HASAN MOLLAOĞLU
1953 yılının son ayında Balıkesirde doğdum, 1950 Bulgaristan göçmeni bir ailenin 7. çocuğuyum. ilk orta ve hukuk fakultesini İstanbulda bitirdim. evli bir oğlan babasıyım. yüzme ve atletizm hakemiyim "insan hakları" özel ilgilendiğim bir konu, çeşitli sivil toplum örgütleri ve hareketlerinde görev alıyorum.
2001 İst Baro yönetimi seçimine "çağrı" avukatlar gurubunun başkan adayı olarak girdim. sivil toplum hareketlerini "demokratik yönetim" in vazgeçilmezi olarak görüyorum.. demokrasi bir tercihtir, kazanmak için çaba ister.
Köklerim, Bulgaristanın Preslav ile urbissa arasında şuan barajın altında kalmış, kamçı nehrinin kenarında kurulu "yuler" köyüne gidiyor. ailenin bu köye "sarsıplı" veya sarı yusuflu" adında 15-20 km ilerde bir köyden geldiğine dair rivayet var.
Aile 1360 lardan sonra Gerlova yöresine yerleştirilmiş Anadoludan getirilen türk ailesi belkide doğrudan ortaasyadan gelen bir ailedir. Köyün tımarlı sipahi uygulamasına tabi olduğu ve osmanlı/türk ordusuna sipahi yetiştirdiği kesin. tabii 93 harbine kadar bu savaştan sonra gerlova "bulgaristan krallığının" parçası oldu başkenti preslav, yuler köyüne 10-15 km uzaklıkta.
Plevne müdafasında aileden bir askerin katıldığı rivayeti Kerim amcaya dayanıyor sanırım Kerim amca 1900 doğumlu.
ailede seyfiyye sınıfından olduğu kadar, "ilmiyye" sınıfından da kişiler var. başta babam, 9 yaşında hafızlığını yapmış, ilk mektebi mutad olduğu üzere köyde medreseyi şumnu da nuvvabın ali ve tali kısımlarını bitirmiş. Bulgaristanın "kör hafızı" Allah onun gözlerine karşı zeka ve hafıza vermiş. bildiğim kadarı ile bulgarca slavca rusça ve arabçayı bilir ve konuşurdu. şumnuda mehmet kemalle gazete çıkarmış hatta bir ilmihal kitabı yazmış. dedemin kardeşi topal İlyas ın oğlu Osman amcanın gösterdiği "islam ilmihali" kitabının yazarı "mustafa şaban" yani babamın ismi idi.
babamın dedesi "hafız osman efendi" nin hacca giitiği 5 adet kuranı kendi hattıyla yazdığı bir öküz arabası dolduran kitaplarını nuvvabın kütüphanesine gönderdiği rivayet edilir. bu eserlerin şu an Sofya milli kütüphanede olması gerek.
babamdan, İdris abimden ve özellikle "smail amcamdan, Bulgaristan, şumnu ve yuler konusunda çok şey dinledim. Osmanlının "seyfiyye ve ilmiyye" sınıfına eleman yetiştirmek için dizayn edilmiş bir köy yuler, diğer köyler gibi. münbit topraklar gürbüz erkek ve kızlar yetiştiren inancı ve kültürü sağlam bir tarım köyü aynı zamanda. Köyün pınarına su almaya giden kadınlar kahvenin önünden geçerken yüzlerini feraceleri ile örttüğünü, köyün veledleri suya giden kadınları kovalarına asılarak rahatsız ettiklerini, kadınların çocuklara "kopeleş susadın galiba" dediklerini anlattı zülbiye ablam. çocuklara ve birbirilerine saygılı ve hoşgörülü oldukları kesin, köyde bir olumsuzluk oldumu diye sormuştum ismail amcama, sadece bir olay hatırladı köyün meydanında 2 aile (çekirdek aile değil ataerkil aile)yumrukları ile dövüşmüş, kesici ve delici alet kullanmamışlar.
ailede hissettiğim en önemli şey olumlu etkileşim ve yorum, problemler abartılmaz, hataların üzerine gidilmez ve herzaman yaralar sarılmaya çalışılır
İdris abim 1931 yuler doğumlu 5 yaşında abim, Zülbiye ablam 1 yaşında iken babam dedemin evinden karısını ve çocuklarını gece saat üçte, 2-3 kap eşya ile öküz arabasına koyarak okuduğu şumnuya götürmüş. dedem atla arkalarından en yakın köyde yetişip, "çocukları rahat bırak be şaban aga" diyen arabacıya bir tokat attığını ama onları da bıraktığını anlatırdı babam. bir müddet babasıyla araları bozuk gitmiş.cenazesine şumnudan yetiştiğini ve yüzünü okşadığını söylerdi. bahçesinde yetiştirdiği tütünleri çakısıyla doğrar gazete kağıdına sararak içermiş, tarla ve hayvan işleri yanında günde beş vakit namazı camide kılmak, ezanı caminin girişindeki cemaat odasında beklemek rutin işlerden, cemaatte ön safta olmak önemliymiş sanırım. çingeneleri aşağılmak yanında yüceltmeyi de içeren "son safta çingeneler olur" lafı dedemden intikal
dedenin, erkek çocukları onların eşleri ve çocukları ile paylaştığı köydeki evinde tam bir otorite kurduğu kesin. at ve öküz arabalarının girdiği 2 kanatlı büyük kapının insanların girişi için bir kapı barındırıyor, duvarlarla örülü dış kapıdan iç avluya buradada altı tahıl ve yiyecek ambarı ve hayvan barınma yerleri olarak kullanılan bölümlerin üzerinde bir koridora odalar dizili, bu odalardan birinde dede ve babanne diğerlerinde evli oğullar ve yetişkin torun ve evlatlar için odalar var, evin arkasında yine bir bahçe sebze ve meyve yetiştiriliyor.
