğim anları ve anılarımın çoğunda rol almışlar. Ne zaman mutlu oldum diye düşününce ilk aklıma gelen Ece Amca'yla geçirdiğim anlar ve Asker Ağabeyler - Tülükabaklar oluyordu.
Kışın kar yağdığında okul yolunda çok üşürdüm. Sırtımda küçük olduğu için fermuarını bir türlü kapayamadığım kolları kısa bir mont giyerdim. Ayağımda ise naylon terlik ve yün çoraplarımla yürümeye çalışırdım. Çoraplarım ben okula varana kadar kardan iyice ıslanır, havanın soğukluğuna göre bazen ayağımda donarak kaskatı olurdu. Ve okula güç bela varabildiğimde Kadriye öğretmenimi de sınıfta bulurdum.
Temizlik yapmak ve sıraları düzene koymak için öğretmenim okula erken gelirdi. Hemen beni karşılar elimdeki çantayı alarak önceden yakmış olduğu sobanın yanına oturtur ve soğuktan donmak üzere olan çoraplarımı çıkararak sobanın üstüne kuruması için asardı.
Biraz dinlendikten sonra öğretmenime sınıfı temizlerken yardım eder ve sıraları düzene koyardım. Sonra hep birlikte demlediği çaydan içerek sohbet eder ve yoldaki Tülükabakların cebime koyduğu kağıttaki problemi çözmeme yardım ederdi.
Ders saati başlamadan sınıf arkadaşlarım yavaş, yavaş gelir ve sınıfta yerini alırdı.
Nedendir bilinmez, annem sabahları erken kalkıp bana kahvaltı hazırlamaz ve beni yolcu etmezdi. Kendim kalkar, kendim giyinir, kendim okula giderdim. Ve iki ders sonunda genelde midemi müthiş bir açlık duygusu basardı.
Babam da bana okul harçlığı vermezdi. Dört kilometrelik okul yolunu yayan gider, gelirdim. Yol bana değil dört kilometre, küçük ayaklarımla dört yüz kilometre gelirdi. Bana otobüs parası vermeyen babamdan bir simit parasını bile isteyemezdim.
Teneffüs zili çaldığında simitçinin yanına koşardım. Her gün karnımı doyurmak ve bir simit alabilmek için, okul kapısının önünde duran simitçiye yardım eder ve onun simitlerini satardım. O da bana tezgahında kalmış en bayat simidi verirdi.
Çalışmamın karşılığı simit tezgahındaki en kuru simitti. Teneffüs sonunda simitçi emeğimin karşılığını ödediğini sanarak okul önünden ayrılır giderdi.
Ben ise kalbim kırık bir şekilde simidimi alıp onu yiyebileceğim bir köşe arardım. Önce tuvalete gider, çeşmedeki suyla kurumuş simidi ıslatır ve onu ağlayarak yerdim.
Yine de her seferinde bir simit kazanabildiğim ve simitçi bana yardım ettiği için minnettar kalırdım.
Her seferinde Ece Amcanın sözleri aklıma gelirdi.
"Çocuklar en ufacık ekmek lokmasını bile atmayınız. Kurumuş ekmeklerinizi ıslatarak yiyebilirsiniz. Herkes kurumuş ekmeklerini atarsa bu dünyada yiyecek bulamadığı için açlıktan ölmek zorunda kalan insanlar ne yapsın. Ben Afrika'da Suveyş'de çok aç insanlar gördüm. Diğer insanları da düşünmeniz gerekiyor. Hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz. Onlar değil kuru ekmek, küflü ekmeğe bile razılar. Ama bizler hesapsızca satın alıyoruz. Çok fazla tüketiyoruz.
Ve yiyemediklerimizi, dünyada başka yaşayan insanlar yokmuşçasına, çöpe atıyoruz. Eğer davranışlarımızı düzeltmezsek ve yiyeceklere saygı duyup gerektiği gibi tutumlu olmazsak, gün gelecek attığımız her lokmaya muhtaç kalacağız." Şeklinde uzun bir konuşma yapardı.
İşte o zaman dünyada aç kalanları ve diğerlerini düşünürdüm. Tutumlu olmanın gereğini yerine getirir, huzur içinde simidimi ağzımda defalarca çiğneyerek yutmaya çalışırdım. Her lokmada simit yudumları, yorulan küçük ağzımda bir kez daha ağırlaşır ve boğazım kuru simidi yutmaktan hissizleşirdi. Yanında bol, bol su içerdim. Maksat karnımı doyurmaktı. Sıcak gevrek bir simitle keyif yapmak değildi.