babaannem pamuk gibi güler yüzlü bir ihtiyardı gençliğinde de öyleymiş, annem kayınvalidesinden saygı ve sevgiyle bahsederdi. evin tüm kadınları gibi, yaşlılığına yetiştim birkaç kez evimizde kaldı ve 1960 lı yılların başında gelibolu yeniköyde vefat etti ve köyün mezarlığına gömüldü. gelinleri ile birlikte evi çekip çevirmesi yanında tarla üretimine katıldığı evde herkesin bir görevi olduğunu anlatırdı İsmail amcam. atların, tavukların, koyunların ve büyük baş hayvanların bakımı, tarladan buğday kaldırılması, bahçeden meyve ve sebzelerin toplanması kışlık erzakın kurutularak ambara kaldırılması yanında giyeceklerin eldeki yün ve pamuktan dokunarak elbise olarak dikiilmesi de rutin günlük işler. İdris abim dışardan sadece tuz ve aydınlanmak için gaz yağı alırdık derdi. onun parasıda devletin verdiği izinle kesilen odunların şehirde satılmasından elde edilirmiş.
dedemin en büyük oğlu "kerim pehlivan" için sonbaharda dedem, bir manda keser, sucuk yapar, kışın kerim pehlivana yedirirmiş. kerim pehlivan ilkbahardan itibaren çevre köylerdeki sünnet düğünü ve düğünlerde yapılan güreş müsabakalarına girer başa kadar güreşirmiş, karısı "süt nine" derdik İdris abimi de emzirdiği için, güreşlerden bazen bir koyun bazen bir inekle döndüğünü söylerdi. 80 kusur yaşlarında Germencikte ikindi çıkışı kırk yaşlarında biri kerim pelivanın ensesinden tutarak şaka yapmak istemiş. kerim pehlivanın elensesiyle yere yıkılmış ve bir daha kalkamamış 15 gün sonrada ölmüş. kerim amcam jandarmalar beni götürecek diye çok korktum derdi.
Gözleri görmeyen biri 1 yaşında ve 5 yaşında 2 çocuğu ve karısı ile şumnuda ne yapar. tabii tüm nuvablıların yaptığını. özellikle ramazan aylarında köylere giderek bir ay boyunca vaaz vermiş, karşılığında bir yıllık odununu ve buğday almış. evinde 2 ineği ve köylerinden şumnuya okumaları için gönderilen nuvvab öğrencilerini evinde barındırma karşılığı aldığı yiyecek maddeleri ve babamın uğraştığı kitap ve gazete basma işleri geçimlerini sağlamış,
1935 yılında Şumnu, medreseleri,nuvvab mektebi, türkçe gazeteleri ve 50 nin üzerinde camisi ile hala bir türk kenti. ay şeklide tepelerin çevrelediği şehrin doğusu sadece ovaya açılıyor. savunmaya elverişliliği nedeniyle osmanlının ordu merkezi olmuş asırlar boyu. hala osmanlıdan kalma tahkimatlar var. şehrin batı yönünde osmanlıdan kalan eserler hala duruyor. Tombul camii 1750 lerde yapılmış lale devri yapıtı, tombul kubbesi medresesi önünde bir zamanlar kütüphanesi ile "unesco" nun korumasında, yakınında saat kulesi her saat ve yarım saatlerde çalan bir çan 2. abdülhamitten kalma, yanında medrese varmış vaktiyle, biraz ilerisinde rüştiye binası daha ilerde abdülhamit çeşmesi ve hamam. tombulun karşısında 2 bina nuvvab mektebi 200 metre ilerisinde bedesten hala duruyor.idris abim ve Zülbiye ablam medrese sonrası rüşdiyede okumuşlar. Zülbiye ablam genç kız halimizde yanlız başıma 8-10 kilometre uzakta tepelerdeki kampa yanlız başıma giderdim diyor. güvenlikli bir mekanmış anlaşılan. idris abim son 2 seneyi nuvvabta okumuş bitirmede türkiyeye gelinmiş. babam üç beş kuruş faydalansın diye onu çarşı camiine müezzin olarak atanmasını sağlamış. akşam ezanında caminin anahtarı ile birlikte sinemaya gidince işine son verilmiş. tatillerde Şumnu da durmazdım derdi, tatil olduğu günün sabahı ezanla yola çıkar yatsı namazında köye yaya olarak gidermiş. dedenin ve babaannenin torunlarına özen gösterdikleri belli oluyor. ailede torunlara gösterilen sevginin çocuklardan esirgenmesi bir gelenek evde kalan öğrencilerden biri hafız Müzekka hoca benim lisede Kuran öğretmenim ve 7 sene veliliğimi yaptı. onun babama "hafız abi" deyip gösterdiği hürmeti anlamak için şumnu nuvvab kültürünü bilmek gerek.
annem,8 çocuk doğurmuş bir tanesini 8 aylıkken zatürreden kaybetmiş sabah namazı ile kalkıp ev işleri yanında üretim yapan hiç durmadan yatsıya kadar çalışan melek gibi bir insan,
aynı zamanda filozof bir tarafı vardı. zorluklarla 7 çocuk yetiştirmenin yanında evde üretim yapmış bir kadın, bu kadar zorluğun üstüne 1949 senesinin son günü Türkiyeye göçmen olarak gelmiş ve Balıkesire yerleşmişler. söylediği lafları hala kullanırım ve özel bir haz alırım. "koca gelin işe kalktı","halalca karıları gibi yayılıyorsun" ............ 2 yatak yorgan birkaç parça eşya ile, aile 6 ay memleketten getirdiği 4 çuval kurutulmuş peksimeti ıslatarak ısıtmış ve yiyerek hayatta kalmış. 6 ay sonra babama diyanet teşkilatından balıkesir vaizliği memuriyeti verilerek ailenin güvenceye kavuşması sağlanmış.
2. dünya savaş yıllarından köyden gelen unla beyaz ekmek yiyen nadir ailelerden olduklarını söylerdi idris abim. bu hareketin yakalandığı takdirde cezalandırılacağını da eklerdi.
almanların yanında savaşmış, kırımlı 2 yada 3 tatar subayın savaş sonrası bir iki haftalığına şumnudaki evin bodrumunda saklandığını annemin onları beslediğini ve bilahere türkiyeye kaçırıldığını anlatırdı idris abim ama böyle bir durumdan babam hiç bahsetmedi. belki sadece onun bir fantazisiydi. (bilahere mehmet abim, babamdan ve kayınpederinden naklederek, babamın evinde sakladığı tatar subayın yunan sınırını geçmek üzere iken yakalandığını ve kurşuna dizildiğini anlattı. babam yunan hududuna yakın kırcaalideki okul arkadaşı sait efendiye göndermiş kaçak subayı, sait efendi yardım edememiş, subayda kendisi sınırı geçmek isterken yakalanmış.idam edildiğini türkler infaza tanık türkler söylemiş. o dönemde bulgaristandaki tüm türkler gönüllü istihbaratçı, böylelikle hikaye doğrulanmış oldu)
babamın bir hikayesinide aynı zamanda dünürü olan Kırcaali şeriye sicil katibi sait efendinin kardeşi ismail canbaz, halen sofyada üniversite öğretim görevinden emekli ve bulgaristandaki türkler ve eserleri ile ilgili kitaplar yazan bir şahıs, anlatmıştı. Kırcaali camiinde, vaazında babam "aklı olan müslüman olur" demiş. cemaatten biri, bulgarlara "sizin kralınızın aklı yok çünkü müslüman değil" biçimine dönüştürmüş. adamı karakola alıp bunu kimin söylediğini sorgulamışlar. sait efendi babamı kaçırıp köyündeki evlerinin samanlığında bir hafta saklamış ve sonra yolcu etmiş.
1945 yılında idareyi ele alan komunistler epey kök söktürmüşler müslüman türklere. eğitim müesseseleri ve aydınlar takibe uğramış. annem ve idris abim babamın ikide birde karakola çağrılıp sorgulandığını ve karakolda geçirdiği günlerin az olmadığını söylerlerdi. mantığı ve natıka gücünün, bulgarcasının iyi olması sayesinde sorgulama ve tutuklamaların babama fazla zarara vermediği anlaşılıyor. sorgu ve tutuklanma ile ilgili herhangibir açıklama veya serzeniş kendisinden duymadım. belki diğer müslüman türk aydınlarına yapılanların aynında kendisine yapılanları önemsemedi.
tutklanan,sorgulanan elektrik verilerek işkence edilen ve uzun süre hapislerde kalan nuvvabın son müdürlerinden ahmed davudoğlu hoca ile beraber 1949 senesinde, türk bulgar göç anlaşmasına ilk müracaatı babam yapmış. bulgar hükümeti her ikisinin de bir an evvel bulgaristandan gitmesinda fayda ummuş ki, 49 göç anlaşmasında türkiyeye ilk gönderilen iki aile davudaoğlu ailesi ile bizimkiler olmuş.
iki aile aralık ayında alabilecekleri ne varsa denk yapıp şumnu garından aynı yük vagonuna yerleştirilmiş. babam ve 5 çocuğu ahmed davudoğlu ve kızı. idris abim 20 yaşında göç anlaşmasına göre 18 yaşından büyüklerin askerlik yapmadan gitmeleri mümkün değil. babamın birkaç yıl önce abimin yaşını mahkeme kararı ile küçültmesi işe yaramış, aile ile göndermişler.