Küçüktüm. Zayıftım. Ve henüz ben bir çocuktum. Kaç kere neden bunları yaşadığımı sormuştum kendime.
Ama içimde, küçük aklımda hiçbir cevap bulamıştım hiç birisine
Belki de yaşadıklarımın nedenini hiçbir zaman bilemeyecektim.
O günlerin sıcak anılarını ve değerini bir inci tanesi gibi halen içimde taşıyorum. Küçük yaşımda yaşadığım ve nedenini asla bilemediğim acılara ve dayaklara rağmen ben başkaları tarafından olsa da sevmiş ve sevilmiştim.
Günlerden bir Perşembe idi. Mart ayının en soğuk günlerinden birini yaşıyorduk. Okula gidip gelirken soğuk iliklerime kadar işliyordu.
O gün sabah okula gitmek için her zamanki gibi erkenden evden çıktım. Demirdöküm fabrikaların olduğu yere kadar yürüdüm. Tülükabakların oradan sessizce geçmem gerekiyordu. Önce kafamı şöyle bir uzatıp onların tarafına doğru bir baktım. Gözümün erişebildiği hiçbir yerde, kimsecikler yoktu. Belki de bu sabah geç geleceklerdi. Çünkü hepsinin de buraya çalışmak için çok uzaklardan geldiklerini biliyordum. Üç kuruş ekmek parası kazanmak ve yaşamı devam ettirmek adına bir saatlik bir yoldan buraya ağır şartlarda isin-ateşin karşısında gece-gündüz nöbetleşerek çalışmak için geliyorlardı.
Eğer bu gün onlar burada yoksa ben yol sonuna doğru mezbahaların bulunduğu bölgeden nasıl tek başıma geçecektim. Onların orada olması bana cesaret veriyordu. Balıkesir Mezbahası yüzünden yan tarafta on beş, yirmi köpeğin bulunduğu bir sürü yaşıyordu. Ben genelde Tülükabakların oradan geçtikten sonra az ilerideki askerlerin olduğu yerden, bir asker ağabey koşarak gelir ve beni elimden tutarak, köpeklerin acımasızca et artıklarını paylaştıkları alanın yanından geçmeme yardım ederdi. Ben asker ağabeyin arkasına saklanır onu kendime siper eder ve bu şekilde yürüyerek köpeklerin olduğu yeri atlatırdım. .
.
Hiç kimse yardımıma gelmediği zaman yol kenarındaki çakıl taşlarından cebime doldurarak hazırlık yapardım. Eğer yolda köpekler bana saldırırsa onlara cebime doldurduğum taşları atarak kaçardım. Yolun karşısına geçer ve yavaş, yavaş saklanarak mezbahanın bulunduğu alanı kazasız belasız geçmeye çalışırdım.
Tülükabakların ilerisinde olan köpeklere saklandığım yerden bakarken, kafamın üstünden bir "Bööööö!!" sesi yükseldi. Ve aynı anda bir el beni ensemden yakalayıp yukarı kaldırdı.
Ne olduğunu daha anlamadan, o günkü matematik sorum yüzümde patladı.
Gene bilemeyeceğim rakamlardan oluşan bir toplama işlemi sormuşlardı. Cevaplayamadım. Okula vardığımda çözmem üzere, problemin yazıldığı kağıt cebime iliştirildi. Yüzümün iki tarafına, iki parmakla kızılderili işaretleri çizildi. Kalın sesli Tülükabak
"Git okulda soruyu çöz Beyaz Kartal urg ögrende gel" dedi ve beni yere indirdi.
Koşar adımlarla yolun karşısına fırladım ve hızla oradan uzaklaşmaya çalıştım. Bu gün beni fena korkutmuşlardı. Bir gün buradan korkutulmadan ve hiçbir Tülükabağı görmeden geçebilecek miyim diye düşündüm. Ama sırtımdaki bu ağır çantayla imkansız olduğunu biliyordum.
Yavaşça ilerledim…
Askeri bakım tamir bölgesine geldiğimde asker ağabeyler beni yine gülerek şakalar yaparak karşıladılar. Bu gün havanın soğuk olmasına rağmen yaklaşık on beş asker, tel örgülerin yanında neşeli sesler çıkararak beni bekliyordu. Her zamanki gibi çantamı aldılar içine şöyle bir göz attıktan sonra beni tel örgünün sonuna kadar güle oynaya getirdiler.
Okul yolumun daha yarısını gidebildiğim için aceleyle okula doğru koyuldum.
Sınıfa vardığımda öğretmenimin yine erken bir vakitte geldiğini ve beni beklediğini gördüm.
"Nerede kaldın Can. İyi misin?" dedi. O da benim erken gelmeme alışmıştı. Ben de nefes nefese bir sesle;
"Geldim öğretmenim. Yolda asker ağabeyler ile sohbet ettik. Onlar okuma yazma bilmediği için benim renkli hikaye kitaplarımı uzun, uzun incelediler ve çok hoşlarına gitti. On beş kişiydiler. Yazıları, resimlere bakarak okumaya çalıştılar ama yapamadılar. Bazı askerlerin gözlerinin dolduğunu gördüm. Benim görmemem için hemen yanımdan uzaklaştılar. "
Elimdeki kitapları sırama yerleştirdim ve anlatmaya devam ettim.
"Dönüşte onlara hikaye kitabını okumak için söz verdim. Bu gün beş dakika erken çıkabilir miyim öğretmenim?" dedim.
Öğretmen soran gözlerle bana baktı. Ben de heyecanla anlatmaya devam ettim;
"Çünkü hikayeyi okurken yavaş okumamı isteyecekler. Ve hikayenin tadını çıkarmak için çok soru soracaklar. Bildiğiniz gibi eve geç gidersem babam kızar." diye boynumu büküp öğretmenime yalvaran gözlerle baktım.
Öğretmenimde şefkatle başımı okşayarak bana;
"Endişelenme. Bu gün öğretmenler toplantısı var hepinizi erken çıkaracağım." dedi. Çok sevinmiştim. Askerlere onlar için seçtiğim ve benim okumaktan büyük bir sevinç duyduğum Çanakkale Geçilmez kitabını okuyabilecektim.
Hem de benden istedikleri kadar çok okuyabilirdim. Ne kadar güzel bir şeydi okumak. İlk defa okuma yazma öğrendikten sonra okumanın sevincini içimde hissettim. Başka birilerinin asla ve asla okuyamayacakları ve bilemeyecekleri bir şeyi onlar için okuyacak ve onlara aktaracaktım. Kendimle gurur duydum. Okumayı ve daha, daha çok okumayı ve her şeyi okumayı istiyordum. Orada, o dakikada kendime bir söz verdim.
Kendim için ve başkaları için okuyacaktım.
Tıpkı Ece Amca gibi bir yerlerde, insanlara doğruyu ve insan onuruna yakışır bir şekilde var olmasına yardımcı olacaktım. Bu gün kitap okuyor olabilirdim ama yarın kim bilir onlara nasıl bir yardımım dokunacaktı. Okuyamayanlar için, başaramayanlar için de başarmak zorundaydım. Artık bu dünyada tek kendim için değil, diğerleri için de yaşayacak, öğrenecek, başaracak ve doğru yolda olacaktım. Diğerlerine bildiklerimi ve sahip olduklarımı aktarabilmek için.
Sabahçı olduğumuz için ilk üç dersimiz çabucak bitmişti.
Öğretmenim;
"Ders bitti. Çıkabilirsiniz çocuklar" dedi.
Hemen çantamı kaptım ve tam kapıdan çıkmak üzereydim ki, öğretmenimin bana seslendiğini duydum.
"Can oğlum çantan bu gün ağır, istersen çantanı eve götürme. Yarın nasılsa tekrar geleceksin. Hem ödevinde yok. Burada kalsın. Yarın alırsın. Bu gün biraz hasta gibisin "dedi.
Şefkatli bir anne sevgisiyle başımı okşayarak çantamı sırtımdan aldı.
Öğretmenime hiçbir şey diyememiştim. Onun beni düşünmesi sevgiyle başımı okşaması beni çok derinden sarsmıştı. Adeta donup kalmış ne çantamı ne de onu eve götürmediğim için başıma gelecekleri düşünebilmiştim.
İçinden hayal meyal "Çanakkale Geçilmez" kitabını aldım. Öğretmen onu ne yapacaksın diye sorduğunda;
"Askerler kitabı okumam için beni bekliyor. İyi günler öğretmenim." diyerek sınıftan çıktığımı hatırlıyorum.
Gürültülü şehrin caddelerinden hızla geçtim. Birileri arkamdan seslendi ama ben bakmadım. Elimde kitabım ile koşarak askerlerin oraya va | | | | | |
| |