1949 yılının aralık ayında şumnudan kalkan tren karnobatta bir gece kalmış ve toplam 3 günde 1949 yılının son günü edirneye gelmişler. kurulan göçmen karşılama bürosunun ilk müşterileri olmuşlar. memur sormuş soyadınızın ne olmasını istersiniz diye; babam bizlere "mollaoğulları" derler mollaoğlu olsun demiş, ahmed davudoğlu da bize de "davudoğulları" derler davudoğlu olsun deyince soyadı işide tamamalanmış.
aynı soyadını 1.5 sene sonra, yuler köyünün muhtarı idris aganın kafilesi ile gelip Dalamana yerleştirilen tahsin amcamda almak istemiş, memurlar kabul etmeyip kendi buldukları bir soyadı vermişler "defektaş" delikli taş demekmiş. 1.5 senede memurlar devlet tecrübesi edinmişler. başka bir kafile "dris aganın liderliğini kabul etmeyen pehlivan Kerim amca ile gelmiş, aralarında ismail amca ve babaannem de var.kerim pehlivana soyadını ne istediğini sormuşlar, biz çetin insanlarız "çetin" olsun demiş. kerim pehlivan ve ailesi, ismail amca ve babannemin soyadları "çetin" olmuş. belkide tahsin amcamın "mollaoğlu" soyadını alamadığını biliyordu. ismail amcam kerim amcaya bu olay için söylenirdi.
Babam 5 çocuğu ve hamile karısı istanbula gelmişler. onları evlerinde kırcaalili nuvvab tali kısım mezunu habil hoca misafir etmiş. birkaç gün veya bir hafta sonrada sirkeciden vapura bindirip bandırmaya oradan trenle balıkesire gelmişler.
balıkesirde babaannemin kardeşinin torunları yani babamın kuzeni niyazi dayı karşılamış onları bir eve yerleştirmiş. 1950 yılının temmuzunda, şaban abim doğmadan babamın diyanetten vaizlik görevi gelmiş. memuriyet görevi gelinceye kadar 6 ayın biraz zor geçtiği anlatılırdı.
BALIKESİR
1949 senesinin aralık ayının son günü Edirne den yurda giriş yapan aile balıkesire yerleşip babamın memuriyete geçmesi ile nasıl nefes aldığını ve o nefesin aileyi her zaman ayakta tuttuğunu ve gelişmesini sağladığını yakından bilen biriyim. Ama aylık düzenli bir maaşın aile bütçesini oluşturması ve başka bir gelire ihtiyaç duyulmaması bizlere de miras olarak kaldı. Para kazanmak için çeşitli yollar arama zahmetine katlanmama sanırım tüm aileyi üretme ve kazanma ortamının dışına itti. Aileye üretmek ve kazanmak fikri her zaman yabancı oldu ve konuşulmadı, herhangi bir çaba harcanmadı devlete memur olmak fikri hakim oldu. Serbest avukatlık yaparken bile para için iş yapmak fikri bana yabancı gelmiştir.
1950 yılının temmuz ayında şaban abim 1953 yılının aralık ayında ben doğmuşum. 1958 yılına kadar Balıkesir de 1959 yılının yazına kadar demirci de oturduk, memuriyeti nedeniyle. Demirciye demokrat parti İl yönetiminden birinin tayinine neden olduğunu söylerdi babam ama DP li olmaktan ve savunmaktan c-vazgeçmedi. CHP yi bir türlü sevemedi. Ezanın Türkçe okutulması ve dini tahsilin yasaklanması ile CHP yi mahkum etmişti bir kere.
Balıkesir ile ilgili hatıralarım az, 2-2.5 yaşlarında kuyruğunu yakaladığım atın tekmesi ile ağzımın burnumun dağıldığını, çarşıda oturduğumuz bahçesine geniş ve yüksek bir kapıdan girilen evden taşınırken arabanın arkasından atlayan şaban agayı ittiğimi ve kafasının yaralandığını bahçedeki odada yatan babaannemin olaya nasıl üzüldüğünü, Hasan Basri Çantayın 2 katlı bahçe içindeki evine taşındığımızı, yoldan geçen özel arabaları mahalle çocukları ile taşladığımızı bizi kovalayan şöförden kaçmak için babamın arkasına saklandığımızı, elimi emme basma tulumbasına sıkıştırıp 2 parmağımı kopardığımı, dispanserde aile dostu sağlıkçı niyazinin parmaklarımı diktiğini hatırlıyorum.
Hasan Basri Çantayın 2 katlı bahçe evi balıkesirde kaldığımız son evdi. Çantay ile babamın arası biraz açılmış, demirciden bir sene sonra bir bayram ziyareti yaptık çantay a,babam 1.75 ve 90 kilo çantay babamdan daha cüsseli gözüktü 5 yaşında gözüme, veda ederken elime 1960 darbesi anısına basılmış gümüş bir on tl verdi. Çocuklara hediye vermek hatırlanmak için iyi bir yol.
2 yaşında deve kervanlarının peşinden takılıp kaybolduğumu dayının kızı güler ablanın çarşı karakolunda beni görüp aileye haber verdiği anlatılırdı. Özgür bir şehir ortamında çocukluk geçirmenin mutluluğunu yaşadım.
Demirciye önden burunlu otobüsle gittiğimizi arabayı çalıştırmak için kol kullandıkları hala gözümün önünde demek daha marş motoru yaygın değilmiş.
Bir vadinin dik yamaçlarında kurulu demirci ve 1 seneyi biraz geçen ikamet. 2 katlı bir evin üst katında kiracıyız, altta ev sahipleri oturuyor. Tam tabiri ile şeker gibi insanlar, iki katın arasını ayıran yer tahtalarının aralarında yarıklar var alt katta halı tezgahın da ev sahibi hanımın halı dokuduğunu seyrederdim. Henüz 5 yaşındayım Pazar dönüşü annemin arkasından gelirken komşunun veledi eşeği ile bağlarına gidiyor, ?bağa gelen varmı? davetine dayanamadım, anneme söylemeden bağa gittim, gece arandığım haberi geldi, eve döndüğümde gülbiye ablamın ve annemin sedir üzerinden bana nasıl şahin gibi baktıklarını ve yediğim kabul edilebilir dayağı unutmadım.
PENDİK
Hafız Mustafanın şeker hastalığı Demircinin durağan kasaba havası ve tam teşekkülü hastane gerektiren sağlık raporu bizi Pendikli yaptı. İstanbulun şirin sayfiye yeri karşısında adalar, villalar, deniz, plajlar ve tren istasyonu. 1 saatte Haydarpaşa istasyonu 20 dakikada Karaköy iskelesine şehir hatları vapuru ile geçiş galata köprüsünü yürüyerek geçip troleybüse binip, İstanbul müftülüğü veya Süleymaniye, bayazıd nuruosmaniye kütüphaneleri veya 37 numaraya binip o zamanki taşlıtarladaki nuvablıları ziyaret etmek rutin her hafta yaptığımız işlerdi.
İstiklal gazetesi çıkaran Mehmet Şevket Eygi nin yerebatandaki bürosunu ve Mümin Çevik i Babıali yokuşunda 2. Kattaki kitap evinde ve de masonluk hakkında bir düzineye yakın kitab yazmış emekli bir askerin erenköydeki evini ziyaret rutin işlerdendi. Hafız Mustafa nın her zaman uğrayacağı ziyaret edeceği kişiler vardı.
Hafız Mustafa yı ayda bir numune hastanesine götürür şeker tahlilleri yaptırırdık arada bir bir hafta on gün hastanede yatıp şekerini kontrol etmeye çalışırdı. Pendik te tek cami herhalde istasyon yapılırken taşlarından artanı ile yapılmış şirin ve kişilikli her Cuma günü öğle namazından 1 saat önce ve Pazar günleri öğle namazından önce cemaate vaaz verirdi. Vaazlarına genellikle okuyarak hazırlanır Ömer Nasuhi Bilmen in İslam ilmihalini gülbiye ablama okutur hazırlanır çıkardı.İstanbul müftüsü Ömer nasuhi Bilmeni sık sık ziyaret eder ve İlmihalini fırsat buldukça birilerine hediye ederdi.
Pendik te oturduğumuz ev Ankara asfaltının üzerinde taşlıbayırda 30 dönümlük bir arazide, 200 zeytin ağacı 2 dönüm üzüm bağı çeşitli tipte meyve ve ıhlamur ağacı ve emme basma tulumbalı bir kuyusu olan geniş bir ev. osmanlı Nazırlarından biri tarafından bağ evi olarak kurulmuş, 360 lira aylık alan hafız Mustafa 150 lirasını kira olarak veriyor. Evsahibi hanımlar büyükadada oturuyor, bir iki kez evlerine gittim yaşlı karıkoca zenci yardımcıları var. Büyükadanın tepesinde büyükçe bir köşkte oturuyorlar. Evlerine gittiğimizde salonda bulunan tuvalde yağlıboya bayan portresi çalışıyordu ev sahibemiz.
Koskoca bir beş yıl geçti pendikte ilkokul başlamadan bir yıl ve ilkokul 4. Sınıfın sonuna kadar, ilkokul birinci sınıfa sabahçı olarak başladım şaban aga 4. Sınıfa gidiyor beraber okula gitmeyelim diye ben sabahçı o öğleden sonra gidiyor. Herhalde bana kötü örnek olur diye korkuyorlar. 5. Sınıf bitirme sınavlarında,?motor zamanları? sorusuna ?sabah öğle ikindi akşam diye cevaplamış. Adını arkadaşları androderya koymuşlar. Bulunduğumuz mahallede, misket oynamak kuş avlamak ve top oynamak gözde işlerden ders çalışmak out.
Orta birinci sınıfın 2. Senesinin birinci devresini 12 dersten 11 ini zayıf getirince, şaban agaya belge alma yolu gözüktü. Hafız Mustafa 2 şey yaptı, birincisi tayinini istedi ve Karagümrük semtine taşındı ve de şaban agayı tanıdığı bir doktor vasıtasıyla 2 ay preventoryumda yatırarak rapor aldırdı ve bir sene daha okuma hakkı elde etti. Belge alması halinde tekrar okula dönmesi mümkün değil. Karagümrük orta okulunda başarılı bir sezon, iftihar listesi ve kuleli askeri lisesi emekli binbaşı pilot şaban aganın macerası, hafız mustafanın zekası ve 2 kritik hareket
1960 yılının eylül ayında Süreyyapaşa ilkokulunda birinci sınıfa başladım. Sabah heyecanla Mehmet aganın nezaretinde 1 km lik yolu yürüdük tren istasyonunun hemen üzerinde okulun dış kapısından içerdeki öğrenci sıralarını gösterdi ? okulun bu? dedi döndü ve gitti. Girdiğim sıra 2. Sınıflarınmış sonunda sınıfımı buldum. Kel Mahmut 3 yıl sınıf öğretmenliğimi yaptı. Okulu sevdiren, okumaya heveslendiren idealist disiplinli ama şefkatli iyi bir eğitimciydi. Bir kez tokatını yedim, haksızdı, çok kırıldım hiç beklemediğim bir hareketti ve bir ders boyu sınıfta ağladım bana dokunmadı ve üzüldüğünü anladım. Babama ?tüm öğrencilerim hasan gibi olsun demiş?
ilahi yani hocam, tüm ilkokul öğrencilerinin senin gibi hocası olsun
5. sınıf Gebze de öğretmenim Mehmet aga, 1960 öncesi Bilecik lisesi mezunu, lise mezunları askerliklerini ilkokul öğretmeni olarak yapıyorlar. Tayinini Gebze ye yapmışlar. 5. Sınıf tevafuk oldu öğretmenim oldu, hafız Mustafa sosyal bir kişilik, heryerde bir tanıdık ve dostu var. Oğlunu öğretmen olarak gebzeye atama işini, veya Yüksek İslam enstitüsünde muhasebeci olarak işe alınmasını veya 2 aylık rapor için prevantoryum havalesini alabiliyor. Her semtte hatta her şehirde tanıdığı ve gidip kalabileceği bir sürü dostu var.
Kel Mahmut un aşıladığı okuma sevgisi beni hep takip etti, okul hayatında zorlanmadım. Hukuk fakültesinin hacimli kitapları bile sorun çıkarmadı. Hızlı okuyup anlama yeteneği ve imam hatip lisesindeki Arapça farsça öğrenimi işime yaradı.
İlkokul bitti ufak bir aile meclisi toplandı. Ahmet aga Manisa sanat okulunu bitirmiş pendikte bir fabrikada çalışmış bilahere yüksek İslam enstitüsüne davudoğlu nun müdürlüğü zamanında teknik eleman olarak girmiş, şaban aga ile ikimizi karşısına aldı babamın nezaretinde bizi imtihan etti. İmtihan neticesi parlak öğrenci olduğum ve imam hatip okuluna gitmem gerektiğine karar verildi.
1965 senesinin eylül ayında Çarşamba semtinde lise hayatı başladı. 55 kişilik sınıf yarısı 2 senelik ve sınıfta 12 adet hafız var, hepsi benden 3-4 yaş büyük, ilkokuldan sonra ara vermişler hafızlık yapmışlar. Hafızlık yapmak avantajlı gibi görünse de köy veya kasaba ilkokulu mezunu yeterli alt yapının olmayışı aralarında bir iki şanslı ve zeki öğrenci dışında işlerine yaramadı döküldüler ve okuldan ayrıldılar. 55 kişi başladığımız okulu 4 yada 5 kişi ile bitirebildik.
Tedrisatı ve öğretmenleri ile bir sürü çelişkiler barındıran bir okul ama tuvaletleri temiz ve çamaşır suyu kokuyor. Müdürlerimiz Ankara ilahiyat mezunu, Halil ziya erce ve hayati ülkü öğrenciye karşı en gentilmen hocalar, meslek dersleri öğretmenlerinden İslam enstitüsü mezunlarının en iyisi bile en azından kaba. Okulda ali kıyak ve sudi armaner gibi hocalar nefes almamızı sağlıyor. İslam enstitüsü çıkışlı meslekçiler ise bizi boğuyor.
İlim yayma cemiyetinin okula bitişik bin kişilik pansiyonunda kalıyoruz, öğrencilerin çoğu köyden gönderilmiş fakir aile çocukları. Okulun ve pansiyonun en iyi tarafı arkadaşlıklar. Gerek öğretmenlerin gerek derslerin şiddeti öğrencilerin birliğini ve sıkı dostluklarını sağlamış
Okulda 2. Senenin sonunda öğrendiğim derslere çalışmanın ve disiplinli öğrenci olmanın bir yararı olmadığı ve sınıfları fazla zorlanmadan geçebildiğim. Ne de olsa kel Mahmut un öğrencisiyim. 3. Sınıftan sonra ne kadar boşluk varsa doldurdum ve okuldan kırmalar başladı her fırsatı kullandım. En büyük zevk şehzadebaşı gündeş sinemasında film izlemek, lise döneminde kahvelere takılıp tavla oynamak.
Sudi armaner izci olmama sebeb oldu 2. Sınıftan itibaren kamplar başladı, her sene en az bir kamp. 3. Sınıfta 3 gün Galatasaray lisesine obabaşı kursuna gittik, Galatasaray son sınıf öğrencisi ohannik agopcan eğitmen yönetici trt spikeri Altan Varol. Bizleri adam yerine koyup değer veriyorlar, çok şaşırdık okulda bize gülümseyip selam bile verilmez hele yüzümüze bakıp ?günaydın veya nasılsın? demez öğretmenler, tabii birkaçı hariç burada ?günaydın? falan diyorlar doğrudan yüzümüze, lise sonuna kadar kamp ve izcilik renk kattı
Okulun kütüphanesinde tüm romanları ve hikaye kitaplarını hatta eski Türkçe binbir gece masallarını okudum, eski Türkçemde gelişti bu arada hergün sabah 2 akşam 4 saat mütalaa var. Ders çalışmak için çok uzun ve sıkıcı yapılabilecek en iyi iş roman okumak. Daha sonra Gaziosmanpaşa halk kütüphanesindeki romanlarda bitti. Ne kadar sıkıldığımı anlatamam günde 6 saat zorunlu bir sırada ders çalışır gibi yapmak. Ve bu 4 sene devam etti. 6. Sınıfta yurt müdürünün disiplini gevşetmesi ile her akşam kahveye tavla oynamaya çıkmak dışında, okulun biteviyeliğini n ve baskının Acısını okuldan kaytarmakla çıkardım. En az 20 günlük hak ve 20 günde hastane sevki, 19 mayıs çalışmalarına gitmek bile daha zevkliydi okulda olmaktan. 5. Ve 7. Sınıfları nihari olarak tamamladım sadece 2 sene mütalaa cenderesi dışında kalmışım.
Sadece 5. Ve 6. Sınıflar birer 7. Sınıfta bir dersten ikmale kalarak 1972 yılının eylülünde okul bitti. 1 ay sonra 4 yıllık İslam enstitüsü başladı. Sözlü sınavla alıyorlar enstitüye benim 2 abim enstitüde görev yapmış, Ahmet davudoğlu enstitünün eski müdürlerinden sınav yapanların hepsi ailemi tanıyor. Sözlüyü geçmem çok kolay. 4 yıl liseye benzer bir eğitim devletin pansiyonunda kalıyoruz yemek ve yatmak bedava liseden tek farkı mütalaa falan yok özgürsün. Ama derslere devam mecburiyeti var dersler sıkıcı ve lisede aldığımız bilgilerin tekrarı. Ve bende iyi bir öğrenci olmak niyetinde değilim. Çoğunluğun yaptığı gibi enstitüyü bitirip diploma almak kolay yoldan öğretmen olup maaşa bağlanmak tek arzumuz.
Enstitü 2. Sınıfta modaya uydum Mehmet aganın edebiyat öğretmeni olduğu plevne lisesinden 6 fark ders verip lise diploması sahibi oldum ve üniversite sınavına girdim, sözel ve yetenek bölümünü iyi yaptım. Sınav sonucu geldi ilk sıraya yazdığım İstanbul hukuk fakültesini kazanmışım.
1974 yılı ekiminde hukuk fakültesi başladı ne başlama ama, öncelikle enstitüdeki yoklamadan kaçtığım zamanlar fakülteye gitmek mümkün değil, gittiğin zaman ya yürüyüş ya cenaze yada forum dersleri takip zor onun yerine 1973 te edindiğim sonradan ?surur cemaati? dediğimiz arkadaş gurubu ile önceleri ohel sonra briç arada bilardo oynamak temel meşgale,
Hukuk fakültesini senede 3 sınav döneminde çalışıp dersleri ve sınıfı geçiyoruz. İlk sene ilk sınavda 5 dersten 3 ünü vermek hukuk fakültesinin zorluk imajını zaten yok etti. 3-5 derse girebildim fakülte boyunca , içerde dışarıda terör kol geziyor günde 10-15 kişi ortalama öldürülüyor ve nerdeyse hergün cenaze var fakültede.
1978 yazında 76 dan beri beklettiğim tamamı 10 sayfalık öğretmenlik dersi sınavını verip tayinimi bekledim. Ardahan çıktı mart ayında Ardahan tüm Türkiye gibi sağ sol kürt türk çatışmasının yaşandığı bir kaza. 6 aylık kısa bir görev tayinimi üniversitede okuyor diye İstanbul Beyoğlu kız meslek lisesine çıkardılar. 3 sene kız meslek ve bu arada 1980 yılının şubat ayında hukuk fakültesi son sınavda bitti. Okula gittim diploma almak için beni biraz bekletip dekanın odasına aldılar dekan elimi kaldırtıp bana rutin bir yemin ettirdi. Yemin töreni için hazırlıklı değildim ve kıyafetimde müsait değildi sıkıldığımı hatırlıyorum.
Beyoğlu kız meslek lisesi dindersi öğretmeni olmak bir sürü bayanın ortasında tek erkek öğretmen olmak beni sıktı ve tayinimi istedim milli eğitim müdür yardımcısı Hüseyin Atilla şenerden Gaziosmanpaşa imama hatip lisesine tayinim çıktı ve orada 7 sene kaldım.
Beyoğlu kız meslekte beden eğitimi öğretmeni yaseminle 1985 yılının martında evlendim, onun 7 yaşında bir oğlu var ulaş,
Sonunda öğretmenlikten pes ettim ve 1982 den beri mış gibi yaptığım avukatlığa döndüm.
1982 yılının haziranında Erzincan 59. Top tugayında kısa dönem askerliğim 90 gün sürdü. Sigara içmenin yanında sıkıntı ve stres ve de gerginlik 90 günün sonunda beni fiziksel olarak yıprattı. 1983 ün şubatın da boğaz bölgesinde oluşan adenopatiye haziranda yaptıkları cerrahi müdahele ile haseki hastanesinde teşhis koydular. Lenfoma
Cerrahpaşa onkoloji 6 ay 6x2 ünite kemotoropi uyguladı. 5b de dayanamadım kestirdim. Zira karaciğerim iflas etmiş diyabet ve kronik hepatit b olmuştum. Kemotorapi kesildi 1 hafta içinde düzeldim hiçbir iz kalmadı adenopatinin cerrahi izi dışında, 1998 li yıllarda diabet tekrar ziyaretime geldi hepatit b ise 2005 te tesirini göstermeye başladı.
1992 senesinin kasım ayında murad dünyaya geldi, dünyanın en mutlu adamı yaptı beni.
AVUKATLIK
1982 yılında stajı sonrası avukatlık yeminim Orhan Apaydın ın önünde oldu. Hukuk diplomasındaki dağınıklığım yoktu hazırlıklıydım. 1982 yılında Gaziosmanpaşa İmam Hatipte öğretmenlik yapıyorum bir taraftan Aksaray, Gençtürk caddesindeki evimi büro gibi kullanıyorum. Gaziosmanpaşa merkezde kısa bir tecrübem oldu, telefon hakkının daire fiatına olduğu dönem, tek tük davalar ve Yener Çeliğin sahibi Yener Uygun un icra dosyaları ile uğraştığım karmaşık bir dönem. Kötü bir staj dönemi ve esnaflıkla ilgili olmayan hayat tecrübeleri bana daima karmaşalı bir meslek hayatı yaşattı. Standardı yakalayamamak iniş çıkışlarar ve tesadüflere bıraktı mesleğin gelir kısmını.
Gençtürk caddesinden Beşiktaş Barbaros bulvarına oradan bir senelik doğu bank iş hanı tecrübesine ve sonunda Gaziosmanpaşada eski dost Salih Yılmazın işhanına devam etti büro maceram. Salih amcanın çocukları Rasim, Sedat ve Suat çocukluk arkadaşım, bir sürü baba dostu ve tanıdık dolu bir semt. En azından büro yeri ve çevre bakımından huzur dolu günler, güler yüz gördüğüm bir yığın insan
1987 de zorlukla götürdüğüm sağlığımıda olumsuz etkileyen öğretmenliği bırakmak avukatlık mesleğime yaradı. Daha fazla vakit kalmıştı, buda benim gibi okumayı ve araştırmayı seven biri için tam fırsat.
1992 de CMUK değişikliği ?Hukuka aykırı deliller kavramı?, 1980 darbesinden sonra aleyhlerine işkence ile alınan ifadelerden başka delil olmadan asılan veya mahkum edilme olaylarının zenginliğinden sonra yeni bir konsept ülke için.
1993 te Marmara üniversitesi rektörlük binasında, Feridun Yenisey in yönetiminde ?hukuka aykırı deliller sempozyumu? 3 gün sürdü. Sahir Erman,Sulhi Dönmezer, Çetin Özek, Almanya ve ABD den gelen hukukçular 3 gün boyunca ?arama,yakalama, el koyma ve ifade almada elde edilen delillerin hukuka uygunluğu? hakkında tebliğler verildi ve tartışıldı. Uluslar arası ilk sempozyum dinlemesi olağanüstü bir tecrübe. Sempozyumun katılımcılarından az dinleyici var, polis şefi Hüseyin Kocadağ ve birkaç polis şefi de bir ara katıldı. Kocadağ bildik biz yakalıyoruz hakim bırakıyor retoriğini tekrarladı. Aykut Cengiz bir oturumda İngilizceden tercüme yaptı iyi bir İngilizcesi var genelde Yenisey İngilizce konuşmaları anında çeviri yapıyor. Olağanüstü bir deneyim ve meslek içi eğitim oldu, tartışmalara 2 soru ile katıldığımı ve sorularımın Ynisey tarafından beğenilmesi gururumu okşadı
Sempozyum notları önce fotokopi sonra kitap oldu, ülkede tartışılmayan konular, sınırlı sayıda insana hitap etse de triger kayışı gibi bir dizi olayı tetikledi, bir dizi uluslar arası ve baro toplantıları ve de baro CMUK yapılanması bu tetiklenmenin bir uzantısı oldu
benim içinse İstanbul savcı ve hakimlerinden 15-29 kişlik bir guruba 10 a yakın toplantıyı yönetmenin, İst baronun yeni kurduğu CMUK servisinin ilk avukatlarından olma, 3 günlük gece gündüz hakim evindeki seminere katılma , her yıl yarım düzine insan hakları sempozyumuna iştirak ve Yeni Şafak gazetesinde 40 a yakın insan hakları ve Aihm hakkında makale yazma sebebi oldu, ?hukuka aykırı deliller? sempozyumu, 2002 de hukukçular derneğinin ?çağrı? grubunun İstanbul baro başkanı adaylığını teklif etmesi de aynı sürecin sonuydu.
Sempozyum, insan hakları konusunda merakımı yeteri kadar tetikledi, arkasından CMUK servisi tecrübeleri seminer deneyimleri, Semih Gemalmaz ın komisyon kararları, Osman Doğru nun mahkeme kararları ve Osman doğru ile İngilizce kararları bir dizi seminerde değerlendirmek olağanüstü bir teori ve pratik tecrübesi oldu, bu mesleği seçerken düşündüğüm ideali ancak bulmuştum.
